1. YAZARLAR

  2. Zeki SAVAŞ

  3. “Kur’an Esaslı Aynileşme” Görüşü Hakkında
Zeki SAVAŞ

Zeki SAVAŞ

Zeki SAVAŞ
Yazarın Tüm Yazıları >

“Kur’an Esaslı Aynileşme” Görüşü Hakkında

A+A-

Hamza Türkmen’in, ciddi teorik emeğinin ve uzun yıllara yayılan pratik tecrübesinin sonucu olduğu anlaşılan “Türkiye’de İslamcılığın Kökleri” ve "Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri” adlı eserleri, Ekin Yayınları tarafından yayınlandıktan kısa bir süre sonra elime ulaşmış ve her iki eseri kısa sürede okumuştum.

Kitap eleştirisiyle ilgili genel değerlendirme yerine mevzui değerlendirmelerin daha yararlı olduğu inancını taşıdığım için adı geçen eserleri okuduğumda, etraflıca ele alınması, değerlendirilmesi ve tenkide tabi tutulması gereken konuların varlığı dikkatimi çekmişti. İzleyebildiğim kadarıyla eserlerle ilgili yapılan değerlendirmeler mevzui nitelikte değildi ve bu eserlerin içeriğine katkı sunacak değerlendirmeler yapılmadı. Kendi payıma ilk değerlendirmek istediğim konu ise, “Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri” adlı eserde “Kur’an Esaslı Aynileşme” başlığıyla sunulan projeydi.

Beş aşamadan oluşan projenin bidayesi, uygulama bakımından bölgesel olsa da projenin nihayesi, İslam ümmetinin nüvelerine uzandığı için, proje, hem Türkiye hem de ümmet bağlamında uygulanabilir bir tez olma iddiasını içinde taşıyor.

Projenin adı, sıfat tamlamasından oluşan ‘Kur’an Esaslı Aynileşme’dir. Önce tanımlama ve isimlendirmeden başlayalım. “Kur’an Esaslı” tamlayan yani sıfat ve “Aynileşme” tamlanan yani mevsuftur. Nasıl bir “Aynileşme”nin cevabı, “Kuran Esaslı”dır.

Bir defa İslam dinini din olarak kabullenen bütün bireyler ve bu din içinde bugüne kadar tezahür etmiş tüm mezhepler, mektepler ve ekoller, Kur’an’ı dinin birinci ve en temel kaynağı olarak kabul etmiştir, etmektedir ve bundan böyle de kabul edecektir. Kur’an, İslam dairesinde ve İslam kültürü içinde şekillenen bütün fıkhi, kelami ve fikri hareketlerin esasını teşkil etmiştir. Dolayısıyla İslami daire içerisinde kabul edilen tüm mezhep, mektep ve ekoller Kur’an esaslıdır. Kur’an esaslı sıfatı, hepsinin ortak sıfatıdır, belirli bir mezhebin, mektebin, ekolün, hareketin veya projenin sıfatı olamaz. Olursa, bu isimlendirmenin mefhum-u muhalifi sorun oluşturur. Yani bu ismi taşıyan mezhep, mektep, hareket veya projenin dışında kalanların Kur’an esaslı olmadığı, Kur’an'ı esas almadığı şeklinde bir değerlendirmeye kapı aralar. Böyle bir kapının aralanmasının doğuracağı düşünce tarzı, uzak ve yakın tarihteki acı tecrübelerin tekrarına yol açabilir.

Öte yandan Kur’an, "Ey iman edenler" hitabıyla bütün Müslümanlara, "Ey insanlar" hitabıyla da bütün beşeriyete hitap etmekte ve sonuç itibariyle beşeriyet için bir esas ve temel olmaktadır. Kur’an, alemlerin Rabbinden bütün beşeriyete bir hitaptır. Dolayısıyla hem kaynağı bakımından hem de içerdiği derin anlamlar açısından ne beşer arasında ne de iman edenler arasında taksim edilebilir ne de inhisarı ve tekeli kabul eder. Kur’an’ın kaynağı, muhtevası ve kapsayıcılığı, onun belirli bir mezhebin, mektebin, ekolün veya hareketin ayırt edici sıfatı olarak kullanılmasına manidir.

Kur’an esaslı aynileşme projesinde üç temel soruya cevap verilmemiştir. Birinci soru, Kur’an Esaslı Aynileşmeden kasıt nedir? İkinci soru, Kur’an Esaslı Aynileşme mümkün müdür değil midir? Üçüncü soru, bu projenin dışında kalan, bu projenin kapsama alanına girmeyen farklılıklar nasıl değerlendirilecektir?

Konunun girişinde Kur’an esaslı aynileşme; Kur’an eksenli yeniden inşa süreci, yöntem olarak peygamberlerin sünnetine tabiiyet, zulüm ve ifsada tavır alma, vahyi mesaja kulak verme,vahyin şahitleri olma ve her türlü zulüm ve şirke hayır deme gibi kilit cümlelerle açılmaya çalışılmıştır. Ne var ki, bu kavramlar ve cümleler külli kriterlere işaret ettiği için bunların içini doldurmada ve uygulamada  Müslümanların çok farklı düşündüğü ve düşüneceği muhakkaktır. Kur’an esaslı aynileşme için Kur’an’ı esas alarak detayları çıkarılmış bir proje sunulduğu zaman da, aynileşmenin Kur’an üzerinde mi yoksa Kur’an’dan yapılan çıkarımlar üzerinde mi sağlandığı konusu gündeme gelecektir. Böyle bir durumda aynileşmenin Kur’an’dan yapılan çıkarımlar üzerinde olacağı kuşkusuzdur. Hal böyle olunca, Kur’an’dan çıkarımda bulunmak, ehil olan her Müslümanın hakkıdır ve bu hakkı kullanmak, farklı çıkarımları, içtihatları ve istinbatları kaçınılmaz kılacaktır; bu farklılıklar yöntemlere de yansıyacaktır. Bu durumda Kur’an esaslı aynileşmeyi nasıl tanımlayacağız? Sadece kendi çıkarımlarımızın Kur’an esaslı olduğunu, diğerlerinin olmadığını iddia edersek, hem Kur’an’ı kendi tekelimize alma gibi bir yanlışa hem de diğerlerini Kur’an esaslı olmama gibi bir ithama tabi tutma hatasına düşmüş olacağız. Görünürde Kur’an üzerinden ama gerçekte Kur’an’dan olan kendi çıkarımlarımız üzerinden aynileşmeye davet veya dışlama gibi sakıncalı bir sürece sürüklenme tehlikesiyle karşılaşabileceğiz.

Kur’an esaslı aynileşmeden maksat, Kur’an’ı Peygamber’in ve peygamberlerin sünneti muvacehesinde esas almak ise, o zaman da kendi çıkarımımız, mezhebimiz, ekolümüz veya projemiz için Kur’an esaslı aynileşmeyi ayırt edici sıfat olarak kullanamayız.

"Kur’an Esaslı Aynileşme" şeklinde bir tanım veya tanımlama kullanılacaksa, bunu ancak Kur’an’ı temel kaynak olarak alma şeklinde anlamlandırabiliriz. Yaşamında ve mücadelesinde Kur’an’ı ana kitap olarak kabul eden herkes Kur’an esaslıdır ve Kur’an esası üzerinde aynileşmiştir. Böyle bir anlamlandırma da yukarıda değinildiği gibi, belirli bir proje veya yapıyı değil, İslam dairesi içinde yer almış olan ve alacak olan sayısız mezhep, mektep ve ekolü kuşatmaktadır.

İkinci temel soru, Kur’an Esaslı Aynileşme mümkün müdür değil midir şeklindeydi. Bu soruyu tüm beşeriyet açısından değil, iman edenler açısından ele alalım.

Eğer Kur’an esaslı aynileşmeden maksat, Kur’an’ı esas almak ise, bütün iman edenler Kur’an ve sünneti  esas kabul ediyor ve bu anlamda zaten bir aynileşme vardır. Eğer maksat, aynı çıkarımda bulunmaksa, bu mümkün değildir. Çünkü;

1-Temel dini metinler samıttır. Bu metinlere başvuran insan ise seyyal bir hayata sahiptir. İnsan, seyyal hayatın mucibince bir takım beklentiler, arayışlar, sorular, faraziyeler ve önyargılarla  dini metinlere başvurur.

2-İnsanların idraki, bilgi ve bilinç düzeyi hem aynı çağda ve hem de çağlar arasında farklılık göstermektedir.

3-Kur’an, anlam katmanlarına sahiptir. Her çağın insanı kendi bilgi, bilinç ve ihtiyaçlarına bağlı olarak Kur’an’ın hakikat perdelerini tek tek aralamaktadır. Kur’an’ın mucizevi yanlarından biri de her çağın ihtiyaçlarına cevap verecek kadar derin ve zengin hakikatleri ve anlamları ihtiva etmesidir.

Bu üç temel sebepten ötürüdür ki, İslam tarihi boyunca birbirinden farklı, birbirini zamanın gerisinde bırakan çok zengin bir tefsir birikimi, hadis yorumu, mezhepler, mektepler ve fikri ekoller oluşmuştur. Bu farklılıklar doğaldır ve hatta kaçınılmazdır; aynı zamanda da İslam kültürü açısından önemli bir zenginlik ve hazinedir. Zaman zaman farklılıklar arası husumetin ve çatışmanın yaşanmış olması, talihsizliktir ve Kur’an ile hayatı doğru okuyamamanın sonucudur. Elbetteki farklılıklardan kastımız, ihlas ve samimiyetle yapılan çalışmalardır, art niyetli çıkışlar değil.

Kur’an’dan çıkarımlarda aynileşmenin mümkün olmayacağına dair yakın  bazı örnekler vereceğim.

Hamza Türkmen, adı geçen eserlerinde Seyyid Kutup’un düşüncelerine ve projelerine büyük önem verir. Söz konusu projenin de Seyyid Kutup’tan mülhem olduğu yine Türkmen’in ifadelerinden anlaşılmaktadır.

Seyyid Kutub’un sözünü ettiği Kur’an nesli yetiştirme, sosyal bir örneklik oluşturma, sünnete binaen kitle içinde yer tutup aşağıdan yukarıya doğru yönelme, zulme ve ifsada karşı çıkma ve bu minvaldeki fikirlerinin ve özlemlerinin neredeyse tamamı, Mısır’da değil de İran’da İmam Humeyni tarafından gerçekleştirildi. İmam gerçekten bir nesil terbiye etti. Tabandan tavana doğru ilerledi. Hem ülke hem de dünya sathında zulme, ifsada ve küfre karşı savaş açtı. Ne var ki, Seyyid Kutup ile İmam Humeyni’nin fıkıhtan kelama, tasavvuftan tefsire uzanan çizgide birbirinden çok farklı yaklaşımları, çıkarımları ve kabulleri vardır. Seyyid Kutup, tasavvufa ve İbn-i Arabi’ye olumsuz bakarken, İmam Humeyni, Gorbaçov’a gönderdiği mektupta ona İbn-i Arabi’nin kitaplarını tavsiye eder. Şimdi bu iki şahsiyetten birine Kur’an esaslı, ötekisine değil denebilir mi? Peki Kur’an esaslı aynileşmişler denebilir mi? Kuran esaslı aynileşme açısından baktığımızda bu şahsiyetleri hangi çerçevenin içinde ve hangi çerçevenin dışında göreceğiz?

Kur’an’ı temel kaynak ve esas kabul etmek, onu hayatın rehberi olarak görmek noktasında her ikisi de Kur’an esaslıdır ve bu esasta aynileşmişlerdir. Ne var ki, her konuda Kur’an’dan çıkarımları ayni değildir ve bu bakımdan aynileşmemişlerdir. Eğer biz hadiseye belirli bir Kur’an tefsirini ve muayyen bir istinbat şeklini Kur’an’ın yerine koyarak bakarsak, o zaman mecburen birini içeride ötekini dışarıda görmek zorunda kalırız. Ama Kur’an’dan beslenmeyi esas alırsak, Kur’an’dan beslenen herkesi Kur’an esaslı aynileşme dairesi içinde görebiliriz. Çünkü  aynileşme, kaynakta sağlanmaktadır. Kaynaktan beslenmede ortaya çıkan farklılıklar kaçınılmazdır, yararlıdır ve kaynak üzerindeki aynileşmeyle çelişki oluşturmaz.

Bir başka örnek Mevlana’dır. Mevlana ile ilgili değerlendirmelerde çok zıt yaklaşımlar söz konusudur. Kimileri onu, hatem’ül arifin olarak görürken, kimileri onu dalalet sınırları içine kadar çeker.

Merhum Allame Taki Caferi, daha hayatta iken kendisiyle ilgili uluslar arası kongre düzenlenecek kadar büyük bir alim ve filozof idi. Mevlana’nın Mesnevisi ile ilgili “Mesnevi’nin Tefsiri, Tenkidi ve Tahlili(Tefsir ve Nekd ve Tahlil-i Mesnevi)” adında 15 ciltlik muazzam bir eser yazmıştır. Allame, bu eserinde Mevlana’nın yaklaşık Kur’an’ın yarısını kendi şiirlerinde delil olarak getirdiğini yazar.(1)

Allame Caferi, Mevlana’nın Kur’an’a olan vukufiyeti ile ilgili de şöyle der:

“Celaleddin’in Kur’an ayetlerine ilişkin bilgisi ve bu semavi kitaba olan aşinalığı öyle bir düzeydedir ki, onun Kur’an’ın tümünü veya ayetlerin ekseriyetini ezbere bildiğini söylemek gerekir. Ancak bu çok önemli değildir. Çünkü İslam toplumlarında hafız sayısı bol miktardadır. Bu konuda Celaleddin’i diğerlerine üstün kılan yön, onun Kur’an ayetlerini hatırlatma gücüdür. Bu aydın düşünür, bazen ayetleri öylesine yerinde delil getirip tefsir eder ki, gerçekten hayret vericidir. Bu türden uygulama, delil ve tefsir Mesnevi’de fazlasıyla mevcuttur ve öylesine dakik ve iyi yapılmış ki, dikkatli araştırmacılar tefsir ve tatbik edilen ayeti daha önce hiç görmemiş gibi bir duyguya kapılırlar.(2)

Dr. Kerim Zendi de Mesnevi ile ilgili her bir cildi yaklaşık bin sayfa olan yedi ciltlik bir şerh yazmıştır. Son cildinde 52 sayfa boyunca Mesnevi’deki hangi beytin hangi ayetin tefsiri veya hangi ayetten mülhem olduğunu beyit numaraları vererek fihrist halinde hazırlamıştır. Hemen arkasından da 28 sayfa boyunca hangi beytin hangi hadise dayandığını göstermiştir.(3)

Yaklaşık kırk yıl boyunca Mevlana üzerinde çalışan ve Mevlana’yı hakikatlerin madeni ve marifet feyzlerinin çeşmesi olarak nitelendiren Bediüzzaman Füruzanfer, “İnsaflıca itiraf edeyim ki henüz ilk adımda kaldım ve Mevlana’nın sözlerindeki esrarın başına bile yetişemedim”  diyor.(4)

Mevlana’nın Kur’an ile irtibatı ve Kur’an’ın Mevlana üzerindeki etkisiyle ilgili ilgi çeken konulardan biri de Mesnevi’deki hikayeler ile Kur’an kıssaları arasındaki irtibattır. Bu konuda müstakil eserler yazılmış, ilmi, tahkiki çalışmalar yapılmıştır.(5)

Şimdi Mevlana’nın düşünceleri, eserleri ve yöntemi Kur’an esaslı mıdır değil midir? Kur’an ve sünnetten beslenmiş midir değil midir? Kur’an esaslı değilse, sebebi nedir? Kur’an esaslı ise, kiminle aynileşmekte ve kiminle gayrileşmektedir?

Mevlana, İbn-i Arabi, Seyyid Kutup ve İmam Humeyni’yi örnek seçelim veya İslam tarihi boyunca iz bırakmış, eser bırakmış ve mektep oluşturmuş seçkin alim, mütefekkir ve arifleri ve tabilerini de bu örnek gruba dahil edelim. Bunların toplamını Kur’an esaslı aynileşme açısından nasıl değerlendireceğiz? Mezhepleri, mektepleri ve meşrepleri farklı olan bunca alim ve düşünürün tümünü Kur’an esaslı aynileşme içinde mi göreceğiz yoksa içlerinden birini veya birilerini adı geçen tanımın içinde ve diğerlerini dışında mı değerlendireceğiz?

En makul ve meşru cevabın, tümünün Kur’an esaslı olduğu, dinin temel ilkelerinde aynılaştıkları ama sonrasında, yöntemde ve Kur’an’ın hakikatlerini açığa çıkarmada aynileşmedikleri ve birbirlerinden önemli ölçüde farklılaştıkları şeklinde olması gerektiği inancındayım. Dolayısıyla ‘Kur’an Esaslı Aynileşme’yi ancak Kur’an’dan beslenme şeklinde tanımlayabiliriz; aynı tefsir, istinbat, öncelik ve metod üzerinde aynileşmek şeklinde tanımlayamayız.

Hamza Türkmen, Kur’an esaslı aynileşmede üç esası öne çıkarıyor: “1-Gaybi konularda veya akaid alanında Kur’an’ın delaleti açık nasslarının belirleyici olması. 2-Hadisten Fıkıh ve Kelam ilmine kadar üretilmiş olan İslam kültürünün Kur’an’ın hakemliğinde değerlendirmeye tabi tutulması ve uygulamalarda bu sonuçtan yararlanılması. 3-Tarih ve toplum analizinde ve metodik ilkeleri değerlendirmede Kur’an bütünlüğü içinde ilahi bildirimlerin ölçü edinilmesi.”

Birinci madde tamamen usul ilmiyle ilgilidir. Kur’an ayetleri delalet açısından delaleti vazıh ve gayrı vazıh olarak ikiye ayrılır. Delaleti vazıh olanlar da nass, zahir, muhkem ve mübeyyen diye taksim edilir. Zahir’in dışındakilerin belirleyiciliği konusunda ittifak var iken zahirin belirleyiciliğiyle ilgili mezhepler arasında görüş farklılıkları vardır. Bu farklılığa rağmen Kur’an’ın zahirinin de hüccet olduğu yönünde yine ittifak vardır. Kısacası birinci madde usul ilmi ve uleması arasında ihtisasi bir mevzu olup genel olarak hangi gruptaki ayet ve hadislerin itikadi ve ahkam konularında delil olacağına dair genel bir ittifak sağlanamamıştır ve sağlanması da çok zordur.

İkinci maddede ise, iki temel zorluk var:

Birinci zorluk, Kur’an’ın hakemliği ile ilgilidir. Kur’an, canlı bir hakem değildir. Taraflar Kur’an’a başvurduğunda her zaman aynı sonuca ulaşmıyorlar. Bazı meselelerde bin küsur yıldır Kur’an’a başvuruluyor ama bir türlü ortak sonuca ulaşılamıyor. Abdestte ayağın yıkanması mı yoksa meshi mi gerekir meselesi en çarpıcı örnektir. Akaid ve fıkıhla ilgili çok sayıda böyle örnekler vardır. Kur’an, kendisine başvuranlardan birine, “Sen haklısın, ötekisine de sen yanlışsın” demiyor. Çünkü Kur’an samıttır. İhtilafın taraflarından her biri, Kur’an’ın kendisini desteklediğini, kendisine hak verdiğini iddia ediyor.  Dolayısıyla kelami, fıkhi ve hareki içtihad mevzularında birlikteliği sağlamak için Kur’an’ın hakemliği meselesi canlı bir varlığın hakemliği gibi değildir. Kur’an, bütün taraflara bir külliyat arz ediyor ve susuyor. Kur’an, kendi tefsiri, tevili, yorumu ve kendisinden yapılan istinbatlar arasında hakemlik yapmıyor. Biz iman edenler kendi sorunlarımızı çözmek veya doğruyu yakalamak için Kur’an’ın hakemliğine başvuruyoruz ama biz iman edenler sayısız cihetten birbirimizle farklı olduğumuz için yaptığımız başvurudan farklı sonuçlarla geri dönüyoruz ve sonra da kendi aramızda edindiğimiz farklı neticeleri tartışıyoruz. Dolayısıyla hiç birimiz, “Kur’an benim çıkarımımı aynen onayladı veya benim çıkarımım Kur’an’ın ta kendisidir ve diğer çıkarımlar Kur’an’a aykırıdır” deme hakkına sahip değil. Hal böyle olunca da üretilmiş İslam kültürünü Kur’an’ın hakemliğinde değerlendirme sonuçları, ancak bu değerlendirmeyi yapanları ve bu değerlendirmeyi benimseyenleri bağlayacaktır.

Kelami mezheplerin tarihi seyrine bakıldığında İslam’ın ilk asrında Hadis Ekolü hakimdi. Ahmed b, Hanbel bu ekolün kabulleri temelinde İslam akaidini tedvin etti. Hadis ekolünun içinden geçmişi eleştiriye tabi tutan ve aklı önceleyen Mutezile mezhebi çıktı. Mutezile mezhebinin içinden bu mezhebi ve Hadis ekolünü birden eleştiriye tabi tutan Eş’ari mezhebi çıktı ki, Eş’ari mezhebi Mutezile ile  Hadis ekolü arasında ama Hadis ekolüne daha yakın bir yerde durdu. Eş’arı mezhebinin içinden geçmiş üç mezhebi eleştiriye tabi tutan Maturidi mezhebi çıktı ki, bu mezhep de Eş’ari ile Mutezili arasında ama Muteziliye daha yakın bir yerde durdu. Şia eksenli itikadi mezheplerle Sünni kökenli mezhepler arasındaki farklar ise, daima var oldu. Kısacası İslam tarihindeki temel kelami mezheplerin sayısını on tane kabul etsek bile, bu on mezhepten doğan diğer yan mezheplerle birlikte yüze yakın kelami mezhep tezahür etmiştir.(6) Ancak bunlardan beş tanesi varlığını sürdürmüş, diğerleri uzun vadede kalıcı olamamıştır.

Kelami ve fıkhi mezheplerin tarihi; geçmişi değerlendirip/eleştirip yeni bir çıkışın, Müslümanları veya onların ekseriyetini bir ekolde toplayamadığını göstermektedir. Bu türden değerlendirmeler, var olanlara yeni bir mezhep ve ekol eklemiştir. Her yeni çıkış, gizli kalan hakikatlerden bazılarını açığa çıkarması ve mevcutların eksikliklerini saptaması bakımından çok değerlidir. Ancak her yeni çıkış, diğerlerinin varlığının sonu olmamıştır.

Tarihimiz, Hamza Türkmen’in belirttiği anlamda bir değerlendirmenin yapılabilmesi halinde de olacak olan şeyin, var olanlara yeni bir mezhebin, meşrebin ve ekolün eklenmesi olacağını göstermektedir; geçmişte çok kez olduğu gibi. Dolayısıyla böyle bir çıkış, ümmet açısından Kur’an esaslı aynileşmenin öne çıkan esası olamaz. Ümmetten bir bölümün belirli bir çıkarım ve değerlendirmede aynileşmesi için öne çıkan esas olabilir.

İkinci zorluk, adı geçen değerlendirmeyi kimin veya kimlerin yapacağı, daha doğrusu kimlerin yapabileceği mevzusudur. Hadisten, fıkıh ve kelam ilmine kadar üretilmiş İslam kültürünün böyle temel taşlarının hangi koşullarda atıldığı veya temel değerlendirmelerinin hangi imkanlar içinde yapıldığı dikkate alınırsa, hem Türkiye’de hem de İslam dünyasının çoğunda bu türden değerlendirmelerin yapılabilmesi için gerekli ilmi ve mektebi alt yapının olmadığı, Müslümanların elzem olan imkanlardan mahrum olduğu açıkça görülecektir.

Mektep düzeyinde fikri üretimi  sağlayacak ve temel ilimlerde dinamizmi oluşturacak mercilerin ve otoritelerin yetişmesi için lazım olan imkanların sıfırlandığı koşullarda, böyle bir çıkışın yapılması ne kadar mümkün olabilir? Bu türden çıkışlar, siyasi ve kültürel alanlarda gerçekleşmesi gereken bir silsile-i mukaddimeye ihtiyaç duyar.

Üçüncü esastaki tarih, toplum ve metodik değerlendirmeler konusu ise, farklı çıkarımlara çok daha açık konulardır. Bu konulardaki temel ölçüler üzerinde mutabakat sağlamak, fıkıh ve kelam gibi alanlara oranla daha zordur.

Sonuç itibariyle Hamza Türkmen’in Kur’an esaslı aynileşmede öne çıkardığı esaslar, ümmetin genelinin veya bir ülkedeki Müslüman toplumun üzerinde ittifak edebileceği nitelikteki esaslar olmaktan ziyade belirli bir kesimin üzerinde mutabakat sağlayabileceği esaslar mahiyetindedir. Ümmete veya topluma nisbetle mahdut bir kesimin bu esaslar üzerinde sağlayacağı aynileşmenin de ‘Kur’an esaslılığı”nı ayırt edici sıfat olarak kullanmasının mahzurlu olacağı yukarıda müdellel olarak ifade edilmiştir.

------------------------------------------------------

Dipnotlar

1- Taki Caferi, Tefsir ve Nekd ve Tahlil-i Mesnevi C. 1,sh:772

2- Feyzi Kerim, Mesnevi-yi Manevi-yi Mevlevi sh: 63

3- Zendi Kerim, Şerh-ı Camı’-ı Mesnevi-yi Manevi, c:7 sh:14-92

4- Beduüzzaman Füruzanfer, Şerh-ı Mesnevi-yi Şerif, c: 1, mukaddime

5- Fasılname-i Pejoheşha-yı Edebi(Vije Dastanperdazi-yi Mevlevi), sayı:16

6- Golpaygani Ali Rabbani, Fırek ve Mezahıb-ı Kelami

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.