KELİMELERİN HAKKINI VERMEK
Hayatın sürüp giden akışında sıklıkla tanıklık yaptığımız olgulardan birisi de haksızlık olgusudur. Gözün gördüğü, aklın kavradığı ve dilin söyleyebildiği, hâsılı, canlı-cansız her şeye haksızlık yapılabilir. Yani varlık adına akla gelebilecek her ne varsa haksızlığa uğrayabilir. Bizi böylesi genel bir yargı ifadesine götüren gerekçeyi şöyle izah edebiliriz: Varlık paydasında toplanan hiçbir şey boşu boşuna yaratılmamıştır. Bilsek de bilmesek de her şeyin bir yaratılış amacı vardır. İşte herhangi bir varlık, yaratılış amacına aykırı olarak bir muamele gördüğü zaman, o varlığa haksızlık yapılmış olur. Varlıklar yaratılış amaçları doğrultusunda muamele gördüklerinde ise hakkı verilmiş olur.
Haksızlık sadece maddi değerlendirmelerin konusu değildir. Aynı zamanda maddi olmayan değerlendirmelerin de konusudur. Maddi olmayan değerlendirmeler, genelde kelimeler ve kelimelere yüklenen anlamlar üzerinden yapılır. Kelimeler seslerle/sözlerle (kelam) ifade edilir ama anlamları soyut olduğu için tam manasıyla ifade edilemez. Kelimeler anlam elçileri veya anlama giydirilen elbise gibidirler. Düşünceyle anlam yoğrulurken ulaştığı kıvam kelimelerle ifade edilir. Onun için her kelimenin bir anlam çerçevesi vardır. Söz/kelam anlamsal çerçevenin dışına çıkarıldığı zaman, kelimenin de hakkı verilmemiş ve haksızlığa uğramış olur. Yani kelimelerin hakkını vermek de vermemek de kelimeye yüklenen anlamla ilgili oluyor. Anlamsal haksızlıklarla oluşan yanlış anlamalar, sorunları da beraberinde getirir. Onun için kelimeleri sahip oldukları anlamlara uygun bir şekilde kullanmak son derece önemlidir.
Kelimeleri doğru kullanmak için anlamlarını bilmek gerekir. Dikkatlerin yoğunlaşması gereken husus, herkeste aynı tepkiyi oluşturan kelimelerden çok, bilgi ve bilinç gerektiren kelimeler olmalıdır. Bu durum hem konuşan/hatip için hem de dinleyen/muhatap için geçerli bir durumdur. Benzer konularda, birbirine yakın bir seviyede okumalar yapmış insanların birbirlerini anlamaları daha kolaydır. Şimdi burada ‘okuma’ kelimesine dikkatleri çekmek istiyorum. Buradaki ‘okuma’ tabiri sadece kitapları okumaktan ibaret değildir. Bununla birlikte insanın bütün bir hayatını kapsayan tanıklıkların tümü de ‘okuma’ eylemiyle ilişkilidir.
Okuma kelimesi için geçerli olan durum, ‘tanıklık’ için de geçerlidir. Tanıklık, sadece bakarken görülenden ibaret değildir. Aynı zamanda bakılanın anlamını da içine alan bir olgudur tanıklık. İnsan gördükleriyle tanıklık yaptığı gibi, yaşadıklarıyla da tanıklık yapar. Şu an yazmakta olduğum bu yazı benim için tanıklık vasfı olan bir yazıdır. Tanıklık vasfındaki bazı tasarrufların sonuçları, insan öldükten sonra da devam eder. Bu tanıklıklar, bulunduğu niteliksel duruma göre, insanın ya iyilik hanesine ya da kötülük hanesine kayda geçer. İslam’a göre iyilik hanesini sürekli açık tutan tasarruflara sadaka-i cariye denmektedir. Derinlik ve kapsam bakımından her kelime farklı farklıdır. Kelimelerin hakkını vermek, kelimelerin sahip olduğu derinlik ve kapsamlılıktan bağımsız değildir.
Kelimelerin hakkını vermek, kelimeleri, yüklendiği anlam doğrultusunda kullanmakla mümkün olur. Bugün İslami kelime ve kavramlar, hakları verilmediği için, en çok istilaya uğramış olan kelime ve kavramlardır. Söz konusu bu istilanın sanıklığını ise Müslümanlar yapıyor. İslami kelime ve kavramların yaşadığı istila, tarihteki Moğol istilasından daha büyük bir istiladır. Moğol istilası bedenleri, coğrafyaları, kültürleri istila ediyordu; bu istila ise ruhları, düşünceleri ve zihinleri istila ediyor. Bu söylediğim sözün, büyük bir söz olduğunu bilerek söylüyorum. Bütün sorunlarımızın temelinde söz konusu bu istila bulunmaktadır. Yani kelimeleri istila olanların kendileri de istila olur. İstilaya uğramış kimselerin tarihe çıkması, tarih yapması mümkün değildir. Nitekim bugün Müslümanlar tarihe çıkamadıkları için tarih de yapamıyorlar.
Hüküm ve hükmetme kelime ile ilgilidir. Kimin kelimeleri geçerli ise onların hükmü geçerli olur. Günümüz dünyasında geçerli olan kelimeler, modern seküler Batılı zihniyetin kelimeleridir. Bizler de Müslümanlar olarak söz konusu Batılı zihniyetin kelimeleriyle varoluş mücadelesi vermeye çalışıyoruz. Onun için ne tam Batılı olabiliyoruz ne de tam Müslüman kalabiliyoruz. İki arada bir derede sürüklenip gidiyoruz. Tarihe çıkmak ve tarih yapmak için kendi kelimelerimize dönüş yapmalıyız. Çünkü ancak kendi kelimelerimize dönüş yaptığımızda ve kendi kelimelerimizin hakkını verebildiğimizde, yeniden varoluş sahnesine çıkabileceğiz.
Kelimelerimizin hakkını veremeyişimizi, kardeşlik üzerinden ele alalım: Kur’an kardeşlik hususunda ne diyor? Bütün müminlerin kardeş olduğunu değil mi? Hatta bu kardeşliğin kan bağıyla oluşan kardeşlikten daha önemli olduğunu vurguluyor. Hazreti Peygamber ise söz ve davranışlarıyla bu durumu perçinliyor. Sahabe de bunu en radikal şekilde hayata geçiriyor. Savaş meydanında akrabalar, kardeşler, babalar ve oğullar karşı karşıya savaşıyor. Son derece mükemmel bir kardeşlik iklimi oluşuyor. Bir de bugüne bakalım: Müminlerin söz konusu kardeşlikten yana kayda değer bir tasarruflarını görmek mümkün müdür? Herkes oturup kendi kıyasını kendisi yapsın! Şimdi bu kadar kısa bir açıklamadan yola çıkarak, İslam’ın, Kur’an’ın emir buyurduğu kardeşliğin hakkını verdiğimizi söyleyebilir miyiz? Hangi İslami, Kur’ani kelime ve kavramı ele alırsak alalım, söz konusu kelime ve kavramların hakkını veremediğimizi göreceğiz. Durum bu kadar açık, seçik ve net. Bu durum bizi rahatsız etmeli, uykumuzu kaçırmalıdır. En radikal eleştiri-özeleştiri, her ne varsa devreye girmelidir. Bu konu ile ilgili son derece müşfik bir üslupla birbirimize yardımcı olmamız farzdır. Kelimelerin hakkını vermeden, içine düştüğümüz kadavra durumundan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.