1. YAZARLAR

  2. Halil BERKTAY

  3. İsrail’in Madam Nhu’ları, Kemalist Aysun’ları, Yeni Akit muadilleri
Halil BERKTAY

Halil BERKTAY

Halil BERKTAY
Yazarın Tüm Yazıları >

İsrail’in Madam Nhu’ları, Kemalist Aysun’ları, Yeni Akit muadilleri

A+A-

21 Temmuz 2014] Şekil 1’den sonra şimdi de Şekil 2: Ayelet Şaked, yeni “korkunç yenge”miz.

Bu lâkabı ve ait olduğu Madam Nhu’yu hatırlayan var mı acaba? Viet Minh’in 1954’teki Dien Bien Phu zaferinden ve Cenevre Konferansı’nda ülkenin ikiye bölünmesinin kabulünün ardından (Güney) Vietnam Cumhuriyeti kurulmuş; CIA gözetimindeki, tamamen sahte bir plebisit sonucu Ngo Dinh Diem ilk VC cumhurbaşkanı seçilmişti. Evli değildi; dolayısıyla baldızı (kardeşi Ngo Dinh Nhu’nun karısı) Madam Nhu, fiilen “first lady” konumundaydı. Son derece hırslı, mütecaviz, küstah, çığırtkan bir kişiliği vardı. Diem de, kardeşi Nhu da, karısı Madam Nhu da sıkı Katoliktiler. Dolayısıyla Fransız ve Amerikan taraftarı anti-komünizmlerinin içine, bir de Budizm düşmanlığını kattılar. Aşırı Batıcı, kraldan fazla kralcı konumlarından, ülkelerinin Budist çoğunluğuna âdeta ilkel inançlar sahibi, geri bir sömürge halkı muamelesi yapmaya giriştiler. İbadetini yasaklamaya, pagodalarını basmaya, rahiplerini dövmeye, zorla din değiştirtmeye koyuldular (buralara dikkat; döneceğim). Buna karşı Haziran 1963’te Thich Quang Duc kendini yakan ilk Budist rahip oldu; onu başkaları izledi. Madam Nhu ise bu eylemlerle “barbekü” diye dalga geçmeye kalktı; “Budistler yeni barbeküler düzenlemek istiyorsa benzin benden” gibi demeçler verdi. “Korkunç yenge” ünvanını böyle kazandı. Sonunda, ABD büyükelçisi Averell Harriman’ın yönlendirdiği ve parasını dağıttığı 1 Kasım 1963 darbesiyle Diem ve Nhu devrilip 2 Kasım’da öldürüldüler. O sırada Madam Nhu ABD’de bir konferans turundaydı. Orada kaldı; hayatının büyük kısmını kâh İtalya’da, kâh Fransız Riviera’sında geçirdi ve 2011’da öldü. Bunlar olurken ben 14-15 yaşlarında bir lise öğrencisiydim. Güney Vietnam bir daha sivil yönetim yüzü görmedi; darbeler ve generaller birbirini izledi (Nguyen Cao Ky’ler, Nguyen Van Thieu’ler vb). 1975’te 28 yaşımdaydım, Saygon (şimdi Ho Şi Minh Kenti) düştüğünde.

Aradan neredeyse 40 yıl daha geçti; ben 70’ime yaklaştım; şimdi de Ayelet Şaked çıktı sahneye. Netanyahu’nun yanında, onun enfrastrüktüründen yetişmiş; Likud koordinatörlüğüne yükselmiş; 2012’de milletvekili seçilmiş. Zaten meşhur oldu; bilmeyen kalmadı; Başbakan Erdoğan da şimdiye kadar en az iki kere değindi gerçi — en son geçen gün, yani 19 Temmuz tarihli Ordu mitingi sırasında, kendi dünya görüşü çerçevesinde, “sen ne biçim kadınsın” diye seslendi. Ben öyle yapmayacağım. Benim için savaş ve barış, milliyetçilik ve evrenselcilik, ya da ırkçılık ve ırkçılık karşıtlığı açısından özsel bir kadın-erkek farkı yok. Başka bir deyişle, savaşçılık, militarizm, milliyetçilik, ırkçılık, saldırganlık sırf hormonal durumlarından, testosteron fazlalarından ötürü erkeklere özgü haller değil. Tersten söyleyecek olursak, kadınların çocuk doğurup büyütebilmeleri, anne adayı ve zamanla anne olmaları, illâ yüzde yüz barışı, sevecenliği ve yumuşaklığı simgelemeleri anlamına gelmiyor. Evet, kadınlar her şeyi yapabilir — asker ve polis de olabilir, paraşütçü de, özel birlik elemanı da, işkenceci de. Nitekim, lütfen etrafınıza bir bakın, sinema ve televizyondaki durum da bu, gerçek hayattaki de. Herhalde “toplumsal cinsiyet eşitliği” (gender equality) adına, yeni tip Amerikan polisiyelerinde, Hawai Beşlisi’nde, CSI ve NCIS’lerde, Nikita ve Kill Bill’lerde hem güzel ve seksi, hem müthiş vurucu kırıcı kadınlardan geçilmiyor. Bizim de geçmişte, kanatlanıp Dersim’de Kürtlerin tepesine bomba yağdırmaya uçan Sabiha Gökçen’imiz vardı, şimdi (tesadüf gene Tunceli’de) “teröristlere göz açtırmayan dişi kaplan”larımız. Yani kimseye “kadının yeri şurası” dersi verecek halimiz olmayabilir. Onun yerine, belki daha karşılaştırmalı bir tarih çerçevesi denemeli.

Ne demiş, Ayelet Şaked? Muhammed Ebu Hudayr’ın kaçırılıp diri diri yakılarak öldürülmesinden bir gün önce facebook sayfasına koyduğu manifesto, Düşmanımız tüm Filistin halkıdır başlığını taşıyor. Kendim baştan çeviriyor ve ilk paragrafını aynen, kalanını kısmen alıyorum: “Filistin halkı bize savaş ilan etti ve biz de ona savaşla cevap vermeliyiz. Bir operasyon değil, yavaş ilerleme değil, düşük yoğunluklu değil, kontrollü tırmanış değil, terörün alt yapısını imha değil, sadece belli hedefleri gözeterek öldürme değil. Bunlar gibi üstü kapalı lâflar yetti artık. Bu bir savaş. Kavramların bir anlamı vardır. Bu bir savaş. Terörizme karşı bir savaş değil, ekstremistlerle savaş değil, hatta Filistin Yönetimine karşı bir savaş bile değil. Bunlar da gerçekten kaçmanın çeşitli biçimlerinden ibaret. Bu, iki halk arasında bir savaş. Düşman kim? Filistin halkı. Neden? Onlara sorun. Onlar başlattı çünkü.”

Devam ediyor: Düşmanın tüm Filistin halkı olduğunu anlamak neden bu kadar dehşet verici olsun? Her savaş iki halk arasındadır ve her savaşta düşman savaşı başlatan halktır, o halkın tamamıdır.” Ardından, şimdiye kadarki bütün savaşlarda sivillere yapılanları sıralıyor, ki dar ölçülerde haklı. Ama şu noktayı tamamen göz ardı ediyor: bunları önlenmesi gereken kötülükler saymak başka; kaçınılmaz öyleyse doğru ve ahlâklı saymak başka. İnsanlık genellikle ilk yoldan, Ayelet Şaked ve benzerleri ise ikinci yoldan gidiyor. “Bizim savaşımızda”, diyor, bu yedi misli doğrudur.” Filistin halkının Hamas’a veya başka savaş örgütlerine angaje kesimlerinin yaptıklarını (camiler, okullar, saklayanlar, taşıyanlar, moral verenler) büyük bir abartıyla, bire bin katarak, yüzde yüz bir destek ve özdeşleşme söz konusuymuş gibi anlatıyor. Buradan, şu sonuca sıçrıyor: Hepsi düşman savaşçılarıdır ve kanları kendi başları üzerinedir. Şimdi buna şehitlerin, onları çiçekler ve öpücüklerle cehenneme gönderen annelerini de katıyorum. Oğullarının peşinden gitsinler, hiçbir şey daha adil olamaz. Gitsinler; içinde o yılanları büyüttükleri evleri de fizikman gitsin, yokolsun. Aksi takdirde oralarda daha çok küçük yılanlar yetiştirilir.”

Korkunç, evet, gerçekten çok korkunç. Ama acaba korkunçluğu tam nereden kaynaklanıyor ve başka hangi korkunçlukları, dehşet vericilikleri andırıyor? İlk göze çarpan, bir halkı, bütün bir nüfusu topyekûn homojenleştirme ve o yekvücut haliyle ırkî, millî, dinî bir nefret objesi haline getirme boyutu. Tek iyi kızılderili, ölü bir kızılderilidir. Tek iyi zenci, ölü bir zencidir. 19. yüzyılda bunlar da deniyordu gayet fütursuzca. Sonra emperyalist fütuhattan ve Avrupa-dışı halklara yönelik ırkçılıktan, her tür milliyetçi çatışmaya taşındı: Tek iyi Türk veya tek iyi Kürt veya tek iyi Rum veya (daha genel olarak) tek iyi gâvur. Uzantısında, tek iyi Filistinli. Bir anakronizm olarak Ayelet Şaked, işte bu ruhu tevarüs etmiş; dünyaya Albay Custer gibi, Cecil Rhodes gibi, Kongo’yu kişisel mülkü yapan Belçika kralı Leopold gibi, Topal Osman gibi bakmayı sürdürüyor.

İkinci gözlemim, Ayelet Şaked’in faşizminin (ki tam bir faşist; buna hiç kuşku yok) Sosyal Darwinizm damarıyla ilgili. Çok yazdım: 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında Avrupa’da, bugün tarihçilerin proto-faşizm diye tarif ettiği bir düşünce halitası mevcut. Asıl Faşizm ve Nazizm de sistematizasyon kazanarak bunun içinden çıkıyor. Bu proto-faşizm veya ön-faşizmin en temel unsurlarından biri, Sosyal Darwinizm. Yani hayvanlar âlemi gibi insanlar âlemini de mutlak bir hayatta kalma boğazlaşması olarak görme denemesi. Hayvanlar âlemindeki cins ve türlerin insanlar âlemindeki karşılığı, ırklar ve milletler oluyor. Her biri, doğa yasaları gereği mutlak homojen sayılıyor. Yeryüzü tek bir cangıl olarak resmediliyor. Bu ormanda, hayvanların birbirini avlaması gibi insan toplulukları da savaşarak üstün gelmeye, diğerlerini yok etmeye ve hayatta kalmaya çalışıyor. Kültür, barış, insaf, merhamet — hepsi palavra. Doğa acımasızdır; biz insanlar da öyle olmalıyız. Budur bilimin emrettiği. Böyle argümanlarla, savaş bir doğa yasası mertebesine yükseliyor.

Gene çok yazdım ve söyledim: Bu Avrupa proto-faşizmi, Alman milliyetçiliği üzerinden, İttihatçılığı ve genel olarak Türk milliyetçiliğini de derinden etkiledi. Osmanlı İmparatorluğu’nun hem ezen hem ezilen karakteri, hâlâ o imparatorluk veya mirası için dövüştüğü ölçüde, Türk milliyetçiliğini de hem mazlum hem mütehakkim kıldı. Mağduriyet ve mazlumiyetleri açısından soldan (Marksist anti-emperyalizmden), tahakküm arzuları açısından ise sağdan (proto-faşizmden) çok şey aldılar. Bu çelişkili karışımın belki en iyi örneği Ömer Seyfettin’dir. Primo’sundaki Kenan, anti-emperyalizm üzerinden Türkçüleşmeyi; Beyaz Lâle’sindeki Binbaşı Radko, amansız düşmanlarımıza karşı ayakta kalabilmek için onlardan öğrenmemiz gereken Sosyal Darwinizmi kendi şahıslarında meczeder. Beyaz Lâle’de Radko, Serez’in doğurganlık yaşındaki bütün Türk-Müslüman kadın ve kızlarının öldürülmesine karşı çıkan yaşlı çeteci Dimço’ya sayfalar boyu şöyle seslenir: “Düşünmek ister. Biz çocukları kesmeyeceğiz. Yarının büyük adamlarını keseceğiz. Genç bir kadın, karnından on beş tane düşman çıkarabilir. Bir genç kadını, yahut bir kızı öldürmek on beş düşman birden öldürmek demektir. (…) Katliam içtimaî bir ilâçtır. İçtimaî vücutlar uzvî vücutlar gibi aynı kanunlara tâbidir. Bir hastayı tedavi ederken fena mikropların uzviyette kalmasına müsaade etmek onların yeniden üreyip hastayı öldürmesini istemek demektir. Bir memleket alındığı vakit ecnebi bir unsurun kalmasına müsaade etmek de, bu mağlupların galiplerine karşı besleyecekleri pek tabii olan kin, garazla silâhlanarak üremelerini, bir gün vatanın en zayıf zamanında kalkıp intikam almalarını istemekten başka bir şey değildir. (…) Medeniyet, insaniyet, merhamet gibi boş, manâsız olmaktan ziyade, muzır olan yalanlara inanmayacağız. Kalbimizle, sinirlerimizle değil; dimağımızla, fikrimizle hareket edeceğiz.”

Ayelet Şaked’in “küçük yılanlar yetiştiren” Filistinli annelere ve evlerine ilişkin, hepsini yok edelim tavrı, hık demiş, Ömer Seyfettin’in potansiyel Türk milliyetçilerine hem düşman hem örnek gösterdiği Binbaşı Radko’nun burnundan düşmüş gibi. Buradan üçüncü bir noktaya geçmek istiyorum: kendi diyarının “iç sömürgecisi” kesilmenin gelip dayandığı, dayanacağı nokta. Aşikâr ki İsrail devleti ve özel olarak Ayelet Şaked’ler açısından bütün Araplar geri ve ilkel bir halk; daha özel olarak Filistinliler ve hele Gazzeliler — tabii çok ironiktir — olabilecek en sefil, en yoksul, en aşırı kalabalık gettoya kapatılmış durumda. Öte yandan, tarihte öyle bazı durumlar var ki, Avrupa-dışı bir ülkenin yerel seçkinleri, kendi kendisinin yarı-kolonyal modernleştiricisi kesilebiliyor. Daha önce sözünü ettiğim Madam Nhu örneğinde, Fransız sömürgeciliği ve medeniyetini devralan Katolik Vietnamlıların Budist Vietnamlılara nasıl davrandığını görüyoruz. Peki, birinci ve ikinci nesilleriyle Türk milliyetçi Batılılaşmacılığının, önce İttihatçıların ve sonra asıl Kemalistlerin, modernite uğruna Anadolu’nun “geri, cahil, ilkel” Müslüman halkına bakışı ve yaklaşımına, kültürüne koydukları yasaklara ne demeli? Diem’i ve Madam Nhu’yu andırmıyor mu birçok bakımdan? Nitekim bu “iç sömürgeci” zihniyet, kendi içimizde nice Ayelet Şaked yaratmış değil mi? Tek tek yazmıştım: AKP’nin İzmir mitingine katılan madencileri “ölüme müstahak” sayan Yılmaz Özdil (17 Mayıs). Gene Soma’dan sonra sözünü ettiğim “genç avukat kadın” (18 Mayıs), Allahın AKP’ye oy veren herkese evlât acısı tattırmasını isteyen. Atatürk’e Menemen’i yakmayı hiç olmazsa düşündüğü için hayranlık besleyen 15 yaşındaki genç kız (18-22 Mayıs). Ve Kemalist Aysun (18-19 Mayıs), bundan böyle madenlerde sırf türbanlı kadınların çalıştırılması “mütevazi öneri”sini geliştiren. Topyekûn nefretse, topyekûn nefret. Orada Filistinliler, beride Budistler, burada Müslümanlar. Sormak istiyorum: Bunlar Madam Nhu veya Ayelet Şaked’den çok mu farklı gerçekten?

Dördüncü ve son nokta: Kendi simetriğini, aynadaki aksini yaratmakla ilgili. Şöyle yazmış Ayelet Şaked: Her teröristin ardında, onlarsız terörü sürdüremeyeceği düzinelerle erkek ve kadın duruyor. Camilerde kitleyi tahrik edenler de savaşın aktörleri, okullar için o canice müfredatları yazanlar da, barındıranlar da, araç sağlayanlar da, onları onurlandıran ve manevî destek verenler de.”

Peki, tersi de varit değil mi bunun? İnsan nasıl sınırsız bir tek-yanlılıkla kendini bu kadar suret-i haktan sayabilir; “öteki”ni görür de “kendi”ni hiç görmeyebilir? Biri de çıkıp diyemez mi: Her sömürgeci, işgalci, çocuk katili İsrail askerinin ardında, babası, annesi, sinagogu, hahamı, okulu ve öğretmenleri, Amerika’daki zengin akrabaları duruyor. Dolayısıyla bunlar da savaşçıdır; bunlardan da intikam alınması gerekir.

Demiyorlar mı zaten? Tek el şaklamaz. Bir yanda, bütün Filistinlileri düşman gören Ayelet Şaked. Diğer yanda, bütün Yahudileri düşman gören Yeni Akit. İkisi de aynı kafa. Her biri, diğerinin varlığından güç alıyor. Bize de bu felâketten nasıl çıkılabileceği konusunda başka ve şiddet dışı bir şeyler düşünmeye çalışmak kalıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar