1. YAZARLAR

  2. İbrahim KARAGÜL

  3. Keşke görmeseydim!
İbrahim KARAGÜL

İbrahim KARAGÜL

İbrahim KARAGÜL
Yazarın Tüm Yazıları >

Keşke görmeseydim!

A+A-

Hangi ülkeye, hangi şehre gitseniz bu kadar üzülürsünüz, acı duyarsınız? Görmek için bu kadar can atıp, gördükten sonra “keşke görmeseydim” demenin hayal kırıklığı ölçülebilir mi? Bir ülkenin, bir kadim şehrin, bir milletin böylesine yıkıma uğratılmasını haklı çıkaracak, en azından katlanılabilir kılacak hangi gerekçe olabilir?

Hele bu ülke, bu şehir, tarihinizin, kültürünüzün merkezlerinden biriyse, bu yüzden çok sevdiyseniz, mahallelerinde ve sokaklarında anılarınız varsa, yaşayacağınız üzüntüyü hiçbir siyasi hesap telafi edemez.

Bağdat bombalanırken “aslında İstanbul bombalanıyor” diye yazmıştım. Samarra'da katliamlar yapılırken buranın tarihini hatırlayarak ürpermiştim. İngilizler Kut-ul Amara'daki anılarına akın ederken bir kuşak öncesini hatırlamaktan aciz olmamızın felaketini hissetmiştim.

Bağdat, Şam, Kudüs, Buhara, Kahire, İstanbul bizim geçmişimiz ve geleceğimizdir. Geçmişimizi olduğu gibi, geleceğimizi de kuracak olan şehirlerdir, devletler değil. Ne kadar yıkıma uğrasa da bu şehir nice imparatorluklar yıkmıştı. Yine yıkacaktır. Bu Amerikan imparatorluğu olsa bile yıkacaktır.

Geçmişimizin Bağdat'ı nice yıkımlar atlattı. Moğol felaketini yaşadı. İnanıyorum ki, hiçbir yıkım, hiçbir felaket bu şehre böylesine zarar vermedi. Moğollar bile Bağdat'a böyle hakaret etmedi. Bu yüzden diyorum: Hiçbir askeri hesap, hiçbir ekonomik amaç, hiçbir siyasi planlama böyle bir acımasızlığın üstünü örtemez. Bu hesaplar ister ABD'nin olsun, İster İngiltere'nin olsun isterse Türkiye'nin olsun…

Bunlarla birlikte düşünsek bile, Bağdat'ın jeopolitiğinin çanakkale'den başladığını biliyoruz biz. Bağdat düşerse çanakkale'nin geçileceğini ya da çanakkale geçilirse Bağdat'ın ayakta kalamayacağını biliyoruz. İstanbul'un savunmasının Bosna'dan ve Şam'dan başladığını bildiğimiz gibi. öyle olmadı mı? Dünümüzün, bugünümüzün, yarınımızın bu şehirler olduğunu bildiğimiz gibi.

Bütün bunları yazmak için Bağdat'ı bir gün görmek bile yetiyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın bir günlük Bağdat ziyaretinde, iki ülke arasında yapılan ve geleceğe ilişkin çok şey içeren “entegrasyon” anlaşmaları Türkiye'nin bu ülkeye sadece siyasi ve ekonomik değil, kültürel olarak da yakınlaşması için önemli bir adım oldu. Ancak yine Başbakan'ın “Bir medeniyet merkezi yok edildi” sözü, gördüklerimiz karşısında yaşanan psikolojik durumu net olarak ortaya koyuyordu.

İlk kez Türkiye Başbakanı için alanın sivil bölümünde şaşaalı bir tören düzenlendi. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad bile askeri piste indirilmişti. Sadece Ahmedinejad ve Tayyip Erdoğan kente karayolu ile götürüldü. ürdün Kralı Abdullah güvenlik nedeniyle Bağdat'a bile gelemedi. ABD ve İngiliz liderlerinin gelişinin ise Irak'la hiç ilgisi yok.

Daha karşılama töreninde gaydalı bando ekibini görünce aklınıza ilk gelen “sömürge” kavramı oluyor. Alandan Yeşil Bölge'ye gidene kadar farklı üniforma görüyorsunuz. Irak askeri, polisi, özel güvenlik şirketlerinin askerleri, Amerikan zırhlıları, İngiliz askeri araçları… Yol boyunca elleri tetikte, alarm durumunda askerler, yol kenarlarında sık aralıklarla bekleyen zırhlılar, ABD askerleri, sürekli uçuşan helikopterler ve duvar!!!

İsrail-Filistin arasındaki duvarları biliriz biz. Şehirleri, mahalleleri, aileleri bölen, okulu öğrencisinden, hastaneyi hastasından, camiyi cemaatinden ayıran o yüksek duvarları… üzerlerine özgürlük sloganları ve özlemleri yazılan duvarları…

Bağdat'ta bunun çok daha acımasızını görüyorsunuz. Yüzlerce yıl aynı mahallede, aynı sokakta yaşayanlar birbirinden koparılmış, yollar beton bloklarla kapatılmış, köprüden geçerken beton bloklardan Dicle nehrini bile göremiyorsunuz. Bu kadar mı? Evlerin, malikanelerin bahçeleri bu duvarlarla kapatılmış, birkaç metre ötesini göremiyorsunuz. Zırhlı araçlar içinde, korumalar eşliğinde, harabeye dönüşmüş havaalanından alınıp, harabeye dönüştürülmüş yollarda bütün engellerde dura dura ilerleyip ABD'nin Bağdat'taki siyasi merkezi olan Yeşil Bölge'ye götürülüyorsunuz. Yol boyunca gördüğünüz tek şey gökyüzü. Irak neresi, Bağdat neresi, insanlar nerde?

Bir sahte güvenlik vahası oluşturulmuş. ABD askerlerinin girişte Irak Başbakanı'nı bile aradığı kontrol noktalarından girilen... Bir bakanlıktan öbürüne, Başbakanlık'tan Cumhurbaşkanlığı'na giderken, labirent gibi yollardan, adeta tünellerden geçiyorsunuz. Beton blokların üstüne tekrar tel örgüler örülmüş. Bu “güvenli vaha”da bile her hareketten ödü patlayan bir işgal..

ABD korumasında bir Irak yönetimi. Bir Cumhurbaşkanı, bir Başbakan ya da bakanlar. Her gün en büyük işleri evlerinden makamlarına sağ salim ulaşmak olan bir Bağdat yönetimi. Daha doğrusu, “iç kale”ye çekilmiş, halkla, Irak'la hiçbir ilgisi olmayan, onları göremeyen bir siyasi idare. ABD ordusu tarafından rehin alınmış bir siyasi kadro. Aynı ordu tarafından kendi halkına karşı korunan bir yönetim.

Sadece Başbakan Nuri el Maliki'nin ofisinden Celal Talabani'nin makamına giderken, köprüden geçerken, beton bloklara rağmen azıcık o nehri görebiliyorsunuz. Bu sırada, olağanüstü korumalara rağmen insan görebiliyorsunuz. Orada bakıyorsunuz ki, Yeşil Bölge ile Iraklılar arasında yüzyıllar kadar mesafe var.

Böyle bir tecridi, böyle bir yıkımı, böyle bir korkuyu hangi millet kaldırabilir? Saddam Hüseyin döneminde yapılan binalardan başka bir çivi bile çakılmayan, tek bir hastane, tek bir okul yapılmayan, milyarlarca dolarlık petrol geliri üzerinden korkunç bir paylaşımın yaşandığı bir ülke burası. İşgalin ve yağmanın dışında acımasız iç iktidar kavgasının yaşandığı bir ülke.

Bağdat'ın bombalanması nasıl bütün hesapların ötesindeyse, böylesine bir yıkımın nasıl hiçbir gerekçesi olamayacaksa, Irak'ı ayağa kaldırmak da bütün hesapların dışında tutulmalı. Siyasi, ekonomik, askeri, kültürel ve sosyal projelerle, Bağdat'ı yeniden eski günlerine döndürmek, Irak'ı tekrar ayağa kaldırmak gerekiyor. Ancak öncelikle işgalin sona ermesi için, içerideki mezhep eksenli ayrışmanın önüne geçilmesi için bir şeyler yapmak gerekiyor. Bu yüzden de Başbakan'ın dediği gibi; “Ne Sünniyim ne Şii, Müslümanım” söylemi çerçevesinde uzlaşma kapılarını aralamak gerekiyor.

Böyle bir yıkımın yaşandığı, böyle bir korkunun hakim olduğu bir ülkede ne ABD işgali kalıcıdır ne de iç kalelere hapsedilmiş Yeşil Bölge hükümeti!

Önceki ve Sonraki Yazılar