1. HABERLER

  2. DÜŞÜNCE UFKU

  3. İslamcıların “Kürtler”le imtihanı
İslamcıların “Kürtler”le imtihanı

İslamcıların “Kürtler”le imtihanı

A+A-

 

 

Egemen söylemin çizdiği sınırlar içinde tartışılan Kürt meselesinde, muhafazakâr camia devletle ters düşmeyecek bir mesafede dururken, islamcı camiada ise sorun ya tamamen Türkiye merkezli “stratejik derinlik”lere atılıyor ya da “ümmet”çilik markası altında tamamen soyut ve maalesef, kadim”devlet politikası” ile de örtüşen masa başı projelerle gerçek hayatın dışına itiliyor.

 

Bu yüzden Kürt sorunu konuşulurken genelde İslami camianın ama özellikle İslamcıların hesaplaşması gereken birkaç ön kabul olduğunu düşünüyoruz.

Ümmet mistifikasyonu

İslami camiada farklı şekillerde, bazen “Türk-Kürt yok, hepimiz Müslümanız” bazen de daha rafine bir söylemle; “batı projesi” olan ulusçuluğa karşı “ümmet projesi” ile karşı çıkar görünen söylemin son derece muğlak ve adaleti gözetmeyen yapısını deşifre etmek, bugün Müslümanca bir sorumluluk olarak karşımızda duruyor.

Gelinen noktada tüm dünya Müslümanlarının, İslam’ın ortak hassasiyet ve değerlerinin taşıyıcısı olmasını hedefleyen “Ümmet” gibi olumlu bir kavramı, realitede yaşanan bir zulmün perdelenmesine yol açacak şekilde kullanan bu eğilimin argümanlarını gözden geçirmek zorundayız.

Kur’ani bir kavram olması hasebiyle “ümmet”in bu şekilde bağlam dışı kullanımı ve devlet politikasını destekler yorumlara payanda edilmesi, halkın bir kesiminin İslam ile ilgili yanlış kanaatler edinmesi tehlikesine yol açmaktadır.

Kavramın geçtiği ayetlerin bütünü esas alındığında “ümmet”in

1-Genel olarak insan topluluklarını,
2- Peygamberlere nispet edildiği ayetlerde resullerin gönderildiği kavimler ve gelmiş geçmiş tüm inananlar topluluğunu,
3- İnananlara izafe edildiğinde ise İbrahim(a.s) örneğinde verildiği gibi tek bir kişi kalsa dahi tevhid davasının zeminine, öncü bir Mü’minler grubuna ve onların sorumluluklarına işaret ettiğini görüyoruz. (1)

“Ümmet” kavramının Kur’an’da kavmi farklılıkların yadsındığı, tabu olarak görüldüğü veya Müslümanlar/taifeler arası sorunların dışarıda bırakılmasını dayatan bir “yasak bölge” ya da bir “kızıl elma” ütopyası olarak kullanıldığını göremeyiz.

Evet “İnananlar ancak kardeştir,” fakat Hucurat/9-11 ayetlerinde çok net olarak gösterildiği gibi aralarındaki sorunların çözümünde “Hepiniz ümmet kardeşisiniz, böyle şeyler yakışmaz size” denli “teskin edici” bir dil değil, adaleti gözeten aktif müdahaleyi emreder keskin bir üslup görürüz.

Haddizatında bırakın din kardeşliğini, hem din hem kan kardeşi olanlar arasındaki ilişkilerde dahi bu tarz bir muğlâklığa izin verilmez. Bu yüzdendir ki ebeveynle evlatlar ve kardeşler arasındaki miras meseleleri ile ilgili yaptırımı olan açık hükümler indirilmiştir.

“Ümmet” kavramının Müslümanlar arası dayanışma ve “vahdet” anlamında idealize edilişi yani “ittihat-ı İslam” anlamında kullanımı ise 19. y.y.’da başlar.

Kavramın bu yeni kullanımında, Cemaleddin Afgani ile birlikte doktrine edilen, Batı sömürgeciliği boyunduruğundaki ümmeti oluşturan milletlerin “öze dönüşü”nü ve ulusal bağımsızlıklarını kazanmalarını hedefleyen siyasal bir proje ile karşılaşırız.

Afgani emperyalizme karşı ulusal/milli uyanışları çok net bir dille desteklemiş, ümmeti oluşturan milletler ancak bağımsızlıklarını kazanabilirlerse bir İttihad-ı İslam’dan, bağımsız bir ümmetten bahsedilebileceğini savunmuştur.

Emperyal ve entegrist batıya karşı ideolojik olarak Kur’an’a dayanan siyasal bir mücadele ile özellikle “dil” i merkeze koyan, İslam toplumunun yerel/kavmi kültürlerinin geliştirilmesi ve savunulmasına dayanan “ittihat” ı savunmuştur.

“İttihat-ı İslam” öncelikli olarak “Ümmet”i oluşturan milletlerin birbirlerini yok saymaksızın, batı entegrizminden yerel/özgün kimliklerine dönerek kültürel, topraklarını işbirlikçi iktidarlardan veya fiili işgallerden kurtarmaları anlamında ise siyasal bağımsızlıklarını savunur. Bunu yaparken ise birbirlerine yardım etmelerini, kardeş ulusun sorunlarını kendi sorunuymuşçasına sahiplenilmesini tavsiye eder.

Afgani gittiği İslam ülkelerinin liderlerine batıya karşı İslam devletlerinin “ittihatı”nı önerirken, aydınlarına da “yeniden Kur’an’a/öze dönüş”ü ve “ulusal” dillerini ve kültürlerini (özellikle edebiyat ve matbuatı) geliştirmeleri salık vermiştir.

Osmanlı aydınlarının Afgani’den etkileşimleri de bu açıdan iki yönlü olmuştur.

Özellikle Mehmed Akif’in asarında bu ümmet/kavim diyalektiğini çok net olarak görürüz.

Ancak dönemin “Osmanlı İslamcılığı” hakim algıdaki “imparatorluğun bölünmesini engellemek” gibi bir önceliğe saplandığı için tabiyetindeki Müslüman uluslar/milletlerin özerklik taleplerini “İslam’da kavmiyetçilik yoktur” genellemesi ile görmezden gelmişlerdir. (2)

Lakin sonuçta hilafet makamını kullanmalarına rağmen “Ümmet”i (aslında Osmanlı imparatorluğu kastediliyordu) kurtaramadıkları gibi ayaklarının altından kayıp giden imparatorluğu da Kemalist kadrolara bırakmak zorunda kalmışlardır. (3)

Cumhuriyet sonrasında da İslamcı düşünce bu kez Ulus/Kavim vakasını, Kemalist Türkçülük ile özdeşleştirmiş ve karşısına “Ümmet”i temsilen Osmanlı imparatorluğu mistifikasyonunu yerleştirmiştir.

Ancak bu genelleme Osmanlı tarihinin bir iç isyanlar tarihi olduğu gerçeğiyle yüzleşmek istemez.

Ulusçuluk/milletler sorunu

Avrupa toplumunda sınıfların ortaya çıkması ve “triers etat”ın burjuva sınıfının öncülüğünde ulus devletler şeklinde yapılanarak kilise ve monarşilere karşı seküler/siyasal iktidarlara dönüşmesi ile ortaya çıkan “ulusçuluk” 20. y.y.’ı belirlediği gibi 21. y.y.’ın da temel tartışma konularından biri olmaya devam etmekte.

Bu yüzden soruna biraz daha yaklaşarak bakmakta yarar görüyoruz.

20 y.y.’da İslam dünyası açısından ulusçuluğun üç farklı güzergâhı olduğu söylenebilir:

İlki; 1. Dünya Savaşı sonrası tıpkı Avusturya-Macaristan imparatorluğu, Rus çarlığı gibi çok etnikli bir yapıya sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nun da dağılması ile birlikte ortaya çıkan yeni devletlerin, tebaalarının asimilasyonunu esas alan ulusçuluklardır.

Buna kendi özelimizde Kemalist Cumhuriyet’in Türk milliyetçiliğinden ürettiği “Türk ulusu”(4) şeklindeki bir “hayali cemaat”i devlet eliyle inşa etme çabası örnek verilebilir. Bu ulusçuluk tüm alt kimlikleri devlet tarafından tarif edilen yeni bir kimlik altında asimile etmeye dayanır. “Ne mutlu Türküm diyene” vecizesinden hareketle kan milliyetçiliğinden farklılaştırılmaya çalışılan (ki devlet zaman zaman bu çerçevenin dışına evrilen radikal Türk milliyetçiliklerini de ezmekten çekinmemiştir), ancak halkın tamamına zorla dayatılan bir ideolojik programdır bu.

İkinci ulusçuluk tipi, Doğulu ve özellikle nüfusu Müslüman halklardan oluşan toplulukların farklı devlet sınırları içinde batının sömürgesi durumuna düşmesiyle ortaya çıkmış, aydınların-dini önderlerin öncülüğünde, sömürgecilere karşı verilen bağımsızlık mücadeleleriyle paralel gelişen anti-emperyalist ulusçuluklardır.

Bazı Arap ve Afrika ülkelerinin bağımsızlık savaşlarında gördüğümüz gibi… Bu ulusçuluklar esaret altında milletlerin, batının çizdiği sınırlar içine sıkıştırılmış ülkelerinin bağımsızlığını hedefledikleri sosyo-politik hareketlerdir.

Efsanevi Müslüman önder Ömer Muhtar’ın İtalya’ya karşı verdiği mücadele köklerini Senusi hareketinde bulan “İslami Önderliğin” liderliğini yaptığı ulusal bağımsızlık hareketlerinin tipik bir örneğidir.

Günümüzde Filistin ve Lübnan’da gerçekleşen İslami direniş de, salt “Ümmeti yeniden oluşturma” gibi bir temenniyi değil; ülke topraklarını işgalden kurtarma ve ayrım yapmaksızın Müslim-Gayrimüslim tüm halkına, dine ilişkin tercihlerini özgürce yapabilecekleri bağımsız bir ülke kazandırmayı esas alan “İslami Hareketler”in yürüttüğü somut siyasal hareketlerdir.

Üçüncü tip ulusal hareketler ise emperyalist işgaller sonunda siyasi ve coğrafi birliğe sahip olamayacak şekilde bölünmüş etnik grupların siyasal ve kültürel birliklerini ve bağımsızlıklarını elde etmek için verdiği ulusal mücadelelerdir.

Yine Filistin halkının mücadelesinde gördüğümüz ancak daha tipik olarak Ortadoğu’da halkı dört Müslüman ülkenin toprakları içinde benzer sorunları yaşayan, “ümmetin yetimi” Kürt ulusu gibi.

Görüldüğü gibi çok genel anlamda ulusçu-milliyetçi hareketler olarak adlandırılabilecek bu örnekler, aslında özele indiğimizde birbirinden farklılaşan özellikler gösterir.

Bu yüzden mesele “modern ulus devlet” gibi salt teorik bir soyutlamadan hareketle izah edilmeye çalışıldığında iki temel problemle karşılaşılır.

İlki, modern ulus-devletin Batı Avrupa tecrübesinden hareketle oluşturulmuş bir siyasi organizasyon olmasıdır ki; kendi tarihsel tecrübesinin bir sonucudur. Modern ulus-devlet denilen olgu haddizatında; burjuva devletinin bir ulus inşa etmesi (nation building) biçiminde görülen bir 19. y.y. projesidir. Bu anlamda modern ulus-devlet, modern sınıflı toplumu totaliter bir devlet mekanizması aracılığıyla sermayeye itaat eder konuma getirmek gibi bir önceliğe sahipken, aynı zamanda emperyal/sömürgeci yönüyle Doğulu/Müslüman halklar üzerinde de tahakkümü hedefler. Bu haliyle anti-emperyalist ulusçuluk tipleriyle örtüşmez. Nitekim emperyalist devletler Müslüman halkları sömürge halinde tutabilmek için ulusal bağımsızlık hareketlerini boğmaya çalışmışlardır.

İlk kez Sultan Galiyev’in gördüğü gibi “sınıflar arasındaki ezen ezilen ilişkisi, doğu ile batı arasında; sömüren ve sömürülen devletler/uluslar arasındaki çelişki şeklinde tezahür eder.

Müslüman ulusların kurduğu devletlerin bağımsızlık sonrası seküler batı modeline yönelmeleri şeklindeki sorunlu süreç ise o coğrafyadaki İslami hareketlerin gücü/güçsüzlüğü oranında gerçekleşmiştir.

Tüm ulusal hareketleri “batılılaşma projesi” sepetine doldurup mahkûm etmedeki ikinci problem ise somut siyasal sorunların salt retorikle çözülmeye çalışılması durumunda İslami söylemin, resmi ideoloji açısından yedeklenebileceği/kullanılabileceği gerçeğinin atlanmasıdır.

Bugün artık 12 Eylül sonrasında Komünizme ve Kürtçülüğe karşı “Yeşil Kuşak” İslamcılığı çerçevesinde düşülen hatalarla yüzleşmemiz gerekmektedir.

Bu çerçevede daha önce solcu ve Kürtçü akımları engellemek için sağcı hükümetler eli ile Kemalist devlet tarafından desteklenen İmam-Hatip okullarının 80′lerin ortalarından itibaren yükselen İslami uyanışın yarattığı korku yüzünden nasıl harcandıklarını hatırlamakta fayda var…

Ayrıca son süreçte Kemalist devletin hükümet eli ile bazı cemaatleri doğuda “İslam kardeşliği”, “ümmet birliği” markası altında medeniyet götürmeye gelmiş “misyonerler” gibi kullanarak, Kürt halkının kimliğini yok saymaya dönük siyasetlerine nasıl alet ettiği gerçeği ile de hesaplaşabilmeliyiz.

Erzak, kumanya dağıtarak yaratılan “mihnet” atmosferi Müslümanca kardeşlikle ne kadar izah edilebilir bilemeyiz ancak son seçim sürecinde AKP’nin kimlik siyasetlerine karşı takındığı reddedici tutum ve bunun yanı sıra yürütülen, Kürt halkının İslami hassasiyetlerini oya dönüştürmeye yönelik “ümmet”çi söylemin DTP’nin kimlik siyaseti etrafında birikmiş halk tabanını üzerinde ne kadar etkili olabildiği, üzerinde düşünülmesi gereken bir vakadır.

Bu “derin” projenin özellikle Kürt gençleri ve kadınlarının hızlı bir sekülerleşme süreci yaşadıkları bir süreçte İslam’ın özgürleştirici tezlerinin, Kemalist zorbalığın siyasetlerine kurban edilmesi gibi kabul edilemez sonuçları beslediği tüm açıklığıyla önümüzde durmaktadır.

Aydınlanmacı/pozitivist paradigmadan beslenmeleri anlamında Kemalizmle örtüşen PKK’nın Müslüman Kürt halkını ne yönde dönüştürdüğünün doğru bir muhasebesini yapmalı ve mazlumiyeti gideremeyen bir “ümmet” söyleminin sadece resmi ideolojinin payandası olarak algılandığını görebilmeliyiz.

Kemalist devlet oluşturduğu zulüm mekanizması ile yıllardır Kürt halkına kan kustururken “ümmet kardeşliği”ni savunma adına siyaset dışı/kültürel/maneviyatçı reçeteler dışında bir üretimi ol(a)mayanların dönüp, salt “Biz milliyetçiliğin her türlüsüne karşıyız, biz ümmet kardeşliğinden yanayız” gibi bir kolaycılığı İslamcılık olduğu zannı ile devam ettirmeleri durumunda yanıldıklarını anlamaları çok uzun sürmeyecektir.

Siyasal açıdan Kürt meselesi Filistin meselesinden çok farklı değildir. Belki tek farkı, Filistin davası İslami Hareket’in öncülüğünde ve İslami temeller üzerinde devam ederken, Kürt ulusalcılığının yukarda tartıştığımız tarihsel bazı kırılmalar dolayısı ile maoist/seküler kadrolarının öncülüğüne kalmış/bırakılmış olması gerçeğidir.

Geldiğimiz noktada resmi söylemle örtüşür bir şekilde; Kürt kimliğini savunduğu için milyonların önderlik olarak kabul ettiği bir yapıyı, hoyratça “Kürt halkını temsil etmeyen terör örgütü ve yandaşları” olarak yaftalayarak ve çözüm olarak da “ümmet projesi” gibi temennilerin arkasına sığınarak elde edilebilecek tek sonuç, İslam ümmetinin bir parçası olan Kürt halkının güvenini yitirmek olacaktır.

Kuzey Irak’ta oluşturulmaya çalışılan bir “Kemalist” Kürdistan” (5) vakası bölgedeki İslami yapıları ezer geçerken Kürt meselesine ilişkin bir özeleştiri sürecinin biran önce başlatılması elzemdir.

Kürt sorunu bir ulusal sorundur. Müslüman bir ulusun sorunudur. Bunun reddedilmesi İslami tezlerin hayatın dışına itilmesine yol açmaktadır.

Kendini “Kürt-Müslüman” olarak tanımlayan yapıların, aynı zamanda kendilerini “Kürt ve Müslüman” olarak ifade edebilmelerinin de önü açılmalı, psikolojik bariyerler kaldırılmalıdır. Müslüman ismi ile birlikte Kürt sıfatının kullanılmasından duyulan rahatsızlık, velev ki İslami hassasiyetlerden olsun, bölgedeki müslümanların hareket potansiyellerini zayıflatmakta, Kemalist sistemle seküler PKK arasında güçsüz bırakmaktadır.

Eğer Müslüman kanaat önderleri Kürtlerin kimliklerini özgürce yaşamaları temennilerinde gerçekten samimi iseler kimlik siyaseti yürüten “Kürt Müslümanlar”a destek vermeli, bölgede oluşturacakları liderliğe saygı duymalıdırlar.

Ümmet açısından Kürt meselesinin bir “mesel” olarak algılanması bu şekilde kırılabilir.

Mesele Ankara veya İstanbul’dan değil Diyarbakır’dan çözülecektir

Söylemimizin adil, eylemimizin tutarlı olabilmesi için ezberleri bırakıp yeni tartışma başlıkları açmak elzemdir.

Gelecek eleştiriler ışığında tartışmanın geliştirilmesi ümidiyle…

Dipnotlar

1-Kur’an-ı kerim’de Ümmet kavramının geçtiği ayetler için bkz. (http://www.kuranmeali.com/arama.asp)
2- Dönemin İslamcı Aydınlarından, buhari mütercimi Babanzade Ahmed Naim’in “İslamda kavmiyetçilik yoktur” risalesi bu algılamanın en tipik örneğidir.
3- Osmanlı’nın her türlü muhalif söylemi ve siyasal hareketi topraklarına/mülkiyetine yönelik bir saldırganlık olarak algılaması ve tenkil yöntemiyle bastırma yoluna gitmesi, Müslüman halkların hilafet makamına yabancılaşmasını getirmiştir. Mesela; Mısır’daki İngiliz işgaline karşı başlatılan Urabi Paşa kalkışmasını, Osmanlı’nın kendine dönük bir isyan olarak değerlendirmesi ve “gayri meşru” ilan etmesini Afgani Urvetü’l Vüska”da hayretle karşılar ve Osmanlı yönetimini ikaz eder.
4- Burada bir kavim olarak Türk’lerin varlığını inkar etmiyoruz tabiî ki.kastettiğimiz çerçevesi devlet tarafından çizilmiş, Kemalist ideoloji tarafından tarif edilmiş şekliyle Türklerin içinde de her türlü nüansı yok sayan seküler projedir.
5- Kemalizm kavramını Boby Sayyid’in çizdiği kavramsallaştırma çerçevesinde kullanıyorum. (bkz. Fundemantalizm Korkusu, Vadi Yay.)

Kadrican MENDİ -Platformaber.net

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.