1. YAZARLAR

  2. Selahattin Eş ÇAKIRGİL

  3. Ortadoğu, yeni doğum sancılarının pençesinde...
Selahattin Eş ÇAKIRGİL

Selahattin Eş ÇAKIRGİL

dirilispostasi
Yazarın Tüm Yazıları >

Ortadoğu, yeni doğum sancılarının pençesinde...

A+A-

Ortadoğu coğrafyası sadece bizim coğrafyamız olduğu için değil, bütün dünya için de kilit noktalardan birisidir.. Özellikle de Balkan- Kafkas- Ortadoğu Üçgeni dünya tarihini de şekillendiren önemli bir jeo-stratejik konumdur..

Her ülke, kendi haritasını kendi vatandaşlarına dünyanın merkezi gibi göstermek için kendi coğrafyasını öne çıkartır, ama, en güçlü sayılan ülkeler bile Ortadoğu’yu dünya siyasetini şekillendiren bir jeo-stratejik bölge olarak esas alır ve bu coğrafyadaki her gelişme, dünyanın tamamını, ister istemez derinden etkiler.

Bu bakımdan, bu bölgedeki son dönemlerin gelişmelerine kısaca bakmakta fayda var..

*

Önce, Mısır, Sudan, Lübnan-Suriye ve Filistin’deki gelişmelere bakalım..

 

Mısır’da, 29 yıldır, Teğmen Khâlid İstanbulî’nin Ekim-1981’de bir askerî merasim sırasında öldürdüğü Enver Sedat’tan sonra Mısır’ın başına oturtulan ve tam 29 yıldır Amerikan ve bütün kapitalist/ emperyalist dünyanın has adamı olarak Mısır’ın başında bulunan Husnî Mubarek, ülkesinin başına yeniden kendisini veya oğlu Cemal’i seçtirmek için tertibler peşindeyken..

Son aylarda Darfur’daki katı uygulamaları yüzünden, Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nce ’soykırım’ yapmakla suçlanıp yargılanması istenen ve 21 yıl önce Sâdıq el’Mehdî Hükûmeti’ni askerî darbeyle devirerek Sudan yönetimine el koyan General Ömer el’Beşîr’in 25 Nisan günü yapılan seçimi de kazandığı açıklandı..

 

Filistin’de ise.. Filistin coğrafyası üzerinde ve bütünüyle siyonist İsrail rejiminin yaşayan müslüman halkın ikiye bölünmüşlüğü Gazze ve Batı Şeria olmak üzere ve uzlaşma kabul etmez bir ihtilaf ise, derin bir yara olarak devam etmekte..

2006 yılı başında yapılan seçimlerde Filistin halkının sadece yüzde 30’unun oyunu alan El’Feth lideri Mahmûd Abbas, yüzde 65 oy alan HAMAS’ı, tıpkı Amerikan emperyalizmi gibi- tanımadığını açıklayıp başkanlığı sürdürdüğü gibi, şimdi de, Başkanlık süresi çoktaaan bitmiş olduğu halde, başkanlığı bırakmıyor.. Yerine yenisi de seçilemiyor ve bugünkü fiilî durumu sonuna kadar devam ettirmesi düşünülüyor..

Gazze’de ise, HAMAS,  bir takım amatör grupların ufak çaplı -birkaç km. menzilli- füzeler yapıp siyonist İsrail rejimi mevzilerine fırlatmaları sonunda, sözkonusu siyonist işgalci rejimin Gazze’ye füzelerle yeniden saldırmasına zemin hazırlamamak ve kendi istemediği zamanlarda böyle bir durumla karşılaşmamak için, bu gibi grupları kontrol altına almaya çalışıyor..

Bu arada, HAMAS’tan siyonist İsrail’e, çizgi film yoluyla yapılan bir psikolojik savaş taktiği de ilgi çekici..

HAMAS yetkililerince yapılan açıklamaya göre, yıllardır HAMAS elinde esir olan İsrail askeri Gilad Şalit’le ilgili bir çizgi filmin, siyonist İsrail rejimi elinde bulunan tutuklu değişimi için gereken baskıyı oluşturacak mahiyette..

HAMAS’ın talebinin karşılanmaması halinde Şalit’in akıbetinin de, 1986 yılında uçağı Lübnan’da düştükten sonra kaybolan ve bir daha kendisinden haber alınamayan İsrail Hava Kuvvetleri pilotu Ron Arad gibi olacağı belirtiliyor..  HAMAS’ın silahlı kanadı İzzeddin Qassam tarafından yayınlanan üç dakikalık çizgi film, Gilat’ın babası Noam Şalit’i elinde oğlunun fotoğrafıyla sokaklarda dolaşırken gösteriyor. Gilat’ın sesi önde duyulabiliyor. Noam Şalit yürüdükçe oğlunun kendisine geri döndürüleceğinin sözünü veren eski başbakan Ehud Olmert’in ve şimdiki başbakan Benjamin Netanyahu’nun resimlerinin önünden geçiyor.

Filmin sonunda, Noam Şalit, oğlunun bayrağa sarılı cenazesiyle karşılaşıyor; ama, bir anda gördüğü bu rüyadan uyanıp oğlunu sağ-salim evine getirmek için henüz geç kalmadığını anlıyor.  

HAMAS yetkilileri, bu çizgi film sâyesinde İsrail hükümetinin üzerinde tutuklu değişimi için gereken baskıyı oluşturacağını umduklarını söyledi.  

Ancak, acı çeken bir babanın malzeme konusu yapılması eleştiriliyor.. 

*

Öte yandan, siyonist İsrail rejiminin, Amerikan Başkanı Obama’ya kafa tutar gibi bir görünümde ve amma, B. Amerika’daki güçlü yahudi lobisinin Obama üzerinde kuracağı ağır baskıya umut bağlayarak işgal ve zorbalığı daimîleştirmek yönünde yaptığı ’oldu-bitti’ler de devam ediyor. Nitekim, Netanyahu’nun, Doğu Kudüs’te yeni yahudi yerleşim birimleri kurulması projesine karşı çıkan Obama’ya, ’Hayır, bunlar devam edecek..’  diye bir karşılık vermesi, bir danışıklı döğüş manzarası mıdır,; yoksa, gerçekten de derin bir ihtilaf mı sözkonusudur, sualinin cevabını vermek çok kolay gözükmüyor.. Çünkü, aylardan beri Obama’ya kafa tutan Netanyahu Hükûmeti’nin 26 Nisan 2010 günü açıkladığı karar, dünyada beklenmiyen bir karardı ve şaşkınlıkla karşılandı.. Bu karara göre, Kudüs Belediyesi 26 Nisan günü yaptığı açıklamada, hükümetin Doğu Kudüs’te yeni yerleşim birimleri oluşturulmasını kesin olarak dondurduğunu duyurdu.
Associated Press'in haberine göre bu kararın ne kadar süreyle geçerli olacağı netleşmediyse de, bu hamle, Netanyahu’nun ABD’yle yeni yerleşimler yüzünden gerilen ilişkileri düzeltme ihtiyacının bir yansıması olarak değerlendirilmekte..

Hatırlanacağı üzere, Obama Hükûmeti’nin yönlendirmesiyle Filistin’de yeniden başlamasına karar verilen dolaylı barış görüşmeleri, İsrail’in Doğu Kudüs’te 1,600 yeni konut inşa etme planını uygulamaya koymasıyla askıya alınmıştı.
Açıklanan bu yeni kararla, Netanyahu Hükûmeti’nin düşebileceği’nden bile sözedilmekte..

Bu arada, Suriye’nin Rusya’dan aldığı füzeleri Lübnan- Hizbullah Teşkilatı’a verdiğine dair iddialar, hem siyonist İsrail rejimini ve hem de B. Amerika’yı oldukça rahatsız etmiş gözüküyor.. Hattâ, bunun için, Lübnan eski başbakanlarından Refiq Harirî’nin öldürülmesinden dolayı suçladığı Suriye’de 5 yıldır elçi bulundurmayan ve geçtiğimiz haftalarda yeniden elçi göndermek kararı alan B. Amerika Hükûmeti, elçisini göndermeyi ertelemiş bulunuyor..

*

Suriye Lübnan’da yeniden güçlenirken..

 

Lübnan eski başbakanlarından Refiq Harirî’nin bir suikasd sonucu öldürülüşünü hatırlıyalım.. Dünyaya ayağa kalkmıştı, âdetâ..

Çünkü, Refiq Harirî, emperyalist dünyanın sadece Lübnan’da değil, Ortadoğu’daki en büyük müttefiklerinden ve serveti 100 milyara yakın bir kimse olarak ve hattâ, emperyalist dünyanın ‘gizli kasa’sı olarak biliniyordu..

Açıktır ki, 20 yıl kadar süren bir ‘iç-savaş’  sonunda, bütünüyle bir harabeye dönen Beyrut ve bütün Lübnan’ın yeniden imarında, Harirî, etkin bir rol oynamış ve yeniden imar için harcadığı büyük servetler daha büyük servet halinde dönmüştü, kendisine..

 

Sonunda bir suikasdde kurban gitti ve bu cinayetin faili olarak Suriye suçlandı.. ‘Beşşar Esed Suriyesi’ bu iddiaları her ne kadar reddettiyse de, emperyalist dünya bu iddialarından vazgeçmedi.. Ama, Harirî’nin öldürülmesi sonrasında, devamlı olarak Suriye’yi suçlayan Lübnan Durzilerinin lideri Velid Canbolad, yıllar geçtikten sonra, yelkenleri indirdi ve Suriye’den özür diledi..

Lübnan Hizbullahı’nın lideri Hasan Nasrullah’ın aracılığıyla, önce, El’Cezire televizyonunda yaptığı açıklamada, ‘Ben, kızgınlıkla ve şiddetli buhranın etkisiyle, mantıksız, siyasî literatüre de aykırı bir şekilde, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed hakkında, yakışıksız sözler ettim..’  diyen Canbolad  sonra da Şam’a giderek Suriye Devlet Başkanı ile görüştü ve Beşşar Esed de, onu, bütün Lübnanlılarla iyi ilişkiler kurmak adına, bağışladı..

Bu da, Suriye’nin Lübnan’da yeniden güçlenme merhalesine geçtiğinin bir işareti..  

*

Ve Irak’taki gelişmeler..

 

Irak’da yapılan seçimlerde, şiî kesim içinden çıkan laik siyasetçi İyâd Allâvî’nin iki sandalye fazlasıyla birinci çıkması ve Başbakan Nurî Mâlikî’nin oyların yeniden sayılması talebinin mahkemece kabulüyle, konunun bir süre daha belirsizlik sürecinde geçeceği anlaşılmaktadır..

Ancaaak, bu arada, Allâvî’nin yanına bir ortak bulması da mümkün gözükmemektedir.. Ayrıca, sunnî arab kesimi olarak Meclis’te yer aldığı bilinen grubun lideri Cumhurbaşkanı  Yard. Tarıq Hâşimî’nin geçenlerde Ankara’da yaptığı konuşmada, Hükûmet’in mutlaka Allâvî tarafından kurulmasına, Mâlikî’nin de yardımcı olmasını istemesi, ilginçtir..

İşgalci Amerikan emperyalizminin ise, kendi menfaatlerini en iyi şekilde garanti altına aldıktan sonra Irak’dan çekilmeyi planlarken, yeni bir yönetim buhranı ile karşılaşmayı istemediği ortadadır. Bu bakımdan, tabloya şimdilik açıkça müdahale etmemektedir. Irak Kürdistanı’ndaki durum da bu belirsizlikten etkilenmekte ve Mahallî Yönetim de kendi durumunu güçlendirmek için, Türkiye ilişkilerini geliştirmeye özel bir dikkat göstermektedir.

 

Seçim sonrasındaki sandalye dağılımı itibariyle, Hükûmet’i oluşturmakta kilit durumunda bulunan Hekim ve Sadr Gruplarının, Mâlikî’ye karşı çıkarken; Suudî ve o çizgideki diğer arab rejimleriyle Batı dünyasının desteğini alan Allâvî’ye yolu açmalarının, kendi ayaklarına kurşun sıkmak mesâbesinde bir aykırı tavır olacağı açıktır..

Bu arada, İİC.’nin de Irak’daki gelişmeleri dikkatle takib ettiği ve Allâvî gibi birisinin iktidara getirilmesi gibi bir vebalin üstlenilmemesi gerektiğini Hekim ve Sadr gruplarına hatırlattığı tahmin edilmektedir..

Bu arada Allâvî bazı temsilcilerini İran’a göndererek irtibatın psikolojik etkisinden faydalanmak istiyor. Ayrıca Allâvî, hükûmet kurmakta Irak’ın komsuşu olan ülkelerin kendisine destek olmalarını da istemekte.. Ancak, özellikle Türkiye, bu hususta gelecekte hükûmet kurabilecek bütün taraflara eşit mesafede kalmak dikkatiyle, hiçbir tarafa ‘yeşil ışık’  yakmamakta.. Nitekim,  25 Nisan günü Ankara’ya gelen Allâvî’nin özel bir destek sözü alamadığı anlaşılmıştır..

Görüldüğü kadarıyla, yeniden yapılacak sayımla seçim sonuçları değişmiyecek bile olsa, Irak’da, gelecekteki hükûmet’i, yine Mâlikî’nin kuracağı tahmin edilebilir ve Allâvî’nin  yanına ortak bulması, neredeyse imkansız gibidir..

*

Ve İran (İİC), dönüşü olmayan bir yolda..

 

Amerikan emperyalizminin, İİC’nin nükleer teknolojiye ulaşma yolunda attığı dev adımları durdurmak için yaptığı engelleme çalışmalarının Obama yönetiminde de devam edeceği önceden bekleniyordu.. Ama, biraz uslûb farklılaştı gibi.. Çünkü Obama, yaptırımları sürekli gündemde tutmakla birlikte, bu yaptırımların ne ve nasıl olacağı üzerinde, çok net bir tavır ortaya koymuş değil.. Bunda, Obama Yönetimi’nin Çin’e tam olarak güven duymamasının da rolü bulunmakta.. Aynı şekilde, Obama’nın açık talebine rağmen, TC Başbakanı Tayyîb Erdoğan’ın da, İran’a yönelik bir müdahaleye kesinlikle karşı olduğunu ve İran’la 1639’dan bu yana, 370 yıl boyunca, askerî olarak karşı karşıya gelmediği bir barış ilişkisi içinde olduklarını belirtmesi, Amerikan planlarının sahnelenmesini zorlaştırmaktadır..

Tayyîb Erdoğan’ın birçok uluslararası platformlarda olduğu gibi, Obama’yla görüşmesinde de, nükleer silahların bütünüyle yokedilmesi ve özellikle de Ortadoğu’nun nükleer silahlardan arındırılmasını isterken, -siyonist İsrail rejimini kasdederek- bazılarına göz yumulmasını hatırlatması ve amma, nükleer teknolojiye ulaşmanın, bütün ülkelerin hakkı olduğu yolunda yaptığı açıklamaları, uluslararası mahfillerde de, derin etkiler yapmış bulunmakta..

Şu anda, İran’a yaptırım uygulanmasını veya bir müdahaleyi önlemeye çalışan iki ülke olarak, Türkiye ve Brezilya’nın yoğun diplomatik çalışmalara girmelerinin nasıl bir semere vereceğini kestirmek zordur..

Bu arada, USA Dışbakanlığı’nın, İran’ın nükleer enerji üretiminde en temel maddelerden olan zenginleştirilmiş uranyum takas edilmesi konusunda Türkiye'nin önemli roller yüklenebileceğini açıklaması, Türkiye’ye bir güç veriyormuş gibi anlaşılabileceği gibi; tersi bir anlayışla, Türkiye’nin NATO ve Batı ittifakı’nın bir üyesi olarak devreye girdiği gibi suçlamaları da beraberinde getirmekte..

Nitekim, İİC Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ramin Mihmanperestzenginleştirilmiş uranyum takasının sadece İran topraklarında yapılabileceğini söylemekteydi, geçen hafta..

Öte yandan, BM Güvenlik Konseyi'nin daimi olmayan üyeleri Türkiye, Brezilya ve Lübnan, İran aleyhine yaptırımlara karşı çıkarken, daimi üyelerden yaptırımlara sıcak bakmayan tek üye ülke Çin’in son haftalarda, diğer Daimî Üye’lere yakın bir tutum sergilemeye başladığı görülüyor. BM Güvenlik Konseyi'nde daimi olmayan üyelerin veto hakkı bulunmuyor. Ancak, Obama Hükûmeti, alınan kararların oy birliğiyle alınmasını hedefliyor.

Bu arada, Pentagon’un ise, Obama’ya, daha fazla gecikmeden, İran’a yönelik bir askerî müdahale tavsiyesinde bulunduğu biliniyor..

İİC’nin ise, bir taraftan, ‘atom bombası yapmanın dinimizde günah olduğunu’ açıklaması ve arkasından da, Cumhurbaşkanı Mahmûd Ahmedînejad’ın,  ‘Biz artık bir nükleer gücüz, dünya bunu kabul etmek zorundadır ve biz dönüşü olmayan bir yoldayız..’ demesi, bu derin ihtilafı daha bir tırmandırmaktadır.. Öte yandan, İİC ordusunun dev manevralar yapması da, bu gelişmelerin tuzu-biberi olmaktadır..

Ama, bu güç gösterilerinin her zaman beklenen neticeyi verdiği söylenemez. Unutulmamalıdır ki, İslam İnqılabı’nın ilk Rehberi, (merhûm İmam Khomeynî) 8 yıl süren İran- Irak Savaşı sonrasında, karşısına dünyadaki bütün şerr güçlerinin çıktığını görünce..

‘Ateş-kes’i kabul etmek zorunda kalmış ve kendi deyimiyle, ‘zehir kadehini başına dikmişti..’  Böyle bir durumu, İran toplumu o zaman, İmam’ın karizmatik şahsiyetine olan  bağlılığıyla atlatabilmiş ve o zor durumda, başka birisi olsaydı, toplumun kontrolünün kolay olamıyacağı dile getirilmişti..

Şimdi, İİC’nin çok güçlü olduğu, artık nükleer bir güç olduğu beyanı esas alınarak, daha iddialı sözler söylenebilir, ama, unutmamak gerekir ki, asıl güç, maddî güçler değil, toplumları derunlarında, kalblerinde bir araya bağlayan bağı güçlü tutmaktan kaynaklanır.  

Bu noktada, İİC’nin içerde, hele de son 1 yıldır, geçen Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri ve sonrasında, İİC sistemini kurmuş olan tarafta meydana gelen büyük karışıklıklarla birlikte oluşan derin kutuplaşmalar sebebiyle, o derunî sosyal bağlılığı ve gücü koruyup korumadığı, çok önemli bir mes’ele olarak gözönünde bulundurulmalıdır.. Nitekim, ‘ulemâ’nın seçkin isimleri, aradaki kırgınlığın giderilemiyecek çapta derin olduğunu esefle dile getirmeye henüz de devam etmekte ve köklü çözümler istemekteler..

Bu arada, Amerikan (DIA) Savunma İstihbarat Ajansı’nın 22 Nisan günü kamuoyuna yansıyan bir raporunda yer alan, ’İran ordusu 20 milyona yakın asker gücüne rağmen, İsrail ve Türkiye gibi ülkelerin ordularıyla baş edemeyecek kadar etkisiz ve donatımsız’ olduğu ve ’İran ordusunun başlıca vazifesinin rejimi korumak ve ABD ile İsrail’i saldırıdan caydırmak olduğu ifade edilen raporda, İran’ın askeri stratejisinin caydırıcılık ve asimetrik karşılık verme ve yıpratmaya dayandığı’  iddiası, emperyalist güç merkezlerin yeni tahrikler peşinde olduğunu göstermektedir..

*

Ancaak, mes’elenin bir de şu tarafı var.. Ahmedînejad, bugünlerde bazı Orta Afrika ülkelerine yaptığı gezi sırasında, ‘İran ekonomisinin çökertilmek istendiği’ gibi beyanlarda bulundu..

Burada, ince bir mesaj ve endişe de görülmekte..

Bu da, bir Amerikan saldırısı ihtimalidir..

Böyle bir saldırı karşısında, İran’ın sadece askerî  hedefleri değil, şehirleri, sanayi merkezleri vs. saldırıya uğrarsa, İran’ın buna karşı nasıl bir karşılık vereceği bilinmemektedir..

Bu konuda, İran’ın imkanları, herhalde Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki üsslerine veya müttefiklerine mukabelede bulunmakla sınırlıdır.. Çünkü,  B. Amerika‘nın asıl coğrafyasını oluşturan Kuzey Amerika’ya ulaşan bir askerî karşılık vermesi fiilen imkânsız gözükmektedir..

*

Ermenistan- Türkiye- Azerbaycan ve de asıl kuklacılar..

 

Türkiye ile Ermenistan arasındaki problemler, hele de her 24 Nisan’da daha bir tırmanmakta, tırmandırılmaktadır..

Bu yıl da böyle oldu.. Üstelik, bu tartışmalar 1915 Hadiseleri’nin 95. yılı olması dolayısiyle, bu yıl daha bir ateşliydi.. Muhtemeldir ki, 2015 yılında, yani sözkonusu hadiselerin 100. yılında bu konu daha bir  alevlendirilecektir.. 

Bilindiği üzere, Osmanlı’nın son dönemine kadar, gayrimuslimler içinden, en imtiyazlı kitle olan ve müslümanlarla 800 yıl, genelde barış içinde, içiçe ve güvenle yaşamış olan ermeni halkı adına ermeni kavmiyetçilerinin tutuşturduğu ayrılık ve düşmanla işbirliği ateşinin neticesinde, müslüman halk kesimleri il,  gayrimuslim ermeni halkı arasında bir muqatele, bir karşılıklı öldürüşme durumu yaşanmış ve o zaman muhakkak ki, yüzbinlerce ermeni, ya ‘tehcir’e, (mecburî göçe) zorlanmış; ya da, açlık, sefalet, soğuk, sıcak ve hastalık, ilaçsızlık gibi etkenlerle telef olmuştu.. Ve aynı şekilde müslüman ahaliden de, en azından ermenilerden daha az olmayacak sayıda çok büyük bir kayıp yaşanmıştı.. Çünkü devlet onları koruyamıyacak kadar zayıf duruma düşmüş ve müslüman ahali, silah ve maddî imkan sahibi bulunmuyordu. Ermeni kavmiyetçileri ise, bu iki konuda da sınırsız imkanlarla donanmıştı..

Ama, aradan geçen bunca zaman sonra bile, sadece ermeni halkının uğradığı acılar, kayıplar, zulümler hatırlanıyor; milyonlarca müslümanın da can verdiği, asla hatırlanmıyor.. Halbuki, öylesine bir sosyal facianın sadece tek tarafı yoktu.. Ve yaranın sadece tek taraflı olarak kaşınması ve yaraya emperyalist  odakların planlarına göre, tuz ve asit dökülmesi, 800 yıl birlikte yaşamış olan ermeni halkı ile Anadolu’nun müslüman halkları arasında oluşturulmak istenen derin uçurumun daha bir derinleşmesinden başka bir sonuç vermiyecektir..

*

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan ve 20 yıldır bağımsız bir devlet olarak hayatta bulunan Ermenistan, bugün 2,5 milyonluk, imkanları son derece sınırlı ve ekonomik açıdan oldukça zayıf ve dışardaki, diaspora’daki ermenilerin gönderdiği paralarla ayakta durmaya çalışan bir ülke ve de Azerbaycan Kafkasya’nın yeni petrol zengini olarak 8 milyon nüfusuyla doygunluğun ve zevk’u safânın tam ortasında iken..

Azerbaycan’ın, ülkesinin yüzde 25’ini işgal eden ermeni güçlerinin elinden 17 yıldır kurtaramayışı ve bu yönde ciddî hiç bir çaba harcamayışı ve sadece Türkiye’nin dışsiyasetinin yularını da kendi eline geçirmenin dışında başka bir gücünün olmaması, üzerinde düşünülmesi gereken bir hassas konudur.. Hatırlayalım ki, Azerbaycan yönetimi, komünist dönemdeki alışkanlıkla, İslam’a karşı kemalist bir katı laiklik uygulamasıyla hareket ederken, Ermenistan yönetimi, kendi istiklal ve mücadelesini Ermeni Kilisesi’nin iradesine devretmiştir..  

Ve acı olan bir diğer konu ise, Ermenistan’ın Karabağ ve diğer Azerbaycan topraklarını birkaç hafta içinde işgal ederken, Türkiye’den bir takım em. subayların ve de türkçü gençlerin, Azerbaycan’a yardım diye Baku’ya gittikten sonra, orada, Azerbaycan Mafiası’nın bir parçası haline gelmeleri ve (baba-oğul, Haydar ve İlham) Aliyev Khanedânı’nın gölgesinde gerçekleşen o mafyatik paylaşımdan, o yağma sofrasından nasiblenmenin ötesinde bir iş yapmamaları oldu..

*

Karabağ’ın işgal edilmesi üzerine, Türkiye, Ermenistan’la olan sınır kapısını kapatmış ve bu durumun, bu işgalin sona ermesine kadar süreceğini açıklamıştı..

Ve 17 yıl geçmiş olmasına rağmen, durumda bir değişiklik sözkonusu değil..

Bu konuda, Ermenistan’ın hem Amerika ve hem de Rusya’nın tam desteğine sahib olmasının da ayrı bir rolü bulunmakta.. Esasen, Ermenistan’ın o yoksulluk içinde, Azerbaycan’a galib hale getirilmesi, daha başlangıçta, silahlı ermeni milislerinin yüksek silah gücüyle donanmış olmalarından ve de Rusya’nın Ermenistan’a istihbarat desteği sağlamasından kaynaklanmıştı.. Çünkü, Rusya, Türkiye’nin, Kafkasya ve Orta Asya’da, halkları türkçe konuşan cumhuriyetler üzerinde, kültürel yakınlaşmanın ötesinde, uzun vâdeli siyasî emeller beslemekte olduğundan endişe ediyordu ve bu konuda, Ermenistan’ın tabiî engel teşkil ettiğini ve bu seddin korunması gerektiğini düşünüyordu..

Ayrıca, Amerikan emperyalizmi de, kendi stratejik menfaatlerinin Rusya’nınkinden daha az önemli olmadığını bildiğinden, Ermenistan üzerinde çok taraflı uluslararası manipulasyonlar hep sürdü..

Amerikan Başkanı Obama, bu yılki 24 Nisan konuşmasında da, 95 yıl öncelerde meydana gelen büyük faciada hayatlarını kaybeden milyonlardan sadece ermenileri hatırlarken; müslüman halkların acısını yine hatırlamadı bile..

Esasen, hatırlaması beklenemezdi de.. Çünkü, müslüman kitleler, emperyalist- şeytanî güçlerce milyonlar halinde katledilse bile, onların ‘öldürülmeleri’ bir haktır!?

Nitekim, Obama da, sadece son 10 yıl boyunca Irak ve Afanistan’da 2 milyondan fazla müslüman halk kitlelerini öldüren Amerikan emperyalizminin ve müttefiklerinin cinayetlerini görmezlikten geldi ve Birinci Dünya Savaşı gibi bir büyük gaile sırasında hayatlarını kaybeden milyonlarca insandan sadece müslüman olmayanların hatıralarını ve acılarını canlı tutmaya ağırlık verdi..

Ama, bu yol, sadece çok zâlim bir tavır olmakla kalmıyacak ve Ortadoğu’da müslüman halklarla gayrimuslim halklar arasındaki münasebetlerde, empareryalist-şeytanî elleri ve emelleri daha bir cür’etkâr, cinayetkâr ve de zehirli hâle getirecektir..

*

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.