Kanın durması ve kardeşliğin tesisi, hoştur; amma..
Son günlerde gündemimizi daha bir işgal eden konu için, ben kürd açılımı - demokratik açılım gibi lafları etmiyor, Güneydoğu Açılımı demeyi tercih ediyorum.. Çünkü, kürd kavminden milyonlarca insan, ülkenin diğer bölgelerinde, Güneydoğudakinden daha büyük kitleler halinde yaşıyor ve diğer kavimlerden insanlarla onların aralarında ciddî ve yaygın bir problem sözkonusu değil.. Hele de müslüman unsurlar arasında, dil ve şive farklılıkları bir zenginlikten öteye bir mâna ifade etmiyor.. Çünkü o insanlar, inanç potasında erimişlerdir.
Güneydoğuda da, hem sadece kürd kavminden insanlar yok ve hem de mesele, etnik etkenlerden ayrı olarak, bölgenin özel sosyo-ekonomik şartlarından ve de Ortadoğunun ve hattâ global dünya siyasetinin dalgalanışlarından kaynaklanıyor.. O halde, bir Kürd Açılımı yanıltıcı veya yetersiz bir isimlendirme.. Ki, Tayyîb Erdoğan, bu çabanın adını, son anda, Millî Birlik Projesi olarak ifade etmiştir ve sanırım, daha doğru bir isimlendirme..
Bu konuda, Tayyîb Erdoğanın çabalarını ve mevcud rejimin çerçevesi içinde şekillendirmeye mecbur olduğu siyasetlerini genel hatlarıyla destekliyor ve samimî olduğuna inanıyorum.. Ancak, samimiyet yetmez.. Çünkü, o işin başıdır, ama, bir sosyal hadiseyi etkileyen yığınla başka faktörler daha vardır.. Hele de, laik+ nasyonalist bir rejimin daha bir karmaşık hâle getirdiği bu gibi çetin sosyal problemlere, o rejimin genel çerçevesini değiştirmeden, çözüm bulmak da o kadar kolay değil; çok çok çetin.. Çünkü, mesele, bizzat mevcud rejimin, kemalist-laik + türkçü rejimin millete, bir deli gömleği gibi zorla giydirmeye çalıştığı resmî ideolojinin acı meyvesidir..
Yanlış olan, bu temeldir.. Tayyîb Beyin, Yozgatlı anne de, Hakkarîli anne de, (birbirileriyle silahlı çatışmada) ölen oğullarının ardından aynı duaları okuyor, aynı kıbleye yöneliyorsa, burada bir yanlışlık var.. derken, doğru bir mantık yürütmektedir.. Ama, ona karşı, iki muhalefet partisi liderinin, rejimin bu temel çerçevesini korumaktaki azimleri de ortada..
Deniz Baykal, günün şartlarına göre hareket eden bir ibn-ulvakt, bir eyyamcı olarak, bir yanan-dönen gibi, her an bir ayrı konuma geçebiliyor.. Onun gözettiği asıl konu, kemalist laik + türkçü rejimin genel çerçevesinin bozulmaması.. Yani, içinde bulunulan sosyal rahatsızlığın, hastalığın bizzat temeli..
MHP lideri Bahçelinin ise, kutsal bir kavram gibi bağlandığı türkçülüğü bir psikolojik saplantı halinde tutmaya ve göstermeye devam edişini de anlayışla karşılamak gerekir... Çünkü o ideoloji, o taifenin varlık sebebidir.. Onu terkettiklerinde, kendilerinin kar gibi eriyeceklerini biliyorlar..
*
Bir sosyal kesimi kazanmaya çalışırken, başkalarını kaybetmemek için..
Bu arada, konuyu tartışırken, Tayyîb Erdoğanın, muhalefet edenler için kongrelerde veya meydanlarda,halkın karşısında hırçın bir uslûb kullanması, çözülmek istenen mesele açısından da yanlış ve tehlikeli.. Her ne kadar, kendisine saldırılsa bile, Tayyîb Beyin aynı hırçınlıkta karşılık vermesi ve hele, Bahçeliye, Senin bizi değerlendirmeye kimliğin de, kariyerin ve sıfatın da elverişli değildir.. gibi sözler sarfetmesi son derece yanlıştır ve gerilimi tırmandırmaktan ve seviyeyi düşürmekten başka bir netice vermez..
Kaldı ki, Millî Birlik Projesi adını verdiği son açılım hamlesiyle de bağdaşmamaktadır, o hırçın ve kırıcı tavrı..
Hani, yahudiler Hz. Îsâya gelip, ağır hakaretler edip, ağızlarını geleni söylemişler.. Hz. İsâ ise, onlara sukûnetle karşılık vermiş.. Etrafındakiler bu tepki dengesizliğini hatırlattıklarında o Yüce Peygamberin, herkes kendi tıynetinin gereğince davranır, onlar kendi içlerinde olanı ortaya koydular; ben de kendi değerlerime göre hareket ettim.. dediği rivayet olunur..
Bir sosyal kesimi kazanayım derken, bir başka sosyal kesimi itmek; bir kutublaşmadan kurtulayım derken, başka kutublaşmaların pençesine düşmeyi görememek olur..
*
Muhalefetin ve aykırı görüş sahiblerinin hırçın saldırıları karşısında itidali, teennîyi, soğukkanlılığı yitirmemek gerekir.. Onların mentalitesi bilinmiyor değil..
Bahçeli ve lideri olduğu hareket, günümüze asırlarca geriden gelen yer isimlerinden bile korkuyor.. C. Başkanı Abdullah Gülün Bitlisteki bir yerleşim biriminin adını aslî şekli olan Norşin olarak telaffuz etmesini bile bölücülük sayacak derecede bir çılgın şovenizm sergilemekte onlar.. Ki, Güroymak diye anılan bir ilçenin olduğunu biliyordum, ama, o yerin, 30 yıl öncelerde gittiğim Norşin (veya Nurşin) olduğunu bilmiyordum.. Keza, Tillonun da Aydınlar olarak değiştirildiğini de.. Dahası, Tayyîb Beyin Rizedeki babayurdu olan Güneysuyun asıl adının Potomya olduğunu da Bahçelinin bağırtılarından öğrendim..
Ama, Bahçelininkinden daha da ızdırab verici olan, Tayyîb Beyin, izahlar yapıyorum derken M. Kemale sığınarak yaptığı izahlar.. O, Bahçeliye sesleniyor, M. Kemal de, Norşin dememiş miydi? diye..
Eğer M. Kemali ölçü alacak olursanız, onun demediği ve yemediği-içmediği mi kalmıştır? O zaman, doğru ve yanlışların kriteri olarak, resmî ideomloji ikonuna sığındırtmak, tam da laik rejimin temel hedeflerinden birisi değil midir? Başkaları da, 80 küsur yıldır, nice hıyanetlerini onun ismine, resmine veya sözlerine dayandırarak gerçekleştirmedi mi?
Tayyîb Bey, Sultan Alpaslanın 940 öncelerde, Bizans İmp. Romenos Diogenos karşısında kazandığı Malazgirt Meydan Savaşından sonra girdiği Anadoluda bir ermenice isim olan Malazgirt gibi nice isimleri de değiştirmediğini hatırlatırken, Siz Alpaslandan daha mı milliyetçisiniz? diye sormakta ve mantıkî bir noktadan hareketle, yanlış bir noktaya varmıyor ve Alsaplanı da Bahçelinin milliyetçilik dediği kaba şovenist çizgiye çekmiyor mu?
*
Sahi, bütün isimler süzgeçten geçirilse kaç isim kalır geride?
Ama, Tayyîb Beyin hatırlattığı Malazgirt isminin değiştirilmemesi konusu bugüne de mesaj vermiyor mu?
Çayelinin asıl adının da Mapavri olduğunu bir dosttan yeni öğrendim.. Bugün de niceleri bu ismi kullanıyor.. Bugün Artvin denilen şehrin adı Livane idi.. Önceki ismin yerine getirilenin mânası ne? Bizim çocukluğumuzdaki Türkiye haritalarında Hakkarînin ismi Çölemerik idi.. Daha öncesinde bugün Tunceli denilen yerin isminin Dersim olması gibi..
Balıkesirin 80 yıl öncelerdeki ismi Karesi idi..
Birkaç ay önce, Mardinde 45 kişinin katledildiği bir köy vardı, Bilge köyü.. Köyün önceki adı, Zangırt idi.. Kürdçede, bilgi tutan mânasında.. (Zana kelimesi de, farsçadaki dânâ / bilge kelimesinin kürdçedeki telaffuz şeklinden ibarettir..)
Eğer bir isim, çirkin mânalara geliyorsa, hangi dilden geliyorsa gelsin, onun değiştirilmesi anlaşılabilir.. Ama, türkçe değil diye, değiştirilen isimler ve hele yerlerine konulanlar..
Bu isimleri değiştirmenin hedefi neydi, faydası ne oldu, hangi sosyal meseleleri halletti? Eğer şovenist bir dalgayla bütün isimleri değşitirmeye kalkışırsanız, bırakınız şehir isimlerini, kendi isimleriniz bile tutunamaz bu dalga karşısında ve çoğu moğolcadan gelme ve Anadolu insanının hançeresine de, kulağına da yabancı yığınla kelimeler sökün eder..
Haydi, bütün isimleri değiştirelim, eğer toplumun temel problemlerini halledecekse..
Ama, tersine bir de yeni problemler ortaya çıkarıyorsa.. o zaman nolacak?
10 öncelerde meydana gelen ve 12 askerin ölümüyle sonuçlanan Aktütün Baskınının, gerçekte bir isim değişikliğinden de meydana gelen karışıklıkla ortaya çıktığı öğretici değil mi? Çünkü o köyün adı Bezele idi, Aktütün yapılmıştı, ne demekse ve hangi akılla, o isim verilmişse.. İlginçtir, sözkonusu baskın öncesinde, -medyada yer alan haberlere göre- saldırganların telefon veya telsiz konuşmaları, askeriyenin teknik dinlemesine takılmıştı, ama, o konuşmalarda saldırılacağından sözedilen Bezelenin Aktütün olduğu anlaşılamamıştı..
*
Bu arada, DTPden yapılan açıklamalar üzerinde de durmak gerekiyor..
Ahmet Türkün açıklamaları sorumluluk ifadeleri taşıyor.. DTP eşbakanlarından Emine Ayna ise, hem kendi tabanını ve hem de diğer muhalefet partilerini tahrik etmeye çalışıyor ve çözümün Öcalansız olamıyacağını söylüyor..
Öcalan gibi, silah kullanmış ve ülkede sosyal kitleler arasında kanlı bir savaş başlatmış olmanın sorumlularından olup, idâm cezası kaldırıldığı için, ağırlaştırılmış müebbed hapis cezasıyla zindanda tutulan birisinin çözüme dâhil edilmesi, onun önünde kemalist + laik rejimin başını eğmesi açısından bazılarını memnun edebilir, ama, böyle bir başeğmenin sosyo-psikolojik sonuçları ve toplumdaki yıkılmalar önünde kim, nasıl durabilir?
Kaldı ki, dikkatlerden kaçtı, üzerinde pek durulmadı.. Tayyîb Erdoğanın Ahmet Türkle görüşeceğinin açıklandığı günün akşamı, Diyarbekirde, bin kadar göstericinin yaptığı bir yürüyüşe Hizaya Gel... adı verilmesi ve bunun kürdçülerin zaferi karşısında birilerinin hizaya gelmesi olarak gösterilmeye çalışılması karşısında, DTPnin nasıl bir tavrı olmuştur?
Bu gibi gösterilerin, sonunda, türkçü ve kürdçü kavmiyetçilerin güç yarıştırması ve karşılıklı sosyal nefret ve gizli düşmanlıkları tahrik etmekten başka nasıl bir meyvesi olur?
Daha yakın zamanlara kadar, bizzat Org. İlker Başbuğ bile orduyu bu boğuşmada bir taraf olarak gösterirken, şimdi artık, terörist de olsa, ölen insandır ve onların da ana- babaları vardır ve onlar da vatandaşlarımızdır ve savaşırız, ama, çare sivil çözümdedir.. diyebiliyorsa..
Bu yumuşamayı gerilime dönüştürecek sorumsuzlukların vebali herhalde çok ağır olur.
Böyle bir durumda, 14 Ağustos tarihli medyada yer aldığı üzere, B. Amerikanın Türkiye ve Ortadoğu uzmanlarından Henry Barkey'in 'Ordu PKK'yı yenemeyeceğini anladığı için bu açılımlar yapılıyor.. gibi tahrikleri karşısında da uyanık olunması ve bu konunun uluslararası boyutunun kavranmasında daha dikkatli olunmalıdır..
Herkesi herkesle savaştırmak taktiği, emperyalist güçlerin tahakkümlerini sürdürmek için başvurdukları klasik metodlardan birisidir..
*
Sadece türkmenlere sahib çıkmak, arabcı ve kürdçülerin ekmeğine yağ sürmektir..
Bu mes'eleyi İslam ortaya çıkarmamış ve dolayısiyle, bunun sorumlusu inancımız değil ise de; bizi kuşatan başka sistemlerin cenderesinde bu gibi kavgalara sürüklendiysek, o halde, bu boğuşmaya karşı bizim de bir yaklaşımımız olmalıdır..
Ama, bunu yaparken, Kürdler bizim kardeşimiz, kız alıp kız vermişiz, şu kadar milyarlarca zarar ettik, o olmasaydı şöyle -şöyle olurdu.. demek yanıltıcıdır..
Kimse kendisini ağabey yerine koymamalı.. Biz kardeşiz.. ile onlar bizim kardeşimiz beyanları arasındaki derin farkı iyi anlamak zorundayız..
Ayrıca, konuya sadece ekonomik açıdan bakmak da yanıltıcıdır.. Bu gibi konulara yaklaşırken, nerelerde yanlış yapıldığını iyi anlamak isteyenlere, Resmî ideolojinin ceberrut temsilcisi rolünde, bir emekli hâkimi canlandıran Şükran Güngörün oynadığı, Büyük Adamın Küçük Aşkı.. isimli filmi seyretmeleri tavsiye olunur. (Googlea girip, video bölümünden izlenebilir..)
Üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir diğer konu da şu: 6 yıldır Amerikan emperyalizminin tam işgali altında bulunan Irakın, Bağdad, Musul, Kerkük, Erbil, Telafer vs. şehirlerinde hemen her gün, sürekli bombalar patlıyor ve herbirisinde onlarca, yüzlerce insan ölüyor, yaralanıyor..
TC. rejimi, Irakın o sıkıntılı durumunda hemen yardıma koşuyor..
Yaralıları alıp Türkiyedeki hastanelere getiriyor..
Ne güzel..
Ama, biraz dikkatlice baktığınızda, burada bir suistimal sırıtıyor..
Çünkü, oradan sadece türkmen yaralılar getiriliyor..
Sen sadece türkmenlere sahib çıkarsan, ötekinin de kürdçü veya arabçı olmasını teşvik ediyorsun demektir.. Ve bu yaklaşım insanî ve ahlâkî de değildir..
*
Gelinen noktada, konuya bakarken şu noktaları unutmamak gerekiyor, herhalde..
Türkiyenun bugünlerde daha bir tartışttığı ve çözüm aradığı konu, Ortadoğu ve dünya siyasetinden ayrı dünüşünülmemeli..
Mesele, sadece Türkiyenin meselesi değildir.. Mesele, bütün Ortadoğuyu ve Ortadoğudaki gelişmeleri dünyaya hâkimiyet planlarına göre düzenlemek isteyen emperyalist -şeytanî güçleri de ilgilendirmektedir.. Dahası, Ortadoğudaki bütün bu gelişmelerde, asıl manipulasyonları, entrikaları, kanlı müdahaleleri, Ergenekon benzeri devlet çeteleşmelerini tezgahlayan güç odakları, bu emperyalist odaklar..
Bu güç merkezlerinin manipulasyonları karşısında, bizi birbirimize kardeş olarak tutacak güç, ancak inanç değerlerimizdir..
*
PKK, problemin aslî faktörü değil, global bir entrikanın sonucudur.
Anlaşılıyor ki, Irakda özellikle de Kerkük Petrollerini sahiblenmek üzerine kopması beklenen bir kürd-arab boğuşması ihtimali daha bir geliş(tiril)ir ve şiî -sünnî kapışması da daha büyük boyutlarda tezgahlanırken; Irak kürdleri de Türkiyeye daha yakın durmak ihtiyacını hissediyorlar.. Ve bu, şu anda, Iraka zorbalıkla hâkim olan emperyalist gücün planlarına çok aykırı gözükmüyor..
Bu durumda, muhtemelen, Türkiyeye karşı silahlı çatışmalara katılmış olan 4-5 bin kadar PKKlı, silahdan arındırılıp, Norveç veya İsveç gibi ülkelere veya başka bir yere gönderilecek..
Geride kalan ve Türkiyeden kaçıp yıllardır Mahmur Kampı ve diğer yerlerde yaşayan 20 bine yakın insan için ise, Türkiye, -tıpkı Öcalanın verilmesinde Amerikanın, idam etmiyeceksin, öldürmeyeceksin.. şart koşmasında olduğu gibi- silahlı çatışmalara fiilen katılmamış olanlar hakkında kanunî bir takibât yaptırmayacağına dair uluslararası hukuk açısından etkili taahhüdlerde bulunacak ve onlar da gelecekler..
Bu da tabiatiyle, adı ne olursa olsun, fiilen bir affı gerektirir..
Ama, AK Parti, aftan kaçınıyor.. Bunda haksız sayılmaz, ama, çok haklı da değildir.. Çünkü, mevcud kemalist-laik rejimin adâlet dediği kavram, halkımızın inanç değerleri açısından, genel hatlarıyla zulmün ta kendisidir.. (Yargı kurumlarının nasıl keyfî davrandığına dair yığınla örnekler de cabası.. Hele de, geçmiş yıllarda en küçük mâsum ve tabiî talebleri bile bölücülük suçlamasıyla ağır şekilde cezalandıran mahkemelerin, şimdilerde, hattâ askerle savaşırken ölen oğlunun mezarına şehit ibaresini yazdıran bir babaya bile müsamaha bakması, bu konuları hangi odakların nasıl kaşıdığının en bir yeni örneğidir.. Ki, İslamî terimleri, laik rejim de askerleri için kullanmamalıdır..)
Bu açıdan, bu noktada, rejim kendisine güveniyorsa, sadece kendisine, kamuya yönelik suçlar için, bir düzenleme yapabilir.. Ama, yüzkızartıcı suçlar, kişilere karşı işlenmiş katl, yaralama, tecavüz ve sair ahlâksızlar konusunda, asıl mağdurların aff ve rızası olmaksızın, devletin yapacağı bir af düzenlemesinin sosyal bünyeyi daha bir zehirleyeceği ve toplumdaki adâlet anlayışını daha bir yaralıyacağı, geçmişteki nice örnekleriyle ortadadır..
Evet, sözün sonunda şu hususlara tekrar vurgu yapmakta fayda vardır: Gerçek şu ki, Öcalan, PKK veya DTP olmasa da, Güneydoğu Meselesi ülkenin gündeminde daha uzun süre birinci mesele olarak yerini koruyacaktır.. Ve bu konunun giderilmesi, bugünkü resmî ideoloji durdukça, çözüme âdil şekilde kavuşmak imkanından da mahrum kalmaya devam edecektir.. Ve, konu, Ortadoğunun ve hattâ dünya siyasetinin de bir parçasıdır; çözümü de, bu boyutlarıyla birlikte düşünülmelidir..
Umulur ki, son 25 sene boyunca yaşanan acılardan herkes alacağı dersi almış olsun..
Bu problem, tek taraflı kârlı çıkmak taktikleriyle, ayak oyunlarıyla çözülemez.. Ve çözümsüzlüğün asıl ağır bedelini de müslüman halklar ödeyecektir; türkçü, kürdçü, arabçı, farsçı vs. ideolojiler ve bağlıları değil..
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.