1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. PROF. DR. MEHMET GÖRMEZ: "İhtilaf, ahlaka riayet edilerek yapılırsa rahmettir."
PROF. DR. MEHMET GÖRMEZ: "İhtilaf, ahlaka riayet edilerek yapılırsa rahmettir."

PROF. DR. MEHMET GÖRMEZ: "İhtilaf, ahlaka riayet edilerek yapılırsa rahmettir."

Diyanet İşleri Başkanı PROF. DR. MEHMET GÖRMEZ Diyanet dergisinde yayınlanan röportajı

A+A-

Muhterem Hocam, öncelikle, günümüzde din en çok tartıştığımız konuların başında gelmektedir. Ülkemizde, coğrafyamızda ve küresel ölçekte sü- rekli dinî tartışmalara şahit oluyoruz. Bilhassa sosyal ve görsel medya ortamlarında hocalarımız arasında ciddi tartışmalar yaşanıyor. Bu tabii bir durum mudur? Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Bildiğiniz gibi İslam’da asıl olan vahdettir. Vahdet bü- tün Müslümanların aynı kalıptan çıkmış gibi tek bir düşünceye sahip olması değildir. Farklı düşünceler, farklı yorumlar, farklı anlayışlar olabilir. Mühim olan bu ihtilafın bir çekişmeye, didişmeye veya nizaa dö- nüşmemesidir. Hem insanın tabiatı, hem dinin tabiatı, hem dilin tabiatı hem de hayatın tabiatı ihtilafı yani farklı dü- şüncelerin ortaya çıkışı- nı zorunlu kılmaktadır. İnsanın tabiatı farklıdır. Rabbimiz her birimize farklı bir idrak vermiştir. Sahip olduğumuz bilgi ve müktesebat farklı olabilir. Dinin metinleri dil ile nazil olduğu için farklı anlamlar elbette olacaktır. Mecaz, hakikat, âm, has, müşterek, istiare, muhkem, müteşabih, zahir, nas gibi pek çok delalet çeşitleri dahi metinleri farklı anlamamızı beraberinde getirmiştir. Hayatın tabiatı gereği farklı içtihatlar da tabiidir. Kı- yas, istihsan, maslahat gibi pek çok ilkeyi buna göre farklı anlayabiliriz. Bu çerçeve içerisinde yapılacak ihtilaf sahabeden itibaren var ola gelmiştir ve tabiidir. Ancak sizin sorunuzda ifade ettiğiniz gibi tartışmaların büyük bir kısmı İslam’ın belirlediği bu çerçeve içinde cereyan etmemektedir. Başka bir çerçevede gerçekleşmektedir. Sanki din, kaos üreten bir alan olarak takdim edilmekte, polemik ve kişisel propagandaların malzemesi hâline getirilmektedir. Bu doğru değildir. Küresel ölçekte İslam’ın şiddet üreten bir din olarak algılanmasına nasıl yol açılıyorsa dahilde de pek çok dini tartışma, dinin hiçbir konusunda ilkesi olmayan, her konuda kaos ve kargaşa üreten bir hakikatmiş gibi algı oluşturulmaktadır. Dini anlatımın çerçevesini çizen üç kavram vardır: Tebliğ, irşat ve davet. Tebliğ, ancak risalet misyonu ile gerçekleştirilebilir. İrşat, ancak ilim ve marifetle tahakkuk eder. Davet ise, ancak hikmetle yapılabilir. Nitekim ayet-i kerimede (Rasulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!...” buyrulmaktadır. (Nahl, 16/125.) Kısaca bugün medyatik ortamlarda şahit oldu- ğumuz dinî tartışmaların büyük bir kısmı ihtilaf değil hilaftır. İhtilaflı konularda ise ihtilafın ahlakına riayet edilmemektedir. Sayın Başkanım, biraz konuyu açar mısınız? Hilaf nedir? İhtilaf nedir? Bunlar birbirinden çok farklı mıdır? İhtilaf fikirler arasında olur. Hilaf ise şahıslar arasında olur. Müsademe-i efârdan barika-i hakikat doğar. Müsademe-i eşhastan kin, öfe, adavet ve fitne doğar. İhtilaf delile ve beyyineye dayanarak yapılır. Hilaf, delilsiz kuru iddialara dayanır. İhtilaf, ahlaka riayet edilerek yapılırsa rahmettir. Hilaf ise tefrika ve zahmettir. İhtilafı rahmet kılan, her şeyden önce farklı düşüncelerin ortaya çıkaracağı yeni hakikatlerdir. İstişarenin emredilmiş olması da ihtilafın nimetinden istifade etmek içindir. İhtilaf bizi isabetli görüşe hakka ve hakikate götürür. Hilaf ise bizi cidale, nizaa ve şikaka götürür. Cidal zemmedilmiştir. Nizaa ise haramdır. "Birbirinize düşmeyin, sonra zayıflarsınız ve zaferi elden kaçırırsınız..." (Enfal, 8/46.) ayeti bize bunu apaçık bir şekilde göstermektedir. Şikak ise Müslümanları iki şakka, iki parçaya ayırıp bir tarafında durup diğer tarafa düşmanlık yapmaktır. Hizipçilik ve tefrikacı- lıktır. Şikak, sonunda bizleri kıtale götürür. Nitekim şimdi coğrafyamızda en meşum kıtalleri, ahlak ve hukuk tanımayan savaşları yaşıyoruz. Aslında kıtal zamanlarında meşru ihtilafı bile terk etmek lazımdır. Ancak biz onu da yaşıyoruz. Hem de ihtilaf ahlakına hiç riayet etmeden yapıyoruz. Ümmetin ocaklarına ateşler düştüğü bir zamanda basit meseleler üzerine tartışarak dinin kaos üreten bir olgu olduğuna dair algı oluşturmak yangına körükle gitmek gibidir. "Dinlerini bölüp gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir alakan yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir." (En'am, 6/159.) ve hepimiz bilerek veya bilmeyerek bu ayetin muhtevasına dâhil oluyoruz. Kısaca hilaf şerdir, ihtilaf rahmettir. Abdullah b. Mesut, Hz Osman ile bir hac döneminde namazın kasr edilip edilmeyeceği ile ilgili tartışır. Sonunda Hz. Osman’ın görüşüne uyarak namazı kısaltmadan tam olarak kılar. Ve der ki, “ihtilaf hayırdır, hilaf şerdir.” Bugün bizim yaptı- ğımızın çoğu hilaftır, ihtilaf değildir. Kaldı ki ihtilafı da ihtilaf ahlakına riayet etmeden çokça yapıyoruz. Muhterem Hocam, ihtilaf ahlakı nedir? İslam geleneğinde ihtilaf ahlakı nasıl gelişmiştir? İhtilaf ahlakı sahabeden itibaren İslam medeniyetinin insanlığa armağan ettiği büyük bir mirastır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ashabı ihtilaf ettiler. Ömer b. Abdülaziz, “Beni en çok sevindiren şey ashabın ihtilafıdır. Eğer ihtilaf etmeseydiler din zorlaşırdı.” der. Mezhep imamları arasındaki ihtilaf aynı zamanda ihtilaf ahlakının eşsiz örnekleriyle doludur. İmam Şafii talebelerinden Yunus b. Abdil Âla ile bir meselede tartışır. Yunus, öfelenip evine gider. İmam Şafii hemen arkasından gidip kapısını çalar ve şöyle der; Yani, “Bir meselede ittifak etmesek de kardeş olmaya devam etmemiz daha doğru değil mi?” yüzlerce meselede Ebu Hanife ile farklı düşündüğü hâlde “Fıkıhta bütün insanlar Ebu Hanife’ye muhtaçtır.” sözü ona aittir. Yine İmam Şafii der ki; kiminle tartışsam ona şöyle dua ederdim. “Allah’ım eğer ben haklı isem bu hakkı kardeşimin de kalbine ilka et. O haklı ise beni haklı olana tabi eyle.” Bildiğiniz gibi İmam Malik, Medine fıkhını Muvatta adlı kitap ile tedvin etmiştir. Kırk yıl emek vermiştir. Yetmiş Medineli âlim ile üzerinde tek tek çalışmıştır. Halife Mansur bu kitabın nüshalarını çoğaltarak her İslam beldesine bir kanun ve uygulama kitabı olarak göndermek istediğinde ona itiraz eder ve şöyle der; “Ya emire’l-müminin her şehrin kendi âlimleri ve fakihleri vardır. Onların da Peygamberimizden ulaşan sahih ve sadık haberleri vardır. Onların da kendilerine göre içtihatları vardır. Bu genişlikten ve ferahlıktan ümmeti mahrum etmeyelim.” der. Bu “içtihat içtihadı nakzetmez” prensibinin ne kadar önemli bir fıkhi ilke olarak medeniyetimize kaydedildi- ğini bize göstermektedir. “Müçtehit hata ederse bir sevap, isabet ederse iki sevap alır.” kaidesi de bize ihtilaf ahlakını öğreten bir ilkedir. Fıkıh’ta “ihtilaf ahlakı”, Kelam’da “ilm-i cedel”, Mantık’ta “ilm-i münazara” İslam’ın kadim medreselerinde vazgeçilmez derslerden olmuştur. Bütün bu manzarayı gözden ge- çirdiğimizde kısaca ihtilaf ahlakının prensiplerine değinebilir misiniz? Her şeyden önce dinî meselelerde ihtilafın tabii olduğu bilinmelidir. Az önce de ifade ettiğim gibi dinin tabiatı, dilin tabiatı, insanın tabiatı ve hayatın tabiatı ihtilafı zorunlu kıldığı unutulmamalıdır. İslam medeniyeti ve toplumlarında değişik ekol, mezhep ve meşreplerin var olduğu bilinen tarihsel bir gerçek olduğu unutulmadan genel ve orta yolun her zaman esas alınmasıdır. İhtilaf ahlakının en önemli kaidelerinden bir diğeri ihtilaf ettiğimiz kardeşlerimizin niyetini sorgulamamaktır. Taraflardan birinin kendini -hâşâ- dinin sahibi ve ehlisünnetin hamisi gibi görmesi ihtilaf ahlakı- na uygun değildir. Eski âlimlerimiz bir konuyu enine boyuna tartıştıktan, bütün delillerini serd ettikten sonra “Allahü a’lemü bimuradihi” derlerdi: Asıl maksadını en iyi bilen Allah’tır! Şimdikiler ise kıt ve zayıf bilgilerle düşüncelerini ifade ettikten sonra “bunu ben demiyorum Allah diyor. Bunu ben demiyorum Peygamber (s.a.s.) diyor.” diye kesin konuşabiliyorlar. Bu ihtilaf ahlakı değildir. Hâlbuki Kadı İbn Tayyib der ki; ilim üç karıştır. Birinci karışını öğrenenler kibirli olurlar. İkinci karışını öğrenenler mütevazı olurlar. Üçüncü karışını öğrenenler ise aslında bir şey bilmediklerini öğrenmiş olurlar. İhtilaf ahlakını ortadan kaldıran en kötü hareket kar- şısındakini bidatle, dalaletle suçlamak ve tekfir etmeye kalkışmaktır. “Ehlikıble tekfir edilemez.” prensibini, ilkesini unutmaktır. Ebu Hanife der ki; “Her kim Allah’tan inen kitaba iman ederse tevilinden dolayı tekfir edilemez.” İhtilaf ahlakının önemli diğer bir ilkesi doğru bilgiye dayanmaktır. Delil ve beyyinelerle konuşmaktır. Kıt ve eksik bilgilerle hareket etmemektir. "Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra, 17/36.) ayeti bizi bu konuda ikaz etmektedir. İhtilaf ahlakının önemli prensiplerinden bir diğeri de İslam’ın büyük asıllarını, esaslarını tartışmalı feri meselelere feda etmemektir. Feri bir meselede haklı çıkabilmek için dinin asıllarını çiğnememektir. Nassın sadece zahirine yapışmadan, yüzeysel anlamadan ruhunu idrak ederek ve sünnetin sadece şekline tabi olmadan ruhunu ve anlamını kavrayarak dini anlamak ve anlamlandırmak da ihtilaf ahlakının ilkelerindendir. İbaha alanını, Allah’ın belirlediği sınırları daraltarak kendi indi düşüncelerimiz veya evhamlarımıza göre harama dönüştürmemektir. Bu haramdır, şu mekruhtur veya Allah’ın yasakladığı hususları da kıt bilgimiz, indi fetvalarımız ile ibahaya çevirmemekte ihtilaf ahlakının önemli ilkeleri arasındadır. "Ağzını- za geldiği gibi yalan yanlış konuşarak, ‘Bu helaldir, bu haramdır.’ demeyin; çünkü Allah hakkında asılsız şey söylemiş olursunuz; Allah hakkında asılsız şey söyleyenler de kesinlikle iflah olmazlar." (Nahl, 16/116.) Yoksa bu ayetin kapsamına girebiliriz. Şahsi tartışmalarımızı ilmî tartışmalar gibi göstermeye kalkışmamak da ihtilaf ahlakının prensiplerindendir. İlk defa ben buldum hevesine kapılmadan, kelamın şehveti ile dini ifsat etmeden, usuli’d-din ve usulu’l-fıkhın kavramlarını yok saymadan, akıl nakil ilişkisindeki metodolojiyi kaybetmeden konuşmak da ihtilaf ahlakının ilkelerindendir. İslam’ı 14 asırlık yaşanmış bir tecrübe olarak görmeden hareket etmek de ihtilaf ahlakına muhalif olan bir durumdur. Tarih boyunca yüz milyonlarca insanın en mukaddes değerlerini oluşturan din hakkında konuşurken, tartışırken, yargıda bulunurken çok dikkatli olmak gerekir. Din hakkında herkes konuş- tuğunda, bizi birleştirmek için gelen dinin, bizi ayrış- tıran bir unsur olarak kullanılmaya başlanması ve din üzerinden toplumsal gerginlik meydana getirmesi tabiidir ve kaçınılmazdır. İhtilafı, hilafa ve nizaa dönüştürmemek, öteki fikre ve düşünceye veya tevile saygı göstermekte ihtilaf ahlakının temel prensiplerindendir. İhtilafta en ağır husus kendi fikrini, kendi düşüncesini “indirilmiş din” karşısındakinin fikrini, yorumunu, uygulamasını da “uydurulmuş din” ilan etmeye kalkışmaktır. Hocam, bunu biraz açar mısınız? Bu dinî tartışmalarda sık sık gündeme gelen bir tasniftir: İndirilmiş din, uydurulmuş din. Bundan ne kastediliyor. Siz bu tasnife katılıyor musunuz? Asla. Buna hem ilmen hem de ahlaken katılmak mümkün değildir. Arap âleminde de bu tasnifi “din-i münezzel” ve “din-i mübeddel” şeklinde dile getirener oldu. Türkiye’de de medya önünde yapılan pek çok tartışmada da bu tasnifi duymaya başladık. Bu doğru değildir. Üç ihtimal söz konusu olabilir. Eğer biri böyle bir tasnif ile “indirilmiş din” benim inandığım dindir. Benim size anlattığım dindir. Baş- kalarının anlattığı ve yaşadığı din ise uydurulmuş dindir, demek istiyorsa –ki ben herhangi bir Müslü- manın bunu kastedebileceğine ihtimal vermiyorumbu tasnif ideolojik tekfirciliğin en aşırı ve en kötü ifadesi olur. Böyle bir şey elbette kabul edilemez. Eğer bu tasnifte kastedilen; “indirilmiş din” Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelen, onun ve ashabının uyguladığı dindir. Ondan sonra gelen Müslü- manlar bu dini topyekûn değiştirdiler ve “uydurulmuş din” ortaya çıktı, denmek isteniyorsa bu da hiç şüphesiz İslam’ın tarihine atılmış en büyük iftira olur. İslam’ın topyekûn tahrif ve tebdil edildiğini iddia etmek Allah’ın kitabına ve o kitaptaki bütün vaatlerine de aykırıdır. Bu İslam’ın tarihini tekfir etmek manası- na gelir. Üçüncü ihtimal eğer bu tasniften maksat dinin sadece Cebrail vasıtası ile inen vahiyden ibaret olduğunu, vahyin de sadece Kur’an’dan ibaret olduğunu iddia etmek ise yani Hz. Peygamber’i (s.a.s.) onun sünnet-i seniyyesini, sahih hadis ve sadık haber mirasını “uydurulmuş din” kategorisine katmak için ifade ediliyorsa bu din İslam olmaz. Zira İslam bir bütün olarak Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelen vahiyden onun beyan edip yaşayarak bize tebliğ ettiği hakikatler bütünüdür. Ümmetin icmaı, rey ve kıyasa dayanan fıkıh mirası aklı- selimin içtihadı, istihsanı, maslahatı ve bütün bunları da “uydurulmuş din” kabul etmek hem ilme hem akla ziyandır. Bütün hüsnüzannımızı kuşanarak değerlendirelim ve diyelim ki; bu tasnifi yapanlar tarih içinde dine karışan yanlış düşünceleri, gelenekleri, israiliyatı, mesihiyatı, bidat ve hurafeleri kast ediyorlar varsayalım, bu da doğru değildir. Zira dinde mübalağa sanat değil yalandır. Üç beş uydurma haber üzerinden topyekûn Rasul-i Ekrem’in (s.a.s.) sünnetini ve hadis mirasını reddetmek indirilmiş dedikleri dinin de her ayetine aykırıdır. Muhterem Hocam, son olarak medyada yaşanan tartışmalara karşı halkımıza neler tavsiye edersiniz? Her söz bir emanettir, bir konuda konuşmak için hem doğru bilgi sahibi olmak hem uygun bir dil ve üslup kullanmak bir zorunluluktur. Din hakkında her kafadan bir ses çıktığında, bizi birleştirmek için gelen dinin, bizi ayrıştıran bir unsur olarak kullanılmaya başlanması ve din üzerinden toplumsal gerginlik meydana gelmesi kaçınılmazdır. Din konusunda her türlü bilgiye sahip olan kimsenin dahi, hem bu bilgiyi elde ederken, hem bu bilgiyi başkasına naklederken takınması gereken bir edep, hem de kullanması gereken nezih bir dil ve üslup vardır. Diğer taraftan insani yeterlilikler, fıtratımız, beslenme kaynaklarımız, kültürel farklılıklar ve hiç kuşkusuz akletme biçimlerimiz, bizim pek çok konudaki düşünce ve kanaatlerimizi farklı bir şekilde ifade etmemizin başlıca nedenleridir. Nitekim toplumun hemen her bir üyesini aynı minvalde düşünmek, aynı karakter ya da düşünce yapısı içinde tasarlamak, her şeyden önce tek tek her birimizin irade hürriyetine yönelik bir baskı kurmakla eşdeğerdedir. "Rabbin dileseydi insanları elbette tek bir ümmet yapardı…” (Hud, 11/118.) İslam’da sabiteler vardır, değişmezler, Allah’ın varlığı, birliği ve inanç esasları gibi hususlarda ihtilaf asla olamaz. Ancak sabitelerin dışında kalan hususlar var ki, bunlarla ilgili olarak Müslümanlar arasında görüş ayrılığının olması çok tabiidir, do- ğaldır. Dinî yaklaşımlar, köklü geleneğimizden ve medeniyetimizden aldığımız güçle geleceğe güvenle bakmamızın önündeki engeller olmamalıdır. Bizim dikkat etmemiz gereken en önemli hususlar; vesilelerle gayeleri karıştırmadan, en feri meseleleri asılların yerine ikame etmeden, İslam’ın meşru kabul etmediği bilgi kaynaklarına itibar etmeden, kıt bilgimiz ile âlim kesilmeden ve 14 asırlık tecrübeyi görmezden gelmeden dini anlamamız ve yaşamamızdır. Vahdeti sağlama adına Müslümanları bir kalıba dâhil etmek, her konuda tek tipleştirmek rahmet getirmez. Müslümanları sabitesiz bırakmak da hayır getirmez.

Diyanet dergisi Şubat 2017

Bu röportajda yer alan görüşler yazarlara aittir ve www.ufkumuz.com’un editöryel politikasını yansıtmayabilir.

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.