1. YAZARLAR

  2. Sedat Doğan

  3. Neden Baharı Özleyemiyoruz?
Sedat Doğan

Sedat Doğan

Hekib - Heybe
Yazarın Tüm Yazıları >

Neden Baharı Özleyemiyoruz?

A+A-

Yaşamımızı daraltan kışın soğukluk ve iticiliğini kemiklerimize kadar hissettiğimiz şu günlerde neden baharı çağrıştıracak şeyler değil de onun kıyısından bile geçmeyen şeyleri özler hale gelmişiz. Oysa yaşamın dualitesi gereği böyle düşünmemiz gerekmez miydi?

Ama yok öyle olmuyor işte. Anlaşılan modernleşme ve şehirleşmenin köksüz ve ruhsuz anaforu çağımız insanının güzelliğe, iyiliğe ve inceliğe dair bütün hassas damarlarını felc etmiş gitmiş.

Bunun eseri olan bencil ve doyumsuz kapitalist yaşam algısının bir yansıması olan ucu açık bir para ve meta biriktirme hırsı. Değerlerimize uygun bir ahlaki disiplin ve merhametten yoksun siyaset anlayışı. Kısır İdeolojik tartışmalar. Çağın bir afyonu, nerede ise bir dini haline gelmiş futbola dair yaşamın özünden kopuk tartışmalar. Sanal âlemin saatler alan hedefsiz, ruhsuz, sanal sörfleri ve laçka magazin geyikleri ruhumuzu karartmış.

Güzellik, aşkınlık ve kutsiyete dair bütün ayrıntı ve ilgilerimizi hem itibarsızlaştırmış hem de köreltmiş. Gönül dünyamızı tohum tutmayan kıraç topraklara, Ağaç gölgesi düşmeyen çorak çöllere çevirmiş…

Bu bağlamda Modernleşmenin farklı bir versiyonu olarak temel sorunlarını çözememiş toplumların en çok konuştukları konu siyaset ve hayatın temel akışını değiştiremeyen boş şeyler olsa gerek.

Bir yerde en çok siyaset ve hayatın özüne dokunmayan şeyler konuşuluyorsa bu orada en çok bozulan şeyin siyaset olduğu tezini kendiliğinden doğrulayabilir

Ve bu nedenle orada muhtemelen yaşanan bütün çatışmalar, akıtılan kanlar ve ideolojik kamplaşmalar yine bozulan bu erk üzerinden yaşanıyordur. Bu öylesine ilginç bir erktir ki, bu erk tıpkı bir fabrikanın büyük dişli çarkı gibi bir rol oynar hayatın gidişatında. Bu çark iyilik veya kötülüğe doğru bir ivme kazandığında ondan küçük olan diğer bütün çarkları da zincirleme olarak o yönde hareket ettiriyor. Buna binlerce örnek verebiliriz. Zaten örneği verdiğimiz anda kendimizi büyük bir mıknatısın etkisine giren metal parçacıkları gibi yine siyasetin türbülansına kaptırmış oluruz.

Oysa buna hiç niyetim yok. Bu nedenle buna hiçbir örnek vermeyeceğim. Bazen siyasete çok fazla daldığımız konusunda ciddi eleştiriler alıyoruz. Bu eleştiriler ne kadar haklı bilemiyoruz ama şu bir gerçek ki bizim günlük yaşamımızı, dünyamızı organize eden siyaset, eğer doğru bir mecrada akmış olsa idi kesinlikle siyaseti bu kadar konuşmamış olacaktık, diyerek siyasete dair sözleri burada noktalıyoruz. Ve hayatın genel akışına dönüyoruz.

Çünkü masaya oturmadan önce içinde siyaset ve ideolojik tartışmaların hiç geçmediği bir yazı kurgulamıştım. Gün geçtikçe yaşamımızda artıp duran asli kayıplarımıza, yani bizden kopup giden ve bir daha geri gelmeyen güzelliklere doğru deruni bir yolculuk yapmak istemiştim.

O Saf, o sade ve berrak çocukluğumuza ve onu besleyen o temiz doğamıza uçarı bir yolculuk yapmayı düşlemiştim. Bu yolcuğa, özlem ve hasretlerimize vurgu yaparak çıkacağız. Çünkü bize ait pek çok şeyimizi kaybederek büyümek zorunda kaldık. Bu böyle olmayabilirdi. Kendisiyle daha barışık bir dünyada büyüyebilirdik. Daha barışçıl bir dünyada serpilebilirdik. Ama bu olmadı. Her yanımızı yakıp yıkarak büyüdük.

Bu günün, aktörleri, meşhur kahramanları, Siyasetçileri, siyaset medarları, Serokları, liderleri, En kritik karar vericileri. Dünyanın her yanını yaşanmaz hale getiren merhametsiz savaşçıları olarak bizleri,çok net hatırlıyorum.Daha dün çocuktuk.Kimimiz aynı mahallenin çocukları.Kimimiz sınıf, kimimiz okul arkadaşları.Kimimiz aynı köyün,kasabanın,şehrin veya aynı bölgenin insanıydık.

Din, dil, mezhep, cinsiyet, meşrep ve milliyetlerimizin ne farkında idik, ne de bir önemleri vardı.

Babalarımızın siyaset ve partilerini de bilmiyorduk. Biz hayatı, leke düşmemiş bir oyun tadında çocukluğun o uçarı ruhuyla oyunun ta kendisi olarak ayrımsız ve ötekisiz yaşıyorduk bütün çocuk akranlarımızla.

Hiç düşmanımız yoktu. Sadece kötülük ve kötülüğü sevmiyorduk. Bir de oyunbozanlık edenleri. Hepsi o kadar. Sebepsiz çocuksu kavgalarımızı saymazsak ciddi bir sorunumuz yoktu. Zira o küçük kavgalar hemencecik bir barışla sonuçlanırdı zaten.

Esas ağır sorunlar bizim dışımızda, kavrayamadığımız dünyamızda yaşanıyordu. Bunu büyüdükçe anlayacaktık. Ama büyüdükçe hem kayıplarımızı, hem hasımlarımızı hem de dertlerimizi çoğaltarak büyümüştük.

Büyüdükçe, belki bilinçli bir şekilde, belki de farkına varmadan yitirdik en çok özlem duyduklarımızı. Yitirdik sevdiklerimizin hepsini birer ikişer. Bazen çoğunu bir arada.

Bir daha hiç kavuşmamacasına yitirdik. Yitirdik ya lanetli bir kan davasında, ya da kör bir terör kaosunda. Veya vurdumduymaz iştahlara kurban verdik en sevdiklerimizi.

Öldürmüşler ve öldürtmüşler hep bizleri. Bazen din ve mezhebimizden dolayı, bazen ırkımızdan, bazen sıfat veya görevimizden. Bazen ötekileştirilen masum halimizden. Bazen dünya görüşümüzden. Bazen dinlilik veya dinsizlik tercihimizden. Bazen cinsiyetimizden. Bazen meslek, meşreb, toplumsal statümüz veya statüsüzlüğümüzden. Bazen sırf sürgüne uğramış ataların torunları olduğumuzdan dolayı vurdular bizi bu topraklarda... Birileri bize bunları tek tek göstermişti. Ona göre hedefe nişan alınmıştı.

Ama göremediğimiz tek şey, bütün bu sıfatlarımızın içine gömülü olan kocaman bir insanlıktı. Özde vurulan sadece insan ve insanlıktı aslında... Bütün sıfatlar belki de sadece bir oyundan ibaretti. Ama bizler bunları görmeyecek kadar toy ve heyecanlı idik. Dönüp baktığımızda hiç kimseyi değil sadece kendimizi vurmuşuz meğer. Göremediğimiz tek şey hep birilerinin nam ve hesabına oyuna getirilmişiz… Ve onca kayıba rağmen ne yazık ki biz hala uyanmış değiliz. Hala oyuna gelmeye devam ediyoruz.

Yitirdik canlar. Bizi biz yapan pek çok şeyimizi yitirdik. Gün geçtikçe belki sayısal olarak çoğaldık ama hep eksilerek, hep eksiltilerek büyüdük ve çoğaldık

Duyamaz olduk artık içinde hikmetle ve deruni bir hazla insanı düşündüren şiir, edebiyat, ilim ve hikmet içerikli dost sohbetlerini. Göremez olduk güçlü, kuvvetli heybetine rağmen hasmını kaba kuvvet yerine taşı gediğine oturtan arifane hikmetli sözlerle susturan gerçek babayiğitleri.

Duyamaz olduk, içinden patolojik veya ruhsal arızaların geçmediği tertemiz bir aşka, sevdaya, özgürlüğe, inanca, sevgiye, mutluluğa, yeşile, ağaca, çiçeğe, bülbüle, gönüle, bahara, muştuya adanmış, irfani bir mana yüklü cümleleri veya dizeleri. Artık dünyamızda yok adı geçen kavramlara dair beyitler, gazeller ve koşmalar. Bunların hepsi tarih oldu. İnsanca ağlamayı, insanca gülmeyi bilye unuttuk. Tıpkı insanca acıma ve insanca hislenmeyi unuttuğumuz gibi.

Mesela vefaya, menfaatsiz bir dostluğa, karşılıksız ve asırlık sevgilere, inancın, helal emek ve alın terinin muhteşem paylaşımının olduğu manevi havasının ruhu teskin eylediği, ihtiras ve açgözlülüğün gemlendiği, içinde ne mazlumun ne de zalimin yani ne ezilenin ne de ezenin olduğu hakça, dostça, dürüstçe ve kardeşçe bir paylaşımın olduğu bir dünyaya hasretiz. İçinde su, ateş, hava ve toprağın satılmadığı, satılamadığı ilahi adalet ve merhametin egemen olduğu bir dünyaya.

Çünkü yaşamın temel taşlarından olan bu dört cevherin yaratıcısı Allah’tır. Allah’ın ise ne bunlara, ne de bunların getirisinden gelecek paraya ihtiyacı vardır. Ama vahşi kapitalizm bunların hepsini hem alır hem satar. Bunlar için parası olmayanın ise ya direkt ya da dolaylı olarak canını alır. O Allah ki,vahşi kapitalizmin bunların üzerinde bir inhisar kurup kullarını bunlardan mahrum edeceğini bildiği için bunların satışına onay vermez.

Bunun en net delili bu kelimelerin Anadilimiz Kürtçedeki muhteşem karşılıklarıdır.Kürtçede bu kelimeler cümle içerisinde tek başına nadiren geçerler. Ve geçerken de bir bakıma anlamsızlaşırlar. Ama cümlede şu şekil geçince hem manevi bir anlam kazanırlar. Hem de bu manevi değerlerin satıl(a)mazlığını da böylece tescillemiş olurlar:

Ax’a Xwedê, Av’a Xwedê, Agırê Xwedê, Hewa Xwedê. Yani Allahın toprağı, suyu, ateşi ve havası.

Bu nedenle insanın parası, pulu ve çulu olduğu için değil sırf Ahsen-i takvim üzere yaratıldığı için kıymet ve değer gördüğü bir dünyaya götürüyor bizi bu cümleler.

Kızılderililerin bilgelik dolu o muhteşem sözleriyle: “ İnsanlar tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır. İnsanın gözleri öyle kelimelerle konuşur ki dil onları telaffuz edemez. Verdikleri sözün sadece birini tuttu çatal dilli soluk yüzlüler; “Topraklarınızı alacağız” dediler ve aldılar. Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenemeyen bir şey olduğunu anlayacak”(*)

Hasretiz, paranın esir almadığı çocukluğumuzun, o efsuni dünyasına. Hasretiz insanı bir aşığın tutkusuyla bütün hücreleri ve zerreleriyle yaşama bağlayan memleketimin ilkbaharlarına.

Dağlarda eriyen karlar arasında boy veren yaprakları bembeyaz, gövdesi morumsu ve kökleri bahar yeşili kardelenlere.

Hasretiz, onların ardı sıra boy veren renga renk menekşelere, gelinciklere. Hasretiz nisan ve mayısların ın adını bilmediğimiz bin bir çeşit çiçek ve bitkilerine.

Hasretiz, buğday yeşili, arpa yeşili, mercimek yeşili, nohut yeşili, bostan yeşili, bağ yeşili, ağaç yeşili, renga renk çiçek yeşili, ot yeşili baharlara.

Hasretiz, olgunlaşan başaklarıyla yeşilden kehribar bir sarıya dönüşen bereket kokulu tarlalara.

Unuttuk hafızalarımıza nakşolunun orman hışırtısını, ağaç yapraklarının envai çeşit kuş seslerinin ilk müzikal melodilerimizi şekillendirdiği dünyayı.

Şimdi hangimizin hafızasında bir keklik yavrusu, bir serçe yavrusu veya bir ötücü sarı kuşun en güzel senfonileri bile gölgede bırakan müzikal seslerini. Hangimiz hangi kuş türünün yuvasını nerede yaptığını hatırlıyoruz.

Hangimiz yalancı yuvanın ne anlama geldiğini biliyoruz. Hangimizin çocuğu kırlarda bir serçe yavrusunu öldürmeden, parçalamadan yakalamayı başarabilir.

Hasretiz, haziran sonrası dalında olgunlaşan binbir çeşit meyvenin o albenili çekici görüntülerine.

Hasretiz, renga renk bir meyve kokteyli oluşturan bostanlara, üzüm bağlarına. Hasretiz bizi hayata bağlayan toprağın o mümbit doğurganlığına.

Biz koptuk canlar. Doğadan, hayattan koptuk. Adını koyamadığımız bir tabuta canlı koyulmuşuz. Kimimiz beton yığını kentin duvarlarının dışına çıkma imkânını büsbütün yitirmişken. Zira onu dışarı çıkarabilecek ne parası ne de arabası var. Adeta dört duvar arasına tıkılmış bir ölüm mahkûmunun sıradanlaşmış halini yaşıyor.

Kimimiz ise onca varlığı rağmen doğa ile kucaklaşabilecek ruhunu yitirdiği için zamanını kentin dehlizlerinde, aldatıcı neon ışıklarının altında geçirerek ömür çürütüyor. Yüreğini doğaya verecek gücü kendinde bulamıyor. O şekilde belki de farkına varmadan ölümüne gün sayıyor.

Kısacası hasretiz, burada dile getiremediğimiz, adını bile unuttuğumuz, bizi biz yapan pek çok değere. Hatırlayamadıklarımızı bizlere de hatırlatmak biraz da size düşer canlar. Siz onlardan kopmamışlara düşer.

Eğer unuttuklarımızı bir birimize hatırlatabilirsek belki bu anafordan kurtulabiliriz. Kurtulmayı başaramazsak bile bu umudu çocuklarımıza güzel bir miras olarak bırakabiliriz. Zira bozulmamış insan fıtratı her zaman iyiyi ve güzeli hem ister hem tercih eder hem de onun arayışına düşer.

07.12.2013/Amed

(*): http://www.webhatti.com/kultur/247089-kizilderililerin-bilgelik-dolu-sozleri.html)


 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.