1. YAZARLAR

  2. Yavuz Yılmaz

  3. LAİKLİK, İSLAM, ALEVİLİK VE KEMALİZM
Yavuz Yılmaz

Yavuz Yılmaz

Analiz
Yazarın Tüm Yazıları >

LAİKLİK, İSLAM, ALEVİLİK VE KEMALİZM

A+A-

 

Bazı çevrelerce dillendirilen Kemalizm’in asıl amacının dini ıslah edip İslam’ın özüne dönmek kaygısı olduğu iddiası doğru değildir. Cumhuriyet Modernleşmesi sürecinde uygulamaya konulan laiklik politikalarının temel amacı, dinin toplum hayatındaki yönlendirici gücünün ortadan kalkmasıdır. Bu konuda değerli araştırmacı Ahmet Yaşar Ocak'ın " Türkiye, Türkler ve İslam" adlı çalışması konu hakkında çok değerli bilgiler vermektedir.

Kemalizm’in din karşısındaki konumunu anlamak için dikkat çekmemiz gereken dönem Tek Parti Dönemi din politikalarıdır. Kuşkusuz uygulanan din politikalarının kırılma anı Demokrat Partinin iktidara geldiği 1950 yılı olmuştur. Bu yüzden DP ve onun izinden giden siyasal partiler, muhafazakar dindar kitlelerin uzun yıllar boyunca desteğini almıştır.

Kemalizm’in din politikası hakkında temel alacağımız tarihsel dönem, 1950’de fiilen sonuna gelinen Tek Parti Dönemi ve bu dönemde uygulanan pratiklerdir. “Cumhuriyet döneminin 1950'lere kadar olan devresi, başının da yardımıyla, her alanda İslami düşüncenin ve yaşantının devletin sıkı takip ve hatta zaman zaman müdahalesine maruz kalmasıyla karakterize edilebilir. Bu sebeple bu dönemde gerçek bir İslami düşünce faaliyetinden söz edilemez. Bu devre, halkın, jandarma korkusu ve hapis tehlikesiyle yüz yüze kalma pahasına İslami gizli kapaklı öğrenmeye, üzerinde düşünmeye ve yaşamaya çalıştığı bir devredir” ( 1) Öyle görülüyor ki Tek Parti Dönemi, dindarlar açısından son derece sıkıntılı bir dönemdir. Diğer yandan din karşısında alınan pozisyon, Cumhuriyetin kurucu elit kadrosunun büyük ölçüde pozitivist bir anlayışa sahip olmasından kaynaklanmaktadır.

Kuşkusuz din devlet-toplum ilişkilerini değerlendirirken dönemin şekillenmesine etki eden kişilerin zihin yapılarını dikkate almak gerekir. Acaba Mustafa Kemal başta olmak üzere Cumhuriyetin kurucu kadrosu dine nasıl yaklaşıyordu? Bu soru konuyu aydınlatmak için son derece önemlidir. " Burada bir parantez açarak, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun İslam'a bakışını da bu açıdan değerlendirmenin doğru olacağını belirtelim. Onlar İslam’ı sorgularken, Kanaatimizce teorik İslam ile Osmanlı Kalanını birbirinden ayırmıyorlar, bugün bizim yargıya varmak için mutlaka birbirinden ayrı mütalaa edilmesi gerektiğini düşündüğümüz bu iki olguyu tek bir hadise gibi görüyorlardı. (2) Dolayısıyla tarih algısı oluşturulurken Osmanlı’nın çöküş dönemi dinamiklerinin en önemlisi din olarak görülüyor, bu yüzden dini devlet ve toplum hayatının dışına taşıyan bir zemin oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu konuda uygulamaya konan araçsal kavram ise laikliktir. Laiklik ve “din ve devlet işlerinin ayrılığı” ne de “dinin inançlar karşısında tarafsız kalarak,tüm inançlara yaşam hakkı tanınması olarak” uygulama alanı bulamıyordu. Resmi olarak din ve devletin birbirinden ayrılması olarak

tanımlansa bile, dini işleri düzenlemekle görevli olan DİB, devletin resmi bir kurumu olarak işlev görmeye devam ediyordu. Bu tutum dinin devletin denetimi altında olması gerektiğini savunan bir anlayışın devlete egemen olduğu anlama geliyordu.

Cumhuriyet döneminde uygulanan din politikalarının sahip olduğu paradigmayı anlamak için, bu paradigmaya anlam kazandıran pozitivizm ve laisizm kavramlarını analiz etmek gerekir. “ Batı Türklerinin tek bağımsız devleti olan Türkiye'de geniş ölçüde, XlX. yüzyıl Batı pozitivist düşüncesinin oluşturduğu bir laisizm anlayışı temelinde şekillenen cumhuriyetçi ve milliyetçi bir ideoloji olarak, İslam'ı genç Türkiye'nin devlet yönetiminden ve siyasetinden, toplumsal alanlarından ve hukuk sisteminden tamamıyla ve kesin olarak çıkarmış, ona yalnızca toplumsal ahlak, inanç ve ibadet alanı bırakmış, ancak onu da sıkı bir şekilde devlet kontrolüne vermiştir.” (3) Laikliğin çerçevesini devletin dini kontrol altına alması düşüncesi oluşturmuştur. DİB, bu denetimin en önemli aracı olarak kurumsallaşmıştır.

Laiklik politikaları tartışılırken önümüze çıkan zorluklardan biri de Aleviliğin teolojisi olmuştur. Kuşkusuz Aleviliğin ne olduğu konusu oldukça tartışmalı bir konudur. Bir kısım aydınlar Aleviliği İslam’ın özü olarak görürken,bir kısım aydınlar da İslam’dan çok İslam dışı inançlarla şekillenen bir inanç olarak görmüşlerdir. “İ. Melikoff'un isabetle teşhis ettiği üzere, Alevilik'teki bu Tanrı anlayışı, kısaca " Tanrı'nın insan bedeninde şekillenişi " diyebileceğimiz hulûl (incarnation) inancı çerçevesinde, eski Türklerdeki Gök Tanrı kavramının Hz. Ali ile özdeş hale getirilmesinden oluşan bir Tanrı telakkisidir.” (4) Öyle görülüyor ki, Alevilik, İslami kaynaklardan çok İslam dışı kaynaklardan gelen öğelerin İslam anlayışı ile harmanlanması sonucu oluşmuş bir dini akımdır. Alevilik klasikleri incelendiğinde hulul inancının çok fazla yer bulduğu görülecektir.

Alevilik, ana gövdenin dışında heterodoks bir yorum olarak karşımıza çıkar. Bu yorumun ana kaynağı da İslam öncesi Pagan Türk inançları İran ve Hint mistisizminin ve İslami unsurların karışımı olmasıdır. “Bu heterodoks İslam yorumunun en dikkat çeken yanı,Türkler arasında İslam'dan önce vücut bulmuş bazı dinlerin kalıntılarını İslami kavramların içinde birleştiren ve yoğuran bir senkretizm (bağdaştırmacılık) olmasıydı.” (5)

Öyle görülüyor ki, Anadolu’da İslam, biri merkez, diğeri çevre olmak üzere iki farklı kanaldan ilerleyerek günümüze kadar gelmiştir. Bu merkezi gücü Sünni İslam, çevre gücünü de Alevi İslam oluşturmaktaydı. Anadolu ise büyük ölçüde bu iki yorumun iç içe girdiği bir yer olarak görülmektedir. " Kanaatimizce Türklerin İslam yorumu, Orta Asya'dan Balkanlar'a kadar uzanan geniş coğrafya ve tarihsel süreç içerisinde birbiriyle eşzamanlı ve paralel olarak gelişen, biri Sünni (ortodoks),diğeri gayri Sünni (heterodoks) İslam yorumları olmak üzere iki

paralel süreç takip etmek tarihsel zorunluluktur; çünkü bu zorunluluk tarihsel sürecin zamanımıza kadar aynen bu şekilde cereyan etmesinden ileri gelmektedir." (6)

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu andan itibaren tasavvufi İslam, özellikle Ahmet Yesevi, Mevlana,Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli devlet tarafından daha kabul edilebilir bulunmuştur. İslam’ın tasavvuf dışındaki tanımlaması ise Arap İslam’ı diyerek dışlanmaya çalışılmıştır.

Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucu elitleri dini Türkiye’nin geri kalmasının baş sorumlusu olarak görmüşlerdir. “Genel tutumları itibarıyla Tanzimat'tan veri Batılılaşmacılar her zaman açıkça söylenmese de - İslam'ı hep geriliğin, ilkelliğin sorumlusu olarak görmüşler ve Türkiye'yi çağdaşlaştırmak için onu siyasal hukuki, toplumsal ve hatta kültürel alanın dışında tutma gerekliliğine inanmışlardır.”(7) Dindarları sürekli baskı altında tutan irtica söylemi de bu temel anlayıştan türemiştir. Dini alandaki baskıları ve dindar halkın yaşadığı sorunları dile getiren partiler sürekli olarak “dini siyasete alet etmekle “ suçlanmışlardır. “Dini siyasete alet etme” anlayışının muğlaklığı neredeyse bütün sağ ve muhafazakar partilerin aynı suçlamayla karşı karşıya kalmasına neden olmuştur. Daha açıkçası laik Kemalistler bu tanımlamayı karşılarındaki muhalefeti meşru alanın dışına taşımak için sürekli kullanmışlardır. Ayrıca Askeri darbelerin nedeni olarak Kemalist ilkelerden uzaklaşmanın yanında bir de irticai faaliyetlerin artmasını gösterilmiştir.


 

1- Ahmet Yaşar Ocak, “Türkiye, Türkler ve İslam”,İletişim yayınları

2- Ahmet Yaşar Ocak, “Türkiye, Türkler ve İslam”,İletişim yayınları

3- Ahmet Yaşar Ocak, “Türkiye, Türkler ve İslam”,İletişim yayınları

4- Ahmet Yaşar Ocak, “Türkiye, Türkler ve İslam”,İletişim yayınları

5- Ahmet Yaşar Ocak, “Türkiye, Türkler ve İslam”,İletişim yayınları

6- Ahmet Yaşar Ocak, “Türkiye, Türkler ve İslam”,İletişim yayınları

7- Ahmet Yaşar Ocak, “Türkiye, Türkler ve İslam”,İletişim yayınları

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.