1. YAZARLAR

  2. Cihan AKTAŞ

  3. Ortadoğu’yu yazma cesareti...
Cihan AKTAŞ

Cihan AKTAŞ

Yazarın Tüm Yazıları >

Ortadoğu’yu yazma cesareti...

A+A-

İnsan içine gömüldüğü çalışma alanını en sade cümleyle nasıl anlatabilir? Edebiyat hayattır, diyorum önce, sonra edebiyatla ölüm arasındaki zorlu ilişkiyi hatırlıyorum. Edebiyat sizi yakalayan ses ve halleri layıkıyla didiklemektir aslında, öyleyse layıkıyla görme çabası olduğu da söylenebilir.“Bırak edebiyatı” deyip de hakikati medya manşetlerinde aramaya çağıran ses, daha duyulur duyulmaz sönükleşmeye başlıyor; insan günübirlik olan üzerine bile derinden düşünmek ve onu en sahici ve etkileyici bir kelamla yeniden tarif etmek istiyor çünkü. Bir taraftan cılızlaşır gibi oluyor sesi edebiyatın hayat akıp giderken, ama başka bir yerden yeni bir sebeple yükseliyor ifadeleri. Deleuze daha 1980’lerde medyanın edebiyata özgü işlevleri temellük etmeye başladığını söylemişti. Ancak aynı yıllarda Türkiye’de edebiyat bir hayat tarzının, dünya görüşünün değerlerini canlı tutmanın en etkili alanı olarak gelişmeye devam ediyordu.

“İçedönüklüğün ayaklar altına alındığı bir çağda edebiyat özgürlüğün ta kendisidir" diyor Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak'ta. Edebiyat şimdinin katmanlarında "başka türlü"yü görüp göstermekle mükellef olduğu için ancak uyum gözetme gereğinin uzağında kendini var edebilir. Edebi eserler bize küçük görülendeki yüceliği, yüce sayılandaki bayağılığı fark etmeyi öğretir. Edebiyatokuru kolay aldanmaz. Belki bu yüzden de vaatler ve gerilim üzerinden varlık arayan güncel siyaset edebiyatı sevmez.

Umutlu olmaya çalışıyorum, ancak her şeyin yolunda gittiği söylenemez. Edebiyatçılar danışman olmadılarsa aptal ya da yeteneksiz sayılıyorlar bulunduğumuz dönemde. Bir geçiş dönemi belki bu. Sayfalarca okuma ve yazmanın sebepleri üzerine yeniden düşüneceğiz. Geçtiğimiz Perşembe günü Bursa’da katıldığım 15. Edebiyat Günleri, edebiyat üzerine yeniden düşünme faaliyeti olarak bir hayli önemli.

Yorum ve eleştirilerimizi, beğeni ve kuşkularımızı kompartımanlara ayırmak istiyorlar. İşte şurada siyaset, şurada da edebiyat konuşulabilir sanki… Edebiyatsız bir siyasetin mümkün olduğuna, edebiyat adamlarının güncel siyasetin danışılanları olmasıyla da teselli bulabileceğimize inanmamız bekleniyor. Oysa buna izin vermeyen öncelikle, yine edebiyat. Edebiyat Günleri programını düzenleme kurulu adına konuşma yapan Metin Önal Mengüşoğlu bu nedenle, edebiyatın siyasetle ilişkisi üzerinde durdu. Edebiyatı hafife alan bir siyaset kadar, siyaseti görmeden kelimelerin ve anlamların hakkını vereceğini sanan bir edebiyat da yanılgı içinde. Kuşkusuz bu düşünce edebiyatçıların siyaset manifestoları yazması gerektiği anlamına gelmiyor. Hanzala’nın bize göstermediği yüzü veya Kabbani’ye “Kırmızı… Kırmızı… Kırmızı…”yı yazdıran sebepler siyasi bir bilinç, bir kaygı olmaksızın bize kendilerini açmayacaklardır.

***

Hayat işte böyle üzerimize gelirken, kitlesel ölümler bölgemizin kalıcı bir felaketine dönüşmüşken “edebiyata hakkımız olmadığı” şeklinde bir iddia da var ki hiç yeni değil. Bu sözün Akif’in “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek…” şeklindeki mısraının meramını kavradığı da söylenemez. Hak edilmediği söylenen, uğruna gösterilecek özverinin göze alınmadığı derin bir okuma biçimi, bir büyük çalışıp didinme faaliyeti. Mengüşoğlu, Hanzala’nın bize görünmeyen yüzü ile Sisifos Efsanesi arasında bir bağ kurdu. Yunan mitolojisi evreninin “tanrıları” bu nihayetsiz tırmanmaya mahkum etmişlerdir Sisifos’u, ancak Hanzala’nın bize sırtını dönmesinin sebebi, aralarında kendimizi de aramamız gereken insanlar. Sebebi ne olursa olsun Ortadoğu denilen coğrafyanın kan lekesi halinde görünmesinin açıklamaları konusunda elimizden geleni yaptığımız söylenebilir mi? “Hasan Aycın bir gün Hanzala’yı yüzü bize dönük olarak çizecek, o güne inanıyorum” dedi Mengüşoğlu.

Geçtiğimiz yıl yaşanan Gazze saldırısının adil müşahiti Norman Finkelstein’ın onur konuğu olmasının da anlamı bu: Sorumlu edebiyat siyaseti görmeme lüksüne sahip olamaz. “Soykırım Endüstrisi” kitabının yazarı, Batı medyasındaki Gazze körlüğünü anlattı. Deleuze’un altını çizdiği entelektüelleri ve sanatçıları gazete sınırlarına çekmeye çalışan “terbiye gösterisi” uyarısını hatırlamamak imkânsız. Medyanın göstermek istemediğini edebiyatçıların görmeme lüksü olabilir mi? Finkelstein, Gazze’de yüzlerce çocuğun ölmesini değil de geride kalan sahipsiz evcil hayvanları dert edinen İsrailli bir askerden söz etti. İsrail işgallerini Moğol işgalleriyle kıyasladı. ABD desteği olmasaydı İsrail bu suçları işleyemezdi, dedi.

Sonra bizim oturumumuz başladı: “Mehmet Akif Ersoy Saygı Oturumu”. Grip halsizliği yüzünden programdan erken ayrılma mecburiyetim nedeniyle ilk konuşmacı olmam uygun bulunmuştu kurul tarafından, eksik olmasınlar. Konuşmam “Füruğ’un Ağır Kamerası” başlığını taşıyordu. Kısaca şöyle özetleyebilirim konuşmamın temasını: Füruğ, şair bir kadının kamera arkasına geçerek ortaya koyduğu başarıyla İslam toplumlarında neredeyse bir ilktir ve çalışma azmiyle, üslubuyla sayısız şair ve sinemacıyı etkilemiştir. –“Neredeyse”, diyorum, çünkü araştırdıkça karşımıza 1922’de sinema faaliyetlerine başlamış Hint yönetmen Fatma Begüm gibi isimler de çıkıyor. Ancak, Füruğ’un sinema faaliyeti kapsamı ve geniş etkileme alanı açısından sembolik bir anlama sahip olmuştur.- Bugün Hollywood’daki kadın sanatçıların da yakındığı bir konu olan kadının kamera önündeki istismarına karşı, kamerayı kadın gözüyle yeniden tarif etme açısından yüreklendirmiştir sinemacıları Füruğ. Etkisinin sadece kadın sinemacılarla sınırlı olmadığını belirtmek gerekir: Yeni İran sinemasının akışında üslubuyla belirleyici olan Kiyarüstemi, Füruğ’dan etkilenmiş bir yönetmen.

Füruğ’un kişisel hikayesi, üslubunun okuyucu ve izleyicilerde bulduğu karşılık bağlamında elbet önemli bir role sahip. Kendi sesini bulmak için geçinemediği kocasından ayrılmasının bedeli, oğlu Kamyar’ı bir ömür boyu görmeme cezasıydı. O, pek çok kadının tersine tahakkümle uzlaşmayarak kendi sesini bulma yolunu seçti. Söz konusu olan bir seçim değil, mecburiyet de olabilir gerçi. Her şekilde attığı zorlu adımın bedellerini ödedi. Hikayesinin önümüze koyduğu soru ise şöyle: Niye kadınlar kamera önüne mahkum edilen varlıklarını bu esaretten kurtarmayı denemek için işte böyle ağır bir bedel ödemek zorunda olsunlar… Peki, komünist olarak tanınması ve sıra dışı yaşantısına karşılık Füruğ’un şiiri ve sanatıyla toplumunun yüreğinde bulduğu karşılığı nasıl değerlendirmek gerekir? Toplumun benimsediği dini değerlere karşı düşmanca ve kör bir dil kullanmaması bir açıklama olabilir. Bunda elbette bir dil/alfabe kesintisi yaşamamasının da etkisi var. Halk diliyle, deyişleriyle yazmış, kişisel hikayesinin hüznünü yedirdiği mısralarıyla da samimiyetine inandırmıştır. “Bir oğul verip şiirini kurmak” başlığıyla anlatmıştım bir yazımda.

Kuşkusuz Füruğ’un kısa ömrü etrafında daha anlatacak çok şey vardı, bazılarına değinme fırsatı buldum; yer darlığı nedeniyle yazıma birkaç temayı almakla yetiniyorum. Başyapıtı “Ev Siyahtır” (1963), adeta ateist bir irfanın arayışını yansıtır. Cüzzam, umutsuzluk sebebi olmamalı. Şifa, aramayı gerektirir. Cüzzam Füruğ’da yazgının bir oyunu değil, “Allah’ın sınavı” da değil, insanın insan karşısındaki sınavının metaforu. Şöyle anlatıyor: “Bu dünyada çirkinlik kıtlığı yok, eğer insanlar ona gözlerini kapatırlarsa daha da çoğalır çirkinlik.”

***

“Ortadoğu yazılır mı, ah, nasıl yazılır ölüm?” Ne çok şey var söylenecek! Acının tarifi için riyakar olmaya zorlayan bütün perdeleri yıkıp zihin ve ifade konforunu sağlayan dekorları altüst etmek lazım. Füruğ’un yaptığı buna benzeyen adeta zorunlu bir hamleydi. Elbet Mehmet Akif Ersoy’a Saygı oturumunda konuşulmalıydı Füruğ. “Sözün odun gibi olması”nın tercihi, şiirsiz olunacağı anlamına gelmiyor. Kalıpları kırmak, Kandinsky’nin hatırlattığı “başka türlü”nün sorumluluğunu taşımak… Her duyduğu yargıya birçok insan aynı görüşü savunuyor, aynı kavramı kullanıyor diye inanmamak ayrıca.

Mehmet Akif Ersoy oturumunun aynı adlı katılımcısı gazeteci Mehmet Akif Ersoy konuşmasını sinevizyon eşliğinde gerçekleştirdi. “Araplara Osmanlı işgalinden söz ettiler, bize ise Arapların ihanetinden. ”Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından coğrafyada süren dağılmayı sistemli hale getiren söylemler üzerinde durdu Ersoy: “Başkaları bir sürü hikaye yazdı, biz o hikayeleri okuduk ve hiç tanımadığımız insanlara düşman olduk. Hollywood senaryoları değiştirdi, hikayeler yeniden yazıldı. Arap halkları diktatörlere baş kaldırdı dedik. Oysa her ülkenin hikayesi farklıydı. Ölüyor öldürüyoruz. Birileri seyrediyor. Onların silahlarıyla birbirimizi öldürüyoruz. Biz sakin olabilseydik, kardeş kalabilseydik bile bambaşka bir manzara olurdu.”

Mustafa Özçelik, Akif’in “Nil kıyısındaki hayatı” üzerine konuştu. “Akif ömrünün son yıllarında Nil kenarına batan güneşi seyretmek için gitmedi elbet.” Ülkesindeki rıza gösteremediği gidişat ve ortamdan uzakta düşünüp tanımlama sürecine ihtiyaç duyuyordu. Gelgelelim gurbet hissi içe dönük bir şaire dönüştürüyor bir zamanların mücadele şiirleri yazan şairini. Şairin çektiği acı ve yaptığı muhasebenin kişiselliği aşarak dönemini, İslam dünyasını kapsayan yönlerini irdeledi, Özçelik. On bir yıl kadar kaldığı Mısır’da bu süre içinde yazdığı 34 şiirde Mısır bir hayli silik bir şekilde yer alıyor; aklı geride bıraktığı yurdunda, yeni bir biçim kazanan mücadelededir ne de olsa. Tefrika olgusunu kurcalayarak vahdete çağıran, iç hesaplaşmasını yansıtan şiirler yazdı o dönemde. Geçmişte kullanmadığı şarap, saki… gibi imajlar kullandı. Dönemin firavunlarını tartışmaktan geri durmadı. “Nil”, Mısır’da yazdığı birçok şiirinde yer alıyor. Nehir, akıp giden hayatın temsilidir Akif’te.

Oturumun sonuncu konuşmacısı Mehmet Doğan, programın ana başlığında yer alan “Ortadoğu” kavramını kurcaladı konuşmasında: “Bizim kavramımız değil ‘Orta Doğu’. 20. Yüzyıl’ın kavramı zaten, daha önce yok. Siyasi bir kavram. “Yakın Doğu” ile “Orta Doğu” kavramlarının alanları çok kesişiyor. TDK Sözlüğü’nün 1945 yılı baskısında ‘Yakın Doğu’ şöyle tarif ediliyor: ‘Eski Osmanlı İmparatorluğu’nun kapladığı yer.’ Biz ‘Lozan’ demişiz, İngilizler ‘Yakın Şark İşleri.” Doğan son on yılda Ortadoğu havalisinde savaş ve ölümlerin artmasını bölge planının 100. Yılına doğru tasarlayan güçlerin yeni bir nizam getirme ihtiyacıyla açıkladı. Bölgenin dil ve kavramlar açısından sahip olduğu ortaklığı da (Ferit Vecdi’nin Akif’le Türkçe konuşması misali) çeşitli örneklerle tasvir etti. İlk Türkçe gazetenin de Mısır’da yayımlandığını hatırlattı Doğan: 1828’de vali Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından yarısı Arapça, yarısı Türkçe olarak yayımlanan Vakayi-i Mısriye.

***

Ne yazık ki sadece kendi kaldığım oturumu takip ettikten sonra ayrıldım Tayyare Kültür Merkezi’nden ve Bursa’dan. İlk oturumun konuşmaları bir bakıma edebiyatta “Ortadoğu”yu irdelemenin sebep ve şartlarını konu ediniyordu. Siyasi açıdan genellikle bir yangın yerini andıran bir bölge için edebiyatın elinden ne gelir? İfade yetersizliği ve örtbas dili siyaseti daha güçlü kılmıyor kuşkusuz. Bu konu etrafında ne kadar konuşsak az. Nizar Kabbani, Nuri Pakdil, Muhammet İkbal, Aliya İzzetbegoviç, Tevfik el-Hakim ve Sezai Karakoç adına düzenlenen oturumları da izlemek isterdim. Belki bir Fatma Aliye, bir Simin Danişver, bir oturumu da yapılabilirdi. Edebiyat Günleri asıl gündemimizi, asıl “biz”i görme ve gösterme endişesinin zemini. Emeği geçen ve katkıda bulunan herkese, ayrıca Düzenleme Kurulu olarak gösterdikleri özverili çalışma için Metin Önal Mengüşoğlu’na, İhsan Deniz’e ve Mustafa Baki Efe’ye teşekkür ediyorum.


 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.