1. YAZARLAR

  2. Cihan AKTAŞ

  3. Romana geciken fukaha
Cihan AKTAŞ

Cihan AKTAŞ

Yazarın Tüm Yazıları >

Romana geciken fukaha

A+A-

"Masa üstünde roman/Okurum zaman zaman.” (İhsaniye türküsü)

Önceki hafta sonu Ankara’da, Kurtuba Yayınevi’nde “Roman, fıkıh, futbol ve komplo” başlıklı bir konuşma yaptım. Roman okuma değilse de yazma konusundaki üşengeçliğimizle 50 yıllık planlardan yoksunluğumuz arasında bir bağ yok mudur?

Fethi Naci, “Ne kadar futbolumuz varsa o kadar romanımız var” demişti. Bu tespiti şu şekilde genişletebiliriz gibi geliyor: “Ne kadar komplomuz varsa o kadar da fıkhımız var Komplo teorilerine açıklığımızla roman türüne mesafemiz arasında da bir ilişki yok mu?

Roman büyük, sistemli bir kurgu. Gerçek üzerine fantezi bir dünya kurarak da olsa yeniden ve çeşitli açılardan düşünmeye mecbur ediyor, yazarken ve okurken. Komplo teorileri ise bir yerlerde üretiliyor ve zihnimize işte şu ve şu sebeplerle o engeli aşamayacağımızı veya işte böylesine sebeplerle asla başaramayacağımızı gösteren sebepleri boca ediyor. Bu teorilerin oluşturduğu sistemler tarafından kıstırıldığımız duygusu subliminal mesajların etkisini uyandırıyor üzerimizde: Ne yapsak faydasız, önlem almanın da –hele uzay teknolojileri çağında- bir yararı olmayacak.

Fıkıhla roman, fıkıhla futbol arasında kurduğum bağa döneyim:

Fıkıh da roman da hayatın inceliklerine, ayrıntılarına yöneltir dikkatini. Fıkıh da roman da insanlık halleri karşısında objektif olmak zorundadır. Fıkıh da futbol da hızlı düşünmeye ve çevikliğe zorunlu. Fıkıh, futbol ve roman, ince bağlantıları göz artı etmemekle mükellef. Bir o açıdan bakacaksın bir bu açıdan, hem geriyi hem ileriyi kollayacak ve bir sürü ayrıntıyı hesaba katarken ana hedefi unutmayacaksın. Fıkıh ve futbolda kararı erteleyemezsin, ancak romanda işte o ertelenmemesi gereken karar anına hazırlarsın bilinci.

Bizde roman özellikle dindar cemaat siyasetleri açısından yabancı ve zehirli bir edebiyat türü olarak değerlendiriliyor. Buna karşılık romanın tür olarak gelişmesinde nasıl bir etkisi olduğu kolayca kestirilemeyecek romantik yapıtlar, bazen teşvik ediliyor, hatta el üstünde tutuluyor.

Mütedeyyin kesimler romanı, Batılı bir tür olarak ihtiyatla karşıladı. İslamcı hareketin belirleyici bir söylem üreten ana dalgası roman okurluğunu önemserken, çeşitli cemaatlerin kuşkulu roman türü karşısında romansal yapıtlara karşılık gelen hidayet romanlarını yeğlediği söylenebilir.

İşte böyle düşünürken Rene Girard’ın romantik eserle romansal eser arasında yaptığı –Northrop Frye tarafından aynı şekilde öne sürülen- ayrıma getiriyor bizi endişelerimiz. Bir istek gerçekleştirimi ya da ütopyacı bir fantezi olan romans, gündelik gerçeklik dünyasını başkalaştırmayı amaçlar; ister onu Yeryüzü Cenneti durumuna geri döndürme, ister eski fanilik ve kusurların silindiği yeni ve nihai bir dünyayı başlatma ve müjdeleme çabası içinde olsun. Söz konusu olan dünya ya da hayattan tamamen kurtulma özlemi değil, daha çok libidonun veya arzulayan benliğin, onu gerçeklik endişelerinden kurtaracak, yine de o gerçekliği içerecek bir doyum arayışı. Romansal eser ise böylesine bir yüceltmeyi kurcalar, deşer ve adanışın mekanizmalarını göstererek arzunun dolayımlarında neler olup bittiğini açığa çıkartır. Romansal hakikatin peşinde olduğu şey, değişmesi gereken algı veya bilinmesi gereken olgu adına görme ve göstermeyi zorunlu kılar. Romansal hakikat ile yapılmak istenen, müminin hayata ayna tutması olarak da tarif edilebilir.

Romantik eserin imkânları ve kurduğu mekan ise, hidayet romanlarına karşılık geliyor. Olup biten gerçekte tamamen öyle yaşanmış olabilir mi ve daha sonra ne oldu; işte böyle soruların cevabını merak etmememiz gerekiyor bu romanlarda.

İlk öykü kitabım yayımlandığında, yazıyla iştigal eden mütedeyyin kadın arkadaşlarım evime gelerek metinlerimi sorgulamışlardı. Öykü yazarak iç dünyamı sergilemiş olmuyor muydum? Bu şekilde iç dünya merkezli açma çabası takva ile nasıl örtüşürdü? Bu sorular herhalde Rasim Özdenören’e sorulmazdı. Anlatıcı erkek olduğunda olağan karşılananı kadın yazar kaleme almakta niye sıkıntı çekiyor? Çünkü anlatılanı o kadının iç dünyasının dışavurumu, dolayısıyla mahremiyetin ihlali olarak görme eğilimi çok yaygın. Gelgelelim ham ve estetik değer taşımayan metin albenisine karşılık –kim hangi amaçla yazarsa yazsın- pornografiktir zaten. Bir ayna mahiyetine sahip roman/öykü, estetize edilme sürecinde kat kat işlenirken defalarca kılık değiştirerek bir mahremiyete sahip olur.

Estetize etme süreci aynı zamanda bir yeniden örtme işlemi anlamına geliyor. Öykü veya roman hikayelerinin ille de kilise itirafıyla eşitlenen bir mahiyeti olması gerekmediğini ortaya koyacak ölçüde bir anlatı birikimine de sahibiz aslında.

Fakat hikayelerin anlatılabilir açılarını yakalamak da bir maharet olsa gerek. Anlatılması gerekeni göz ardı etmeye ne ölçüde hakkımız olabilir? Necdet Subaşı, Çorum’da gerçekleşen “Dünyevileşme” Sempozyumu’nda çarpıcı tespitlerde bulunmuştu: “Çocuklarımız bizim hikayelerimizde yaşamak istemiyor, bizim hikayelerimizde boğuluyorlar.” Niye böyle oluyor? Çünkü anlatma konusunda tutuğuz. Çok baskın ve zor tecrübeler bıraktık arkamızda, ancak an geliyor sanat ve edebiyatın görmemesi o tecrübelere atfı silikleştiren, böylelikle bir tarihi bütün tecrübeleriyle koca bir çuvala tıkıştırmaya sevk eden bir etki uyandırıyor. Atıf eksikliğinde ise söylemler cansızlaşıyor. Kurgu, geriye dönük bakışla ileriye sıçramanın düşüncesine işlerlik kazandırıyor aslında. Kurgu ve atıf, komplo teorilerinin ufkumuzdaki biricik gerçeklik halini almasını engelleyen sağlam doku bağları.

Futbol oynamasa bile bu spor/eğlencenin iç yapısı ve etkileri üzerine düşünmemiş, roman okumamış bir fakihin günümüz meselelerine sağlam çözümler sunma yeterliliği üzerine de fikir yürüttük Kurtuba söyleşisinde. Söyleşinin derinleşmesinde, katılımıyla beni onurlandıran kıymetli dostum Necip Tosun’un roman türünün edebi geleneğimize uygun olmadığına dair yargıları kurcalayan tespitlerinin payı büyük.

Kurtuba Kitap&Kafe’nin Ankara atmosferinde beni şaşırtan ortamına da değinmeden geçemeyeceğim. Yazarlar, yazarlık ve kültür üzerine düşünmeye çağıran bir atmosfer sunan kafe, Ankara’nın kültürel ortamlara vefasızlığı konusunda değişmeye mi başladığı sorusunu sorduruyor. Siyaset ve kariyeri öne çıkaran şehir yeni bir aşamayı adımlıyor belki de.

Yakup Kadri “Ankara”yı yazmasaydı, şehrin yeniden kuruluş döneminin umutları kadar hastalıklarını da bir açıdan bile olsa eksik bilmeyecek miydik? Kuşkusuz Yakup Kadri kendi Ankara’sını yazdı. Ancak sen niye kendi Ankara’nın romanını yazmayasın?

Roman türünün geleneğimizde olmadığı tespitini yüceltmek gerekmiyor; Necip Tosun’un vurguladığı gibi. Fotoğraf da geleneğimizde yok, sinema da. Yazar veya okur olarak yol alırken roman türüne ister istemez yakalanıyoruz üstelik. Günay Sürgü’nün Kış Bahçesi romanının kahramanlarından Harun, kırk yaşından sonra roman okumaya başlıyor. Bir zamanlar roman okumaya inanmayan bir tarihçinin, Osmanlı İktisat Tarihi yazarı Mehmet Genç’in roman okurluğu tecrübesi çok çarpıcı. Bilimsel eserlere yönelik ilgisine karşılık roman okumanın gereğine inanmadığını, ancak 1956’da sanatoryuma yattığı dönemde bu kanısının değiştiğini anlatıyordu Derin Tarih’in Ağustos 2013 sayısında. (Onu roman okumaya alıştıran kişi ise Osman Yüksel Serdengeçti’dir.)

Neden roman okumalıyız? Çünkü, “93 Harbinden üç şeyin hududu yoktu” diyor Mithat Cemal Kuntay, “Üç İstanbul”da. “Hastalığın, açlığın ve vatan toprağının.” Bu cümleyi resmi tarihlerde okumazsınız, ama bir roman savaşın resmi kayıtlara yansımamış yüzlerini anlatabilir.

Saygıdeğer bir fakihle uzak bir ülkeye yolculuğum sırasında bu eksiklik üzerine konuşma fırsatı bulmuştum. Roman okumaya gecikmekten ileri gelen bir buruklukla, edebiyatın önemini geç fark ettiğini dile getirmişti. Babası, dini ilimler alanında ilerlemesine engel olur diye futbol oynamasına ve roman okumasına karşı çıkarmış. Aslında İslami ilimler alanında çalışan birçok kişiden benzeri tespitleri duyuyorum. Önceki hafta sohbet ettiğim Hadis ilmi alanında çalışmalar yapan Doç. Dr. Halis Demir, ders anlatırken edebiyat ve sanat göndermelerine verdiği önemi dile getirdi. Bu arada Halis (Demir hakkındaki bir anekdotu da daha sonra liseden öğrencisi Suat Köçer’den dinledim: Demir, 1998’de Erzurum Mecidiye İmam Hatip Lisesi’nde çalışırken derste öğrencilere İsmet Özel’in bir yazısını okuttuğu için birkaç öğrenci okul idaresine şikayette bulunmuş).

Romantik İslamcı bir duyarlık, müminin mümine ayna olmasının sahici anlamını konuşmayı mutlu sonlarda donakalmış hikayeler hesabına geciktirmekten yana olmuştur hep. Böyle bir eğilimi besleyen sebeplerimiz eksik değil, çünkü “harf darbesi” yemiş bir toplumuz. On yılda bir tekrarlanmaya teşne askeri darbeler, kısıtlanmış dil, kuşkuyla bakılan edebiyat ortamı hayatı komplo teorileri (veya peri masalları) perspektifinden görmeye zorluyor. Siyonistler, uzaylılar, telekinezi… Kuşkusuz geniş roman tezgâhının sağladığı toplumsal hareketlilik, ezbere dolaşımda tutulan komplo teorilerine karşı aşılı kılabilir toplumu. Bahtin’in roman tanımını hatırlayalım: Roman diyalektik/diyolojik eleştirel perspektifin çoğulluğuna dayanan, toplumun içerisinde olmayı ciddiye almayı gerektiren bir edebi tür.

Roman, zindanı bir bahçeye çeviren bir uzun dua, bir tefekkür sebebi olabilir. İslami Hareket Davası sebebiyle 21 yıldır hapiste yatan Abdülselam Durmaz’ın hikayesi çok çarpıcı: Daha önce edebi metinler kaleme aldığına dair bir bilgi bulunmayan Durmaz, hapiste bulunduğu yıllar boyunca roman okuyor ve yazıyor. “Evrenin Kitabı İlma: Son Nişanlı-Yol İşaretleri” başlığını taşıyan fantastik kurgunun ilk cildi, büyük bir emeğin ürünü ve ustalıklı bir dille kaleme alınmış.

Ümit Karan, “Roman okumam gerekmez, ben roman gibi adamım” demişti bir söyleşisinde. Hepimizin hayatı roman, buna karşılık maç seyrederek anlatılmayı bekliyoruz.


 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.