KİMLİKSİZLİĞİ KİMLİK EDİNMEK
İnsan ağlayarak dünyaya gelir. Belki ağlamadan dünyaya gelenler de vardır. Var ya da yok mesele bu değil tabi. Herkesin kendine göre bir anlam yüklemesi olabilir bu ağlamaklı gelişe. Bu hususta bir anlayış birliği arayışına gerek yoktur. Çünkü bu doğaldır ve doğal olan rahatsız edici değildir. Her insan her açıdan farklıdır. Öyle ki ‘insanın varlığı insanın farklılığına bağlıdır’ dense yanlış olmaz. Bir de üzerine doğduğumuz tabiat var. Tabiat her açıdan farklılıklarla bezenmiş bir sanat eseri. Şayet insanın ağlayarak dünyaya gelmesini bir sorun olarak kabul edecek olursak, o zaman bu dünya hayatının her aşamasında sorunlar var demektir.
İnsan soru ve sorunlarla boğuşurken, hayat da soru ve sorunlarla yoğrulmuş olur. İnsan anlamaya çalışan bir varlıktır. Kendisini anlamaya çalışır. Çevresini anlamaya çalışır. İnsan bir taraftan anlamaya çalışırken diğer taraftan anlamlandırmaya çalışır. Hayatın hamuru bu şekilde yoğrulur. Her anlamlandırma bir karara varmadır. İnsanın ‘bu budur’ dediği an, insanın karar verdiği andır. Soru, sorun ve çözüm, hayat yoğrulurken insanın yol aldığı basamaklar. Neyin ne olduğu soruyla, anlamaya çalışmak sorunla ilgilidir. Çözüm ise varılan kararla alakalıdır. Bütün bunlarda bir de önem sırası vardır. İhtiyacın önem ve önceliği, sorunun da önem ve önceliğini oluşturur. Ekstra arzu ve istekler sonra gelir. Merak etmek ise insanın has özelliği. Merak etmek arayışların, buluşların dinamosu gibidir.
İnsanın ihtiyaçları sadece biyolojik değildir. Bunu fark etmek önemlidir. İnsanın bir ruhsal tarafı da vardır. Onun için insanın ruhsal ihtiyaçlarından söz ediyoruz. İnsan ruhuyla bedeniyle bir bütündür. Bedensel ihtiyaçlar somut, ruhsal ihtiyaçlar soyuttur. Bu böyle olduğu için çözüm yolları da farklıdır. Yeme, içme, barınma ve giyinme gibi ihtiyaçlar bedenle ilgili, inançsal, düşünsel ve entelektüel ihtiyaçlar da ruhla ilgilidir. Allah insanı öyle yaratmış ki, insanın hayretler içinde kalmaması mümkün değil. İnsan, kendini görmezden gelmemeli. Var olan görülmese de vardır. Onun için bütüncül bakmak ve ona göre değerlendirme yapmak gerekir.
İnsan bütüncül bir değerlendirmeyi nasıl yapacak? İnsan en güzel surette yaratılmış ama aynı zamanda eksik tarafları da vardır. İnsan yardıma muhtaç bir varlıktır. İnsanın gücü her şeye yetmez. Her şeyi bırakalım kendisine bile yetmez. İnsanın niçin var olduğu sorunu en öncelikli sorun olarak önünde durmaktadır. Bunu çözmeden nasıl bir hayat yaşar? Herkesin kendine göre bir cevabı olmalı. Kendine göre derken burada insanın kimliğine bir vurgu söz konusu. Yani her insanın kendine göre özellikleri var. İnsan bu kendisine göre olan özelliklerle birlikte kendisi olur. Özne olmak, fail olmak, karar ve kanaat sahibi olmak bu “kend’öz”le ilgilidir. Buradan hareketle varacağımız yer, değerlerin olduğu yerdir. İnsanın kimliğini değerler oluşturur.
Kimliksizlik nasıl kimlik olur? İlginç bir çelişki: olmayanı oldurmak. Önce şu kimliksizlik üzerinde duralım. Daryüs Şayegan, Batı Karşısında Asya kitabında bu konuya değiniyor. Batı’nın fetret döneminden söz ediyor. Batı’nın fetret dönemini, artık ne dünyaya ve ne de ahirete tabi olan bir dönem olarak izah ediyor. Bu durumu Batı’nın her şeyi inkâr eden hastalıklı bir bilinç aşaması olarak açıklar.
Yine aynı şekilde fetret dönemini zamanın ruhu olarak tanımlar. Fetret döneminin zararından hiçbir uygarlığın, hiçbir kültürün kaçmasının mümkün olmadığını söyler. Devamında sözü bize getirir: “Biz de fetret dönemindeyiz. Yani her iki yönden de henüz değil aşamasındayız. Ancak şu farkla: Batılılar yeni atılımlar peşindeyken, biz, tanrıların ölümünü afallamış bir halde seyrediyoruz. Yani biz fetret döneminin çocuklarıyız. (…) Ne kendimizle halvetimiz var, ne yapayalnızız. Ne Tanrı’ya tevekkül ediyoruz, ne de böyle bir şeyin iddiasındayız. Ne teslimiyetle donanmışız, ne de inkârın maddeci gücüyle silahlanmışız. Kimliksizlik artık bizim kimliğimizdir.” (s.90)
Genelde bütün insanların, özelde ise Müslümanların içinde bulunduğu durum, bir kimliksizlik durumudur. Ben bu kimliksizliği, belirsizliğin oluşturduğu bir girdaba benzetiyorum. Kendi karar ve tercihlerinin değil, başkalarının karar ve tercihlerinin sürüklediği bir yaşamsal durum söz konusu. Buna insanın kendi hayatı denmez. Buna başkasının hayatı denir. Hayatın hayat olması için, hayat sahibinin kurgusu olan bir benliği olmalıdır. Bir benlik kurgusu olanlar, değerler eşliğinde değerlendirme yapabilir. Bir benlik kurgusu olmak demek bir kimlik sahibi olmak demektir. Müslümanın benlik kurgusunu ve dolayısıyla kimliğini İslami değerler oluşturur.
Abdurrahman Arslan, Sabra Davet Eden Hakikat adlı kitabında kimlikle ilgili olarak şu görüşlere yer verir: “İslam cihetinden kimlik, insanın veya toplumun taşımakta olduğu bir unvan, bir isim değildir; kimlik ulus devletin dediği anlamda sadece bir aidiyet sayılmaz. Kimlik varoluşsal bir özellik taşımakta olup, dünyaya, hayata ve insanlara atfettiğimiz anlamla alakalıdır. Kökleri inanma biçimimizde bulunmakta; bizim diğer insanlarla niçin birlikte olduğumuzu ve nasıl olacağımıza anlam ve imkân vermektedir.” (s.169) Nehri Geçerken kitabında ise şunları yazmış: “İslam’a göre en azından kimlik, bir insanın dünya görüşünü içerir. Basit bir ifadeyle, bizim neyi yiyip neyi içmediğimiz de kimliğimizin bir parçasıdır. Ticaret yaparken bir şeyin haram, helal olduğunu söylediğimiz andan itibaren bu bizim kimliğimizin bir parçasıdır. Mahremiyet ile namahremiyet ilişkisinin içerisindeki davranış kalıplarımız da bu kimliğin bir parçasıdır. Dolayısıyla İslam kimliği böyle bir dünya görüşü olarak tanımlanabilir.” (s.112)
Şimdi bütün bunları dikkate aldığımızda bir kart olarak üzerimizde taşıdığımız kimlik kartının kimliğimizle bir ilgi ve alakasının olmadığını görmek gerekir. Ne yazık ki üzerinde dini İslam yazılı nüfus cüzdanının, İslami bir kimlik için yeterli gören egemen bir anlayışın varlığı söz konusudur. Bunun hiçbir şey ifade etmemesi gibi, içerik, anlam ve eylemden yoksun sözlü ifadeler de hiçbir şey ifade etmez. Yani asıl olan içeriktir, anlamdır, eylemdir. Bir kimliğin gerçekten kimlik olması için, değerlere, niteliklere ve ilkelere bağlı olması gerekir. Kimliksizlik ise değersizlik, niteliksizlik ve ilkesizlik demektir. Kimliksizlik yaftasının bugün en çok halkı Müslüman olan ülkeler için geçerli olduğunu hoşumuza gitmese de söylemek zorundayız. Atasoy Müftüoğlu’nun dediği gibi İslam her şeyden önce ahlaki bir kimlik olarak ortaya çıkar. Var mı böyle bir emare? Aynı şekilde bilinç kaybından da söz ederek diyor ki; bilinç kaybı kimlik kaybına, kimlik kaybı da ufuk kaybına neden oluyor. Öyle değil mi? Bizim bugün içinde bulunduğumuz durum bundan farklı mı?
Müslüman olduğumuzu söylüyoruz ama İslam’la alakamız kalmamış. İnsanın söylediğini olmaması kadar vahim bir şey yoktur. İnsanın hiçbir yer ve değerle bağ ve bağlantısının olmaması, insanı kimliksiz yapar. Kimliksizlik ortalık yerde başıboş kalmak demektir. Yönü ve yeri olmamaktır. Bu yönsüzlük ve yersizlik sarhoşlukla çakışan bir durumdur. Biz Müslümanlar tam olarak bir sarhoşluk hali içindeyiz. Ne zaman ve nasıl kendimize geleceğimizi de bilmiyoruz. Daha doğrusu yanlış bir kendilik bilinciyle sersemlemiş vaziyetteyiz. Böylece sahte olanın hak libasıyla oluşturduğu şerre maruz kalıyoruz. Bütün bunların farkında olmadığımız için de Şayegan’ın dediği gibi kimliksizlik kimliğimiz olmuş. Kimliksizliği kimlik edinmekten daha büyük bir felaket olmaz, olamaz.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.