1. YAZARLAR

  2. Muhammed Yıldırım

  3. Mezarsız Üç Önder
Muhammed Yıldırım

Muhammed Yıldırım

Yazarın Tüm Yazıları >

Mezarsız Üç Önder

A+A-

fitrat.com / Arşiv


     Kürdistan coğrafyasının kanayan yaralarından birisi de mezarsız insanlarıdır. Faili meçhul ya da belli olan olaylarda insanlarını yitiren Kürt toplumunun ve mağdur ailelerin acılarını katmerli kılan bir haldir. Aileleri yıllarca bir beklentiye iten bu hal, Kürtlerin maalesef kaderinin bir parçası olmuştur. Ve kederlerinin, acılarının hiç azalmaması için onlara şer merkezlerince planlı, programlı bir şekilde faili meçhuller reva görülmüştür. Öldürme arzusu, korku imparatorluğunun caydırıcı silahı olmuştur. Ve insanlar en temel haklarından mahrum bırakılmıştır. Öldürülmüştür. Daha da utanç verici olanı insanlar bu ülkede kaybolmuştur/ kaybettirilmiştir. Bir insanın, bir vatandaşın kaybolduğu/ kaybettirildiği bir ülke utançtan yere batsa haktır. 

     Kürtler, hukuk dışı ve zalim güç merkezlerinin, çocuklarını bazen direk infazlarla, bazen de kaçırıp bir daha ölü ya da diri hiçbir haber ve iz bırakmadan, bazen de öldürdüğünü kabul etmesine rağmen mezarını gizlemek şeklindeki insanlık dışı uygulamalara, Cumhuriyet tarihi boyunca sık sık maruz kalmış, bu durum dönemsel olarak onların hayatlarının bir parçası haline gelmiştir.  

     Bu durum sadece rejimin politikası değil, aynı zamanda rejimi taklit eden güç merkezlerinin de bir politikası olmuştur. Bu taklidin bilinçaltına yerleşmiş olan, güçlü olmak için güçlüyü taklit etme anlayışının getirmiş olduğu bir psikolojik durum olduğunun mu; yoksa aynı merkezlerden emir aldığının mı bir göstergesidir? Bu başlı başına ayrı bir tartışma konusudur.

     1923 yılında kurulan Cumhuriyet’in Müslümanlara ve Kürtlere karşı uyguladığı zülüm ve baskılara karşı kıyam eden Şeyh Said kıyamın dünyevi olarak başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından yakalanır ve Diyarbakır’da sözde bir mahkemede yargılanıp idam edilir. Şeyh Said idam edildikten sonra naşı yakınlarına veya halkına verilmez.  Gizli bir yerde defnedilir ve halen Kürtlerin ve ailesinin tüm ısrarlarına rağmen nerede defin edildiği açıklanmamıştır.   Gerek Şeyh Said kıyamından önce gerekse de günümüze kadar gelen baskı ve zulümler biryana, Şeyh Said’e reva görülen bu halın vermiş olduğu acı yapılan tüm zulümlerden daha fazla acı vermektedir. Müslümanlar ve tüm Kürtler bunun kendilerini aşağılamak için rejimin özellikle uyguladığı bir politika olduğu kanısındalar.

     Bu Zulme maruz kalan insanlardan başka birisi ise Bediüzzaman Said-i Nursi(Kürdi)dir.  Kendisi Kürdistanlı olmasına rağmen çalışmaları yerel kalmamış tüm Türkiye’ye dağılmış, hatta günümüzde yazdığı eserler tüm dünyaya dağılmış durumdadır. Şeyh Said kıyamı döneminde gördüğü lüzum üzere kıyama katılmamış, hayatının “Eski Said”  olarak tanımladığı dönemde silahlı olmamak kaydıyla siyasal çalışmalarda bulunmuş, daha sonra “Yeni Said” diye adlandırdığı hayatının kalan kısmını ilme ve insan yetiştirmeye adamış bu Kürdistanlı alim hayatının nerdeyse tamamını sürgünlerde geçirmiş.

     Bediüzzaman, 23 Mart 1960 yılında, Hakk'ın rahmetine kavuştu. Urfa'daki Halilürrahman Dergâhı’ndaki caminin bahçesine defnedildi. Ancak, 27 Mayıs İhtilali'nden sonra darbeciler tarafından, buradan alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü. Ne garip tesadüf değil mi? Yine bir Kürt önder ve yine mezar yok. Şeyh Said silahlı mücadelede bulundu diye O’na bu zulüm reva görüldüyse peki ya Bediüzzaman? O da mı silah kullandı? Mezarında da rahat bırakılmamasının sebebi neydi?

     Devletin Kürtlere karşı işlediği faili meçhul cinayetlerin birçoğunda bu taktiği görebiliyoruz. Kaçır, öldür ve bilinmeyen bir yere göm. Bu hal Kürtlerin maalesef kaderlerinin bir parçası haline gelmiştir. Yazımın başında belirttiğim gibi devlete karşı ayaklanan Kürt guruplarının ya güç merkezini taklit etme ve bu yolla güç olma çabasının doğurmuş olduğu durumdan veya bizatihi o güç merkezi ile girilmiş olunan kirli ilişkiler nedeniyle, bu zulmü onlar da kendileri gibi düşünmeyen kendi halklarına reva görmektedirler. Örneğin Pkk’nin Orhan Korkmaz’ı 1992 yılında kaçırıp vahşice işkence edip, (hatta vahşice kelimesinin yaptıkları işkenceleri tanımlamakta yetersiz kaldığını) bu işkencelerden sonra kendisini şehit edip, Kulp Deresi’ne gömdüğünü, takdir-i ilahi, bir sel olayından sonra Orhan Hocanın cesedinin ortaya çıktığını hatıratımızda tazeliğini korumaktadır. Eğer o sel olayı olmasa idi acaba Orhan Hocadan bir daha haber alabilir miydik?

     Yakın tarihimizin Kürtler ve Müslümanlar açısından en acılı kayıp olaylarının başında M. Fidan Güngör gelmektedir. Fidan Güngör yakın tarihimizin Türkiye’de İslami camialarınca tanınan, saygın bir kanaat önderi ve Kürdistan’da kendi döneminin en güçlü düşünce ve aksiyon önderlerinden biridir. 1980 li yılların ikinci yarısından başlayarak kaçırıldığı tarih olan, 11 Eylül 1994 tarihine kadar, Kürdistan’da gerek kitapevi gerekse de arkadaşlarıyla birlikte çıkardığı dergi ile yeni ve farklı bir çalışmanın mimarıdır. Kürt coğrafyasının 1990–95 yılları arasındaki durumunu hatırlayanlar bu tarihlerde bu coğrafyada Kitapevi açıp, dergi çıkarmanın ne demek olduğunu çok iyi bilirler.

     M. Fidan Güngör’ün kaçırılmasıyla ilgili dostları, bugüne kadar gözettikleri maslahatlar ve yeni bir fitneye sebebiyet vermemek için kamuoyu önünde hep üstü kapalı konuştular ve böyle yapmaya devam etmektedirler. Türkiye’deki diğer Müslümanlar da gerek maslahat gerekse de başka nedenlerden dolayı aynı tavrı sergilediler. Ancak geldiğimiz noktada işin rengi fazlasıyla değişmiştir. Fidan Güngör’ü kaçıranlar işledikleri cürümleri İslami hukuk çerçevesinde değerlendirmek ve tüm Müslümanların beklediği bir öz eleştiri yapmak yerine, bir dönemi kapattık demekteler. Müslümanların bir kısmı da buna hizmet edercesine tarafları aynı ortamda bulundurmak suretiyle bu fikre hizmet eder bir tutum sergilemekteler.

     Evet, dönemler kapanır ama sağlıklı muhasebeler ve hukuki sorumluluklar yerine getirilmek kaydıyla.

     M.Fidan Güngör tarafı olmak zorunda bırakıldığı bir kavgada, davet edildiği bir evde, ev sahipleri tarafından kalleşçe kaçırılmış, yıllarca hücreler de tutulmuştur. Şehid edilip edilmediği bile belli değildir. İşin enteresan tarafı yine bölgenin önemli insanlarından İzzettin Yıldırım hocanın akıbeti, Beykoz operasyonundan sonra güvenlik birimlerince teferruatıyla ortaya çıkarılıp kamuoyuna servisi yapıldığı halde Fidan Güngör’le ilgili en ufak bir şeyin ortaya çıkarılmamasıdır. Konu ile ilgili sorular cevap bulmadan ve bu cevapların gereği yerine getirilmeden bu dönemin kapanması mümkün değildir. Bu konuda Türkiye’deki tüm Müslümanlar, Allah ve Resulünün bizler için ortaya koyduğu ilkelerin gereğini yerine getirmemeleri vesilesiyle vebal altında oldukları gerçeği kuşkusuzdur. Eğer canilerin sözlerine ya da yazdıklarına itibar ediyorlarsa onlara söyleyeceğimiz en basit şey şu olur;  İzzettin Yıldırım hocayla ilgili o canilerin gerek kendi kitaplarında gerekse sözlü olarak söylediklerine bakın bir de kamuoyuna görüntüleriyle beraber yansıyan gerçeklere bakın. Bunları yazarken benim amacım yeni bir kavganın ya da yeni bir sürtüşmenin fitilini ateşlemek değildir. Ancak bir Müslüman olarak bir zulmü dile getirmek, Hak, Hukuk ve Adalet ilkeleri gereği avazım çıktığı kadar hakkı haykırmaktır. Elbette Darul-Ukbada her şey ortaya çıkacaktır ne bir eksik ne de bir fazla. Ancak o gün geldiğinde hiç birimiz için telafi imkânı kalmayacaktır. Bu nedenle bazı soruların sorulması ve cevaplarının alınıp gereğinin yapılması Türkiye’deki tüm Müslümanlar için bir tekâlifi şer’i yedir. Bu çerçevede son zamanlarda; ‘‘Fidan Güngör’le ilgili yaptıklarımızı kamuoyuna deklere edersek biteriz…’’ diyen ve güç olmayı her şeyden daha çok isteyen güruha şu soruların sorulmasını ve cevaplarının alınıp gereğinin yapılmasını zaruri görüyorum;

     1- M. Fidan Güngör’ e ne yaptınız ve niçin yaptınız? Eğer şehit ettiyseniz cesedini neden ailesine teslim etmiyorsunuz?

     2- M. Fidan Güngör’le ilgili yaptıklarınızı kamuoyuna deklere etmekten neden ve kimden korkuyorsunuz? Sizin amacınız bir güç olmak mı yoksa İslami yükümlülükleri yerine getirmek mi?

     3- M. Fidan Güngör’ün akıbetinin ortaya çıkarılmaması size operasyon yapanlarla bir çeşit işbirliği midir? Cenazesinin nerede olduğunu gerçekten biliyor musunuz, yoksa sessizliğiniz, bilmediğinizden mi kaynaklanıyor?

     4- Eğer M. Fidan Güngör’ün ölüsü veya DİRİSİ sizde değilse kime ve niye verdiniz?

     5- Eğer gerçekten İslami bir teşekkül iseniz yaptığınız yanlışları deklere etmekten ve telafisi için bedel ödemekten korkmamanız gerekmez mi? Huzuru İlahiye hangi yüzle çıkacaksınız?

     6- Bir insana mezar hakkını dahi tanımama hakkını nerden alıyorsunuz?

     7- Son sorum da bazı İslamcılara olacak; M. Fidan Güngör ve İzzettin Yıldırım hocaya yapılanlar ortadayken dahası bu güruh bunlarla ilgili yalan dolan ve iftiralara devam ediyorken hangi hukuk çerçevesinde bu güruhun ‘değiştik’ sözüne itibar etmek istiyorsunuz? Bu şekilde davranmakla sorumluluktan kurtulabileceğinizi mi sanıyorsunuz?

     Kürtler ve aileleri açısından bu üç önder konumundaki insanın mezarlarının dahi olmaması sadece acı kelimesi ile ifade edilemez. Bu durum hak tanımaz, hukuk tanımaz Güç merkezlerinin veya onları taklit edenlerin onlara reva gördüklerinin bir fotoğrafıdır. O sebeple eğer bir ülkede veya bir toplumda dönemler kapatılacaksa öncelikle kapatılmak istenen dönemin hesaplarının kapatılması lazım. Yoksa devletler ve camialar biz bir dönemi kapadık demekle kapatamazlar. Bu dünyada kapatsalar da mahkemeyi Kübra da kapatamazlar.

     Çünkü orada; “Geçmiş Hesaplar, Zulümler Zaman Aşımına Uğra(tıl)maz.”.

     Festeqim kema ümirte (18 Temmuz 2011)


 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum