1. YAZARLAR

  2. Selahattin Eş ÇAKIRGİL

  3. Saraybosna ve Mostar izlenimleri.. -1
Selahattin Eş ÇAKIRGİL

Selahattin Eş ÇAKIRGİL

dirilispostasi
Yazarın Tüm Yazıları >

Saraybosna ve Mostar izlenimleri.. -1

A+A-
 
 

 

Yaralı bir halk, yaralı bir kültür ve yaralı köyler - şehirler..

 

Saraybosna ve Mostar izlenimleri..

-I-

[email protected]

Türkiye’ye izne giden dostların arabasına atlayıp Bosna’ya kadar uzanan bir yolculuk yaptım, geçen hafta..

Aslında bu yolculuğu, Srebrenitsa Katliâmı’nın 15. yıldönümü merasimlerine katılmak için, bir hafta öncesinde yapmayı düşünüyordum..

Ama, Srebrenitsa’nın 15. yıldönümünü törenlerine yetişmem hayal olunca..

Bir hafta sonra, ortaya çıkan bir başka imkanı değerlendirmeye çalıştım..

Ama bu sefer, Srebrenitza’ya gidemiyecektim.. Çünkü, hem artık o merasimler sona ermişti ve hem de, o şehir, Sırb Kantonu’nda yer aldığı için, gidiş-geliş kolay değildi.. Sırblar her vesileyle Bosna Federasyonu’nda problem çıkarmak için, gidiş-gelişleri bile zorlaştırıyorlarmış..

Gerçi, Srebrenitza Katliâmı’nın kurbanlarından olup, toplu mezarlardan yeni bulunan ve kimlikleri DNA testi ile belirlenen 775 müslümanın kemiklerinin Potaçari Şehidliği’ndeki belirli mezarlara defin merasimleri, bu yıl, Tayyîb Erdoğan’ın bu törenlere Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç’i de getirebilmesi açısından ilginçti.. Ayrıca  Slovenya Cumhurbaşkanı Danilo Turck, Hırvatistan Cumhurbaşkanı Ivo Josipoviç, Karadağ Başbakanı Cukanoviç ve Makedonya Başbakanı Nilola Gruevski’nin katılmıştı.. Ev sahibliğini ise, Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Haris Sladziç yapmıştı..

Ama, özellikle, kendisi de Saraybosna doğumlu olan Sırbistan C. Başkanı Boris Tadiç’in bu anma törenlerine ilk kez katılmasının sağlanması, gelecek için umut verici mesajlar taşıyordu.. Çünkü, bu anma merasimlerinde bir korkunç cinayetin acıları tekrar yaşandığı gibi; o cinayetleri işleyenleri kendi içinden çıkaran ve onlara kol-kanat geren bir halkın bugünkü cumhurbaşkanının o cinayetlerden, o vahşetten utanç duyduğunu zımnen ortaya koyması mânasını taşıyan bu ziyaret, gelecek için ‘barış’ umudu va’dediyordu.. 

Ama, Sırbistan C. Başkanı’nın bu hareketi bile, Bosna’nın Sırb Cumhuriyeti denilen- otonom bölgesindeki sırb liderleri tarafından ‘fiilî bir özür dileme’ olarak değerlendirilip oldukça ağır eleştirilere uğradı...

Bu vesileyle belirtmeliyim ki, Tayyîb Erdoğan’ın, Srebrenitza’daki törende yaptığı konuşmada, Bosna’dan ’kardeş’,   Sırbistan ve Hırvatistan’dan ise  ’dost’ diye sözetmesinin, burada bazı duyguları yine de rencide etmiş ettiği anlaşılıyordu..

Ama, ’kardeş’ ile ’dost’ arasındaki ince ve derin fark anlatıldığında ise, dikkatli idrakler bu farkı kavramakta gecikmiyordu..

Elbette konu sadece, üstelik de Birleşmiş Milletler Teşkilatı tarafından ’korumaya alındığı’ açıklanan bir şehirde,  Srebrenitza’da, bir günde, 10 binden fazla müslüman erkeğin, sırf müslüman oldukları için, katledilip toplu mezarlara gömülmesi değildi..

Çünkü, 5 yıla yakın bir süre boyunca, Bosna’da sırf müslüman oldukları için katledilen insanların sayısı 250 bin’e yaklaşıyordu.. Ve bu korkunç barbarlıklar, -sözde- çağdaş Avrupa’nın ortasında cereyan etmesine rağmen bütün dünya bu cinayetlere seyirci kalmıştı.. Ve, o korkunç cinayetlerin en çarpıcı sembolü, Srebrenitza idi..

Srebrenitza’daki anma törenleri, gerçekte, bütün Bosna’nın acılarına ortak olmak ve Yugoslavya’nın dağılması sırasında, haksız ve zorba güçlerin darbesi altında ezilen bütün müslümanların ve mustez’af halkların acılarını yüreklerimizin taa derinliklerinde hissedilmesine vesile olması açısından önemlidir..

Yoksa, yüzbinlerce mazlum insanın katledilmesi ve milyonların acıları unutulup, sadece Srebrenitza’daki 10 bin kadardan ibaret bir cinayet işlenmiş gibi bir anlayışın yerleşmesine hizmet edecekse,  o zaman, bu anma törenleri bir de konuyu çarpıtmaya hizmet eder hale bile getirilebilir..

Ama, yazık ki, şimdiden, Bosna’daki o korkunç cinayetler, üzerinden henüz 15 yıl geçmekteyken bile, neredeyse unutulmuş gibidir ve sadece Srebrenitza’daki  cinayetlerinden ibaret sanılacak gibi bir süreçten geçilmektedir.. 

Umarız ki, bu hataya düşülmez..

(Bu vesileyle şu ismin Srebrenitza mı, Srebrenica şeklinde mi yazılacağı konusuna da değinmek gerekiyor, kısaca.. Srebrenitza yazılışı da,  Srebrenica yazılışı da doğru.. Çünkü, sırbça konuşan halklar genel olarak (c) ile yazıyorlar, ama, bu (c)’yi (tz) şeklinde telaffuz ediyorlar.. Tabelâlarda  Zenica olarak yazılı olan şehri de Zenitsa olarak telaffuz edişlerindeki gibi..)

*15 sene önceki katliâmda katledilen 10 binden fazla müslümandan

kimlikleri DNA testi ile belirlenen 775 müslümanın kemiklerinin konulduğu tâbutlar..

*Yukarda, Sırbistan Cumhurbaşkanı Tadiç’in saygı duruşu; aşağıda, törenlerden bir kesit..

**

 

Bu kısa hatırlamalardan sonra, dönelim yolculuğumuzun hikayesine..

 

Linz...

Çıktığımız yolun Saraybosna/ Sarayevo’ya kadar olan bölümü, yaklaşık 1600-1700 km.lik idi..

Görülmesi gereken yerleri gezerek bir yolculuk yapmayı düşünmüştük.

Üç araba ve 15 kişilik bir grup olarak Almanya’nın orta-batı sınırındaki Köln’den bir akşam üzeri yola çıktığımızda, hedefimizde Avusturya’nın Linz şehri ve sonra Viyana vardı.. Gece yarısı, Almanya-Avusturya sınırındaki bir park yerinde birkaç saat istirahat edildi.. 

15 saat sonra Linz’e vardığımızda sabahın serinliği henüz şehrin üzerindeydi.. Ama, sıcaklığın istisnaî olarak yüksek olduğu günlerden, 30 dereceyi aşacak bir sıcak günün daha bizi beklediği, güneşin yakıcı ışıklarıından hissediliyordu..

Linz, Tuna’nın iki yakasında olan güzel bir şehir..

Yeşillikler içinde..

Adolf Hitler’in doğduğu şehir olmak gibi bir özelliğe de sahib..

Şehre hâkim bir tepe üzerindeki bir kilisenin bulunduğu yere ulaşmak istedik.. Ancak, oraya ulaşan zikzaklı yolun, tâmirat dolayısiyle kapalı olduğu anlaşılınca, zamanı telef etmemek üzere geri döndük ve şehrin dışında, Tuna’nın kıyısında bir çimenlik mekan bulup, orada konakladık.. Hemen, sofra bezleri orada açıldı, kahvaltı hazırlığına geçildi..

*

Biz de,  bu arada çevreyi keşfe çıktık..

Bir tepeye doğru tırmanan daracık bir taşlıyol dikkatimizi çekti..

Yolun sonunda bir manastır vardı ve yeşillikler arasındaki yamaçtan, aşağıdaki Tuna’yı seyrediyordu..

Manastıra ulaşıncaya kadar olan yol boyunca, her 15-20 metrede bir duraklama yerlerinde, Hz. Îsâ’nın hayatını yansıtmak iddiasındaki kabartma tablolarda,  Hz. Îsâ  Rûhullah’ın ilahî vahyi tebliğ çabaları sırasında karşılaştığı ağır baskı ve zulümler ve çarmıha geriliş sahneleri vardı.. 

Ancaak, onu çarmıha gerenler genel olarak, kötü ruhlu insanlar sevimsiz, haşin ve de esmer kimseler olarak resmedilmişti..

Hz. Îsâ ise, beyaz ve sarışına yakın bir tip.. Halbuki, Hz. Îsâ da Nâsırâ (Nazarett)’da dünyaya gelmiş birisi olarak, muhtemelen Ortadoğu’lularla ortak bir tipte idi..

Ama, öyle bir farklılık gösterilmezse, örtülü bir ırkçılık başka nasıl sergilenebilirdi?

Ziyaretçilere verilen zımnî mesaj, ‘esmer veya siyah derili insanlar, kötü ruhlu kimselerdir, ve bedenleri iyi ruhların barınağı olan beyaz insanın daima düşmanıdırlar. O halde, onlara karşı daima teyakkuz halinde bulunulmalı ve tepelenmeli..’ şeklinde oluyordu.. Bu mânayı bir yortu gününde, Kilise’de çocuklara gösterilen bir karton filminde de izlemiştim.. Hz. Îsâ aleyhisselam, sarışın, beyaz tenli gösteriliyordu; O’na o ağır zulümleri yapan, çarmıha gerenler ise, koyu esmer ve kıyafetleri de, çöllerdeki insanların, arab çöllerindeki insanların tarzında idi.. Böylece de, körpe dimağlara dolaylı olarak, bir düşman imajı yerleştiriliyordu..

Özellikle almanlar arasında, (ki, Avusturya halkının da alman kavminden olduğu hatırlanmalı..) sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli, nordik (kuzeyli) almanların diğer kavimlerden daha üstün olduğu saplantısının hele de nasyonal sosyalizmin, nazizmin ünlü führeri / başbuğu Adolf Hitler zamanından beri daha bir güçlü olduğu biliniyor, ama, bu saplantının tarihin derinliklerine kadar da uzadığı, manastırların, kiliselerin rölieflerine, vitraylarına kadar bile yansıtılan tarihî tablolardan da anlaşılabilir..

**

Kahvaltıdan sonra, yolun çok uzun olmasının verdiği ilk yorgunluk işareti olan bir umumî arzu üzerine, Viyana proğramdan çıkarıldı ve Linz’den güneye, Graz’a doğru, Alp dağlarının derin vâdileri arasından yola koyulduk ve Maribor üzerinden Slovenia’ya girdik..

Slovenia’nın, AB’ye alındığı için, verilen kredilerle yollarını büyük çapta modernleştirdiği görülüyordu..

Slovenler katolik mezhebinden ve daha çok Orta Avrupa’lı bir kavim.. Slovenia, I. Dünya Savaşı'na kadar -Hırvatistan gibi ve onunla birlikte- Avusturya/ Macaristan İmparatorluğu'na bağlıydı.. Slovenlerin, imparatorluk bürokrasisinde etkili bir yeri vardı. 19. yüzyılın sonlarına doğru İmparatorluktan ayrılarak bağımsız bir Slav (Sloven-Hırvat-Sırb) Devleti kurulmasını savunan Prepomd [Rönesans] cereyanı ortaya çıkmış olsa da, bu cereyanlar slovenler arasında pek fazla itibar görmemişti..

*

Yugoslovya’nın zuhûru ve batışı..

Sözün burasında, tarihî bilgilerimizi biraz daha derinlemesine hatırlamakta fayda olabilir..

Yugoslavya 1990-91’de parçalanırken, Slovenia bağımsızlığını ilk ilan eden federe cumhuriyetlerden olmuş ve onu doğusundaki Hırvatistan takib edince, ana gövdenin merkezi olan Belgrad’daki merkezî hükûmetle irtibatı, coğrafî olarak da tamamiyle kesilmişti.. Ve sonra,  Bosna-Hersek ve Makedonya’nın bağımsızlık ilanları da gelecekti... 

Belgrad’daki S. Miloşeviç yönetimi, Avusturya, Macaristan, İtalya ve Hırvatistan arasında kalan ve 20-25 km. kadarlık bir sahille Adriyatik Denizi’ne de açılan küçücük Slovenia ülkesini dize getirmek için harekete geçmiş ve ordularını fiilen bağımsızlığını ilan etmiş olan Bosna ve Hırvatistan hava sahasından ve topraklarından geçirerek, Slovenia’yı, yaklaşık iki ay kadar ağır bombardıman ve saldırılarla ilan ettiği bağımsızlıktan caydırmaya çalışmıştı..

Başta başkent ilan edilen Ljubljana olmak üzere, bütün yerleşim birimleri ağır hava bombardımanları altında iki ay kadar direndikten ve binlerce kayıp verdikten sonra, AB’nin baskılarıyla, o saldırılar durdurulmuştu..

İlginç olan şu ki, o zaman, Slovenia bu ağır saldırılara uğrarken,  Yugoslav ordusunun kendi topraklarından geçişine seyirci kalan Hırvatistan, Slovenia’nın işi biter-bitmez, sıranın kendisine geleceğini bile bile, o saldırgan orduyu engelleyici bir  tavır sergileyemiyordu.. Ve Slovenia’yı kaybeden merkezî hükûmet, hemen arkasından da Hırvatistan’a saldırıyordu  ve 6 ay kadar süren ağır saldırılarda, sadece Adriyatik kıyısındaki ünlü tarihî ve turistik şehir olan Dubrovnik’de bile 10 binden fazla insan can ölecek ve bu şehir bir harâbeye döndürülecekti..

Ama, başta Vatikan olmak üzere, AB ülkeleri, sonunda Yugoslav ordusunun Hırvatistan’dan da çekilmesini sağlıyacak ve bunun üzerine Miloşeviç yönetimi, hemen ve vargücüyle Bosna’ya saldıracak ve üç seneden fazla süren korkunç bir katliâm ve hattâ -bir insanlık suçu sayılan- jenosid / soykırım uygulayacaktı..

O çağdaş barbarlıkları yeniden hâfızalarımızda tazeleyip gözlerimizin önünden getirerek ve Balkanlar’ın binlerce yıl boyunca da esasen hep isyanlar, çatışmalar, savaşlar içinde geçtiğini hatırlayarak yol boyunca ilerliyor ve  (Türkiye’nin yaklaşık Trakya bölgesi kadar) küçücük ve iki milyona yakın bir nüfusu olan Slovenia’nın doğu kesiminden 60 km. kadarlık bir otoyolu katettikten sonra Hırvatistan’a giriyorduk..

Ve, Hırvatistan../ Crovatia..

Asırlarca Roma'ya bağlı ve ’Dalmaçya-Hırvatistan-Slovenya Triumvirası/ Üçlüsü’ diye anılan bir krallık olan bu ülke, 1526'da Avusturya İmparatorluğu'nun egemenliği altına girdi. Almanlardan daha çok, macar etkisi altında olan bu Güney Avrupa kavminin ülkesi,  İlliria diye de anılıyordu.. Son yüzyılda, 20 yıl öncelere kadar Yugoslavya diye anılan topraklarda yaşayan Hırvat, Sırb, Karadağlı, Sloven, Arnavut,  Makedon, Macar, Romen, Bulgar,  Çingene ve de (muhtelif kavimlerden oluşan) müslüman halklarının buradaki ortak varlığının geçmişi 500 yıl gerilere kadar gider..

Bu yörelerde, ilk kez, Stephan Duşan 1346'da, kendini, Üsküp'te ’Sırbların, Yunanlıların, Bulgarların ve Arnavutların tek hâkimi’ ilan etmişti.. Duşan'ın hâlâ en büyük tarihî şahsiyetlerden birisi olarak anılması boşuna değildir.. Ama, Duşan'ın ölümünden sonra, Sırbistan Krallığı’nın iktidar kavgalarına sahne oluşu, 1389'da Osmanlı ordularının  Kosova’da kazandıkları büyük zaferle son bulacak, Balkanlar yaklaşık 500 yıl boyunca, geçmişte görmediği derecede nisbeten huzurlu bir dönem geçirecekti..

Üzerinden geçtiğimiz bu toprakların, hemen daima çetin savaşlara, isyanlara ve büyük acılara sahne olan geçmiş tarnihini, şöyle bir kuşbukaşı olsa bile, hatırlamadan geçilmesi, bu geziden beklenen faydayı büyük çapta azaltabilirdi..

Bunun için, geçmiş yüzyıllara bakmakta fayda vardı..

Bu açıdan, bölgenin Osmanlı dönemindeki yüzyılları içinde, ilk kez 1804 yılında karşılaşılan isyan’ları hatırlamak, tarihin o kanlı dehlizine girmek için yol açabiliyordu..

Evet, Osmanlı’ya karşı, bu coğrafyalardaki ilk büyük bağımsızlık isyanı, 1804'teki köylü ayaklanmasıydı. Bu ayaklanmanın lideri; 1768 doğumlu Kara Yorgi idi. Fakir bir ailenin çocuğu olan Kara Yorgi, ticarî teşebbüsleri sâyesinde kısa sürede,  Sırbların en zengin tüccarı haline gelmiş ve Sırbistan 1806'da Kara Yorgi liderliğinde bağımsızlık ilan etmiş, fakat bu bağımsızlık fiiliyata geçirilememiş ve bu isyan, 1813’de Osmanlı güçlerince bastırılmış ve Kara Yorgi, Avusturya'ya sığınmış ve de Sırbistan, 1830'da Osmanlı'ya vergi yükümlülüğü ile bağlı bir Prenslik haline gelmişti.. Ama, bölgedeki taşlar bir kez yerinden esaslı oynamıştı  ve Sırbistan, 1877'de başlayan (ve -Hicrî/ 1293 yılında cereyan ettiği için-, 93 Savaşı olarak bilinen ve Osmanlı’nın korkunç yenilgisiyle noktalanan) Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Berlin Antlaşmasıyla 1878’de bir Krallık haline gelecek ve Milan Obreniç kral olacaktı; Avrupa devletlerinin himaye ve yardımlarıyla.. 

Bu yeni devletin ilk kuruluş yılları nisbeten rahat geçmişken, 1889'da Sırb Kralı Milan Obrenoviç, tahtı 12 yaşındaki oğlu Alexander Obrenoviç'e terkedince..

Alexander'in dönemi karışıklıklar içinde geçti ve nihayet, Ordu, 11 Haziran 1903 gecesi, kralın ve kraliçenin katliyle son bulan kanlı bir darbe ile Obrenoviç sülalesinin hâkimiyetine son verdi ve krallığı Karayorgiyeviç sülalesinden Peter'e devretti. (Karayorgiyeviç Sülalesi Sırbistan tarihinde 1940’lı yıllara, Josip Broz Tito liderliğindeki komünist partizanların sahneye çıkışına kadar hep etkili olacaktır..)

Bu arada, ’Büyük Sırbistan’ ideali de kitleleri coşturuyordu, bütün Slav halklarının kurtuluşundan sözediyor ve Vali Tâhir Paşa’nın sert uygulamalarına tepki olarak 1843 ve 1846’da Bosna müslümanlarının isyanları ve1856 ve 1877’de, Osmanlı’ya karşı iki kez isyan etmiş ve sert askerî müdahalelerle bastırılmaya çalışılmış olan (katolik) Hersek hristiyanlarının isyanlarının ortodoks sırblara da sirayet etmesi bahane edilerek, 1878’de Bosna-Hersek'i fiilen kendi nüfuz bölgesine dahil edip sonra da ilhak etmiş olan Avusturya -Macaristan İmparatorluğu’nun bu bölgeleri kendisine vermesini istiyordu.. Bu cümleden olmak üzere, 1905'de Dalmaçya'da, Avusturya /Habsbourg İmparatorluğu'na karşı bir Hırvat-Sırb İttifakı gerçekleştiriliyordu..

Sırb nasyonalizminin diğer bir amacı da, Karadağ/  Monte Negro ile birleşip denize ulaşabilmekti..

Osmanlı vesayeti altındaki küçük Karadağ ülkesinin Prensi Nikola'nın siyaseti ise, Avusturya-Macaristan, Rusya ve İtalya arasındaki dengeleri gözetiyordu..  

Bu hedef doğrultusunda, üç kızının birini İtalyan, birini Rus prensiyle, birisini de Karayorgiyeviç'le evlendirmişti.

Nikola, 1910'da Osmanlı’dan tamamen kopup, krallığını ilan etti. O dönemde, Karadağ nasyonalist hareketi, Belgrad'la da direkt irtibat halindeydi ve ’Pan-Yugo-Slav’ (Güney Slavları Birliği) programını gerçekleştirmek istiyordu..

’Büyük Sırbistan’ı kurmayı hedef edinen bir çok ihtilalci komitalar ortaya çıkmıştı.

Bu arada 1911-13 arasındaki  Balkan Savaşları’nda, topraklarını iki misline çıkaran Sırbistan, (Avusturya-  Macaristan) Habsbourg İmparatorluğu’nu rahatsız ediyor ve onu frenlemek için tedbirler düşünüyordu.. Sırb nasyonalistleri de kendilerini engellemek isteyen Viyana’daki bu güç merkezine karşı kin besliyorlardı, haliyle.. Ama, ’bağımsızlıkçı tavır’ yine de yaygın değildi.. Çünkü, Hırvat ve Sloven halklarının büyük bir kısmı, Habsburg İmparatorluğu’nun saflarında asker olarak bulunmuşlardı.. Ama, bu durum, fanatik sırb nasyonalistlerini daha da radikal ve terörist eylemlere başvurmak gerektiği kanaatine yöneltiyor ve bu küçük coğrafya, kaldıramıyacağı derecede büyük hadiselerin yangın yeri oluyordu..

Sonunda, I. Dünya Savaşı’nın fitili de, bu bölgeden ateşlenecekti..

Ve nihayet, 1389-Kosova Savaşı’nın 525. yıldönümünde, 28 Haziran 1914 günü, Sarayevo’yu ziyaret etmekte olan Avusturya -Macaristan İmparatorluğu’nun veliahdi Franz Ferdinand ve eşi, Sarayevo’da, halk tarafından bugün de Latinska Cupria olarak anılan yerde, Latin Köprüsü üzerinde,  Gavrilo Princip isimli bir sırb nasyonalisti tarafından öldürülüyor ve bu cinayet, zâten derin buhranlar içinde kıvranmakta olan Avrupa’nın iç dengelerini alt-üst edip, Birinci Dünya Savaşı’na yol açıyordu..

Savaş, Avusturya- Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarının yenilgisiyle ve dağılmasıyla sona ererken, Sırbistan ve Karadağ'ın da yer aldığı İ’tilaf Devletlerinin galibiyetiyle son bulmuş ve Hırvatistan, Slovenya ve Bosna-Hersek'in Sırbistan'la aynı devlet çatısı altında birleşmesi; Batılı devletlere uygun bir çözüm olarak gözükmüştü..

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun parlamentosunda bulunan 73 Güney Slav milletvekili, Ekim 1918'de Zagreb'de bir araya gelerek ’Sloven, Hırvat ve Sırb Nasyonal Komitesi’ni kurdular ve amaçlarının, yalnızca İmparatorluk bünyesindeki Slavları biraraya toplamak olduğunu duyurdular. Ancak Ekim sonunda, yeni bir devlet oluşumu için Sırbistan'la da temasa geçtiler. Ve,  Slovenlerin isteksiz davranmalarına rağmen,  Sırb ve Hırvat ittifakının ağırlığını koymasıyla Aralık-1918 başında ’Sırb, Hırvat ve Sloven Krallığı’ kuruldu ve Karayorgiyeviç Hanedanı Krallığa getirildi. Kral Nikola'yı tasfiye eden Karadağ Parlamentosu da, yeni krallığa katılma karan aldı.. Bu arada, Bosna-Hersek topraklarının tamamı da Hırvatistan içinde kabul edildi..

Yeni devletin demografik-etnik yapısı ilginçti.. Sırplar (%43), Hırvat (%23), Slovenler (%8.5), Boşnak Müslümanlar (%6), Makedonlar (%5), Arnavutlar (%3.6), Almanlar, Macarlar, Ulahlar (Romenler) , Yahudiler, Çingeneler (toplam, %14)..

Böyle bir sosyal yapıda, yeni devletin kadrolarının Sırb egemenliği altına girmesi ve Sırb nasyonalizminin ağır basması tabiî idi.. Nitekim, Hırvat liderlerinden Stepan Radiç, Sırb egemenliğine karşı çıkmaktaydı ki, bir Sırb nasyonalisti tarafından öldürülecekti..

*

Ocak-1929'da Kral Aleksander Karayorgiyeviç, parlamentoyu feshederek ülke yönetime mutlak monarşik bir usulle elkoydu, Krallığın adı ’Yugoslavya Krallığı’na dönüştürüldü.

Karayorgiyeviç, hırvatlardan ve katolik olması hasebiyle, ortodoks hristiyanlara karşı, müslüman halkları kendi yanına çekmek istiyor ve onları hoşnud etmek için, bazı câzib uygulamalara girişiyordu.. Karayorgiyeviç, çocukluğunda müslümanlarlarla bir arada yaşamış ve hattâ bir ara medreselerde bile okumuştu.. O, Bosna müslümanlarını, hırvatların en hası olarak niteliyordu..

Bu arada, Zagreb’in en merkezî yerinde bir cami de tesis etmişti, müslümanlar için..

Ama, Kral Karayorgiyeviç de, 1934'de Fransa'ya yaptığı ziyaret sırasında, Marsilya'da, bir makedon nasyonalisti tarafından öldürülmesi Balkanları bir kez daha karıştıracaktı..

II. Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla birlikte Hitler Almanyası, Mihver Devletleri’nin safına katılması için Yugoslavya'ya büyük baskı uyguladı. Komşuları Macaristan, Romanya ve Slovakya'nın da Almanya safında yer alması sonucunda iyice sıkışan Yugoslav hükümeti, Mart 1941'de Mihver Devletleri’ne katılma andlaşmasını imzaladı. Sırb nasyonalizminin merkezî güçlerinden olan ve Hırvat illerine özerklik tanınmasından da hoşnut olmayan Yugoslav ordusu, "Büyük Sırbistan’ın çıkarlarına aykırı bulduğu bu andlaşmaya tepkisini; andlaşmanın imzalanmasından iki gün sonra 27 Mart 1941'de  darbe yapıp, Kral’ı iktidardan uzaklaştırarak gösterdi..

Bunun üzerine Alman Ordusu 6 Nisan 1941 günü Yugoslavya'ya girdi. Yugoslav ordusu 17 Nisan'da şartsız  teslim oldu. 

*

Alman işgali, karşı direnişi ve Tito’yu ortaya çıkarıyordu..

 Alman işgali karşısında ortaya bir direnişin çıkması da gecikmiyecekti, elbette..

O mücadelenin içinden sivrilen ideolojik güç ise, -hele de, Hitler Almanyası’nın Stalin Sovyetleri’ne saldırmasından sonra, slav halkları arasında kolayca etkinlik sağlayabilen Stalin’in desteğindeki komünistler ve bu cümleden olarak, Yugoslavya’da ise, sonunda, Mareşal Tito olarak ünlenen Josip Broz liderliğindeki komünistler olacaktı..

’TİTO’ örgütünden, Tito kişiliğine varan bir mücadele..

Josip Broz, 1892'de Hırvatistan-Kumrovic'te bir hırvat ailenin çocuğu olarak doğmuştu.. Birinci Dünya Savaşı patlak verince askere gitti. Ancak, savaş karşıtı propaganda yaptığı suçlamasıyla tutuklandı ve bir yıl sonra serbest bırakılarak, yeniden cebheye gönderildi. Savaşta, Sovyet Rusya askerlerine esir düşen Josip Broz, gönderildiği çalışma kamplarında, marksist ideolojiyle tanıştı ve marksist organizasyonlarla bağlantı kurdu. Ekim-1917’de Rusya’da gerçekleşen büyük Bolşevik / Komunist  Devrimi'nde yer aldıktan sonra 1920'de Yugoslavya’ya dönüp komünist faaliyetlere önderlik etti.

Josip Broz’un örgütünün kısa adı, TİTO idi ve bu, ileride onun soyadı olarak anılacaktı..  

1928'de tutuklanan J. Broz, 1934'te hapisten çıktı, Kral Alexsander Karayorgiyeviç'in yönetimine karşı marksist eğilimli çalışmalarını sürdürmeye daha bir hız verdi.. 1940 yılında Yugoslavya Komunist Partisi Genel Sekreterliği’ne getirilen Josip Broz, bir yıl sonra gerçekleşen Nazi işgaline karşı geliştirilen direnişe, TİTO örgütünün lideri önderlik etti.

Artık, Josip Broz, TİTO ile ve TİTO örgütü de Josip Broz’la özdeşleşmişti..

Almanya yenildikten sonra, yeni Yugoslavya’daki en örgütlü güç odağı olarak TİTO,  ülkeyi yönetmeye başladı ve amma, marksist bir dünya görüşüne sahib olmasına rağmen, arkasına, gizlice Amerikan desteğini alarak, daha 1948 yılında Stalin’a kafa tuttu ve böylece ülkesini, savaş sonrasında Doğu Avrupa’da oluşan Sovyet Bloku’na, Doğu Bloku’da girmekten kurtarabildi ve 1955’de, Bandung Konferansı’yla ve üçüncü bir teori ile, Üçüncü Dünya Teorisi ile dünya siyaset sahnesine çıkan Bağlantısızlar Ülkeler Hareketi’nin üç liderinden birisi olarak, Hindistan lideri J. Pandit Nehru ve Mısır lideri Cemal Abdunnâsır ile birlikte, Mareşal Tito da önemli bir dünya lideri olarak sivrildi..

Tito, kendisi bir hırvat olduğu halde, devlet örgütlenmesini Yugoslavya’nın en büyük en büyük etnik grubunu oluşturan Sırbların hâkimiyetine göre kurduğu için, bazı fanatik hırvat nasyonalistlerince bile suçlanmaktaydı..

Ama, onun 1980'de ölümünden 10 yıl sonra yaşanan dağılma ve çözülüş esnasında karşılaşılan korkunç acılar karşısında, hemen bütün eski Yugoslav halkları  -hattâ müslümanlar bile- Tito’nun hâtırasını bugün, saygıyla anmaktalar..

*

Zagreb,  bir camii yutan ve ama, yenisini de yükselten bir şehir..

Biz şimdi işte, tarihî arka-planına kısaca değinmeye çalıştığımız böyle bir coğrafyadaydık ve Zagreb’e doğru ilerliyorduk..

Hırvatistan, büyük ekseriyeti katolik olan ve hemen tamamı ortodoks sırblardan ayrılan ve bu yüzden aralarında yakınlık bulunmayan bir sosyal bünyeye sahib.. Ve gelecek yıl, Avrupa Birliği’ne girmeye hazırlanıyor, harıl harıl..

AB’den alınan kredilerle, otoyol çalışmaları sürüyor..

Yolboyundaki görüntü, orta halli ayakta durmaya çalışan bir ekonomiye sahib olduğunu gösteriyor..

Etrafta irili-ufaklı yerleşim birimleri, ekili- dikili araziler, Alp dağlarının uzantısı olan dağlar-tepeler..

İkindi vaktine doğru Zagreb’e vardık..

Zagreb, sırtını Alp’lerin uzantısı olan sıradağların yamaçlarına sırtını dayamış, yaklaşık 700 bin civarında nüfusu olan bir başkent.. Çok uzaklardan farkedilen kuleleriyle büyük bir katedral ve sonra irili-ufaklı katolik kiliseleri arasında bir gezinti yaptık.. Kendisi de bir hırvat olan Josef Broz Tito (Mareşal Tito/ Marsela Tita) adını taşıyan bir meydandan geçtik..

Burası da, Slovenia gibi, Yugoslavya’nın dağılış günlerindeki savaşlarda uğradığı yıkımların izlerini büyük çapta silmiş..  O iç savaştan geriye fazla bir şey kalmamış gibi..

*

Bu arada, Zagreb’in merkezî kısmında meydanın orta yerinde dairemsi bir bina gördük ve burasının san’at müzesi olduğuna dair bir tabela vardı..

İkindi güneşi artık iyice ufka doğru yaklaştığından, biz bir an önce, Zagreb Camii’ne gitmek düşüncesindeydik..

Ancak, 20 yıl öncelerde ‘Avrupa’nın en büyük camii ibadete açıldı’ diye haberi verilen ünlü Zagreb Camii’nin minaresini bir türlü göremiyorduk...

Şehir merkezinde her kime, hattâ polislere ve postacılara bile, Islamic Centrum veya Moshee gibi isimlerle sorduğumuzda doğru dürüst cevab alamıyorduk..

Sonra anladık ki, hırvatlar da boşnaklar gibi, ‘Câmiya’ diyorlardı..

Bir hotelin resepsiyonundan bize bir Zagreb haritası verildi, bulunduğumuz yer ve de camiin bulunduğu nokta işaretlendi..

İşaretlenen nokta, şehrin çok dışında olmamakla birlikte, merkezden epeyce dışarda idi.. Zagreb Camii’ni bulduğumuzda, karşımızda insanın gönlünü ışıtan, insanın içine ferahlık veren bir manzara ile karşılaştık..

*Zagreb Camii..

*Zagreb Camii ve çevresinin genel görünüşü..

*Zagreb Camii’nden bir diğer görüntü..

 

Zagreb Camii, 20 bin metrekareyi aşan geniş bir yeşil alan ortasında, güzel bir mâbed.. Yapımı 1987’de tamamlanmış.. Uzakdoğu mimarîsinin havasını veriyor..

Oldukça temiz, ferah, aydınlık ve düzenli..

Camiin içi, sâde, temiz.. Mihrabın yukarısında iki tarafında da sadece Allah lafza-i celali yazısı bulunuyor.. Âdet olduğu üzere, Hz. Peygamber (S) ve Khulefâ’y-ı Râşidîyn’in isimlerinin yazılı olduğu levhalar yok.. Mihrabı, ters çevrilmiş bir su bardağı görünümünde çevreleyen kabartma bölümünde beyaz mermere kazınmış âyetler..

Minberde, beyaz hilal ve yıldızlı bir yeşil bayrak bulunuyor..

Camiin halılarının İran İslam Cumhûriyeti tarafından hediye edildiğine yazılar, halıların kenarında hırvatça olarak ve kolayca dikkati çekmiyecek kadar küçük harflerle yazılmış..

Lavabolar çoğu yerde şikayetçi olduğumuz cinsten değil, tertemiz..

Camiin kütübhanesi, konferans salonları ve çocukların okuması için sınıflar.. Kreş..

Küçük bir müze bölümü..

Bir de Bosna’daki konakların misafir odasının bir modeli var.. Yer minderleri, vs..

*

Orada İstanbul’da mimarlık okuyan Hadis adında bir gençle karşılaştık..

Aynı zamanda camide müezzinlik yapıyordu.. Bizi bilgilendirdi..

Akşam namazı öncesiydi.. Kafiledeki hanımlar bir taraftan yine çay demleyip, sarma, poaça vs. gibi hafif yol yiyeceklerinden bir şeyler hazırlamışlardı ki..

Bir genç yanımızdan geçerken, selam verdi, hoşgeldiniz dedi, türkçe olarak.. Selâmlaşmadan sonra..

Biraz sohbet ettik.. Türkçesi iyi..

Adını soruyoruz..  O, Balkan leheçesiyle ‘Mersadı..’ gibi, biraz değişik telaffuz edince anlamakta zorlandık.. Tuzak mânasına geliyor..’ dedi.. ‘Sadece tuzak değil, gözetleme, rasad mânasına da geldiğini’ de ekledi, ‘rasadhane’nin de aynı kökten geldiğini belirterek..

Sonra anlaşıldı ki, Mirsad Hoca, camiin imamı imiş..

Ve akşam namazını kıldırmak için gelmiş..

Kendisine poaça, bören cinsinden birkaç adet verdik..

‘Bunları yemiyeceğim, eve götüreceğim.. Çünkü, bunları burada kimse bu kadar güzel tutturamaz.. Onları çocuklarıma göstereceğim..’ dedi..

Türkçeyi bu kadar güzel nerede öğrendiğini sorunca, durum anlaşıldı..

Samsun’da 19 Mayıs- İlâhiyat’ta okumuş, ‘Yani ben Samsun’luyumdur da..  dedi..

Yani, bir hemşehri de bulmuştuk..

Mirsad Hoca, Zagreb&

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.