İslam Dünyası Parantezinde Tufan
Dünya haritasını önümüze alıp sorunlu bölgeleri işaretlediğimizde ve İslam dünyasını bir parantez içine aldığımızda, parantez içinde kalan Ortadoğu ve mücavir bölgelerinin yani İslam dünyasının, sorunlar yumağı açısından birinci sırada yer aldığı görülecektir. Buna mukabil Kuzey Amerika, Avrupa ve Avustralya kıtalarının da en sakin kareler olduğu dikkati çekmektedir. İç savaşlarla ülkeler arası savaşların yaşandığı ve en fazla kanın akıtıldığı bölgeler, İslam dünyası merkezi ve çevresine aittir. Ortadoğu, aktif vaziyetteki sorunların merkezi olduğu gibi, potansiyel problemlerin de merkezi olma vasfını taşımaktadır. Kinetik ve potansiyel sorunlara yenileri de eklenmektedir. Son örneği, Türkiye-Suriye gerginliğidir ki, yazının sonunda bu konuyla ilgili bir hususa değinilecektir.
Bölgesel savaş ihtimalinin en güçlü olduğu yer olarak da Ortadoğu'nun adı geçerken, muhtemel bir dünya savaşının da yine bu bölge üzerinden olacağı kesin gibi.
Bu tablo, zihinlerde çok sayıda soru oluşturuyor ve oluşturmalıdır.
Neden Fransa ve Almanya sınırında Türkiye-Suriye örneği bir kriz çıkmaz?
Niçin İtalya ile Yunanistan'ı savaşın eşiğine getirecek gelişmeler onlar arasında yaşanmaz?
Neden İngiltere ile Amerika arasında onları savaşa sürükleyecek bir rekabet cereyan etmez?
Niçin Amerika Kanada'ya saldırmaz ve İran-Irak savaşı gibi sekiz yıllık yıpratıcı bir savaş yaşanmaz?
Neden Avrupa ülkelerinden biri kendi halkını Zalim Esed gibi tank ve toplarla ve zalim Saddam gibi kimyasal gazlarla katletmez?
Niçin Avrupa ve Amerika kıtasında rejimler ile halklar arasında İslam ülkelerindeki gibi türden bir ilişki kurulmaz?
Neden bu üç kıtada yapılan seçim sonuçları generaller tarafından iptal edilmez, meclisler feshedilmez ve seçim sonuçlarına hile karıştı diye ortalık kan gölüne dönmez?
Buna benzer daha onlarca soru sorulabilir. Bu soruları sormamız gerekmiyor mu?
Ortadoğu'nun ateş çemberi içinde; Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın sükunet içinde olması bir tesadüf mü?
Dünyadaki çatışma ve gerginliklerin olduğu bölgeleri inceleyelim:
Kafkaslarda Rus-çeçen savaşı. Biraz güneyde Ermenistan-Azerbaycan çatışması. Biraz daha güneyde Azerbaycan-İran gerginliği. Orta Asya'da Sovyetler'in dağılmasıyla istiklalini kazanan Türki cumhuriyetlerinin kendi halklarıyla yaşadıkları sorunlar ve özellikle Tacikistan'daki iç sorunlar. Orta Asya'nın güneyinde hiç bitmeyen Afganistan yarası. Onun yanında Pakistan'daki mezhep çatışmaları. Pakistan'ın güneyinde Keşmir-Hindistan sorunu.
Ortadoğu'ya geldiğimizde baştan aşağıya sorunlarla dolu. Kendi halkıyla veya komşularıyla sorunu olmayan bir ülke gösterilebilir mi? Kuzey Afrika hattı, Arabistan Adası, körfez ülkeleri, kuzey hattında Türkiye-İran-Irak-Suriye eksenindeki gizli ve açık sorunlar. Bütün bunların ortasında da devasa Siyonist rejim ve Filistin meselesi. Türkiye-İran-Irak-Suriye dörtlüsü arasındaki Kürd sorunu.
İslam dünyasındaki gerginlikler ve çatışmalardan beşinde din farkı vardır. Din farkı olan çatışma alanları şunlardır:
Filistin-İsrail
Lübnan-İsrail
Rus-çeçen
Ermenisten-Azerbaycan
Keşmir-Hindistan
Geriye kalan tüm sorunların ve ihtilafların her iki tarafı müslümandır.
Uzak Doğu'ya baktığımızda en belirgin olan Güney ve Kuzey Kore gerginliğini görmekteyiz. Çin'in Müslümanlarla sorunları var. Burma Müslümanlarına yönelik katliam söz konusu.
Bir zamanlar Çin-Tayvan problemi vardı.
Yine de Uzak doğu, Ortadoğu'ya nisbetle çok daha az problemli.
Problemlerin ana merkezi Ortadoğu ve İslam dünyası.
İslam dünyasındaki bütün bu kanamalar, dış düşman faktörüyle açıklanabilir mi?
Bunca iç ve dış sorun, düşmanın oyununa gelmekle izah edilebilir mi?
Her türlü sorunumuzun nedenini dış düşmana bağlamanın, kendi gerçeklerimizle yüzleşmekten kaçmak anlamına geldiği kanısındayım. Düşman varsa, onun oyun ve entrika içinde olması doğaldır. Düşmandan dostluk beklenmez. Eğer bütün sorunlarımızın kaynağı düşman ise, asıl sorunumuz, koca bir İslam dünyasının düşmanın oyununa gelebilecek kadar basit, aldatılabilen ve oyuncak haline gelmiş olmasıdır. Sorunun en az yarısı, bize aittir. İslam dünyası, kendisine ait olan kısmı düzeltmedikçe, diğer yarısıyla mücadele edemeyeceği gibi suçlamaya yönelmesi de çok anlamlı değildir.
İlgi çekici olan, İslam dünyasındaki sorunların sorumluları konumunda olanların birbirlerini düşmanın oyununa gelmekle suçlamasıdır. Eğer bu suçlamalar doğruysa, o zaman birbirini suçlayanların tümü aynı oyunun oyuncularıdır.
Esasen İslam dünyasında çok ciddi bir kültür sorunu vardır, düşünce sorunu vardır, hayat telakkisi sorunu vardır. Dünya görüşü ve ideoloji sorunu vardır. Ahlak sorunu vardır.
İslam dünyası, diktatörler zengini ise, bunun suçu sadece yabancılara yüklenemez. Kendi halkını kimyasal gazlarla katleden Saddam'ı, kendi halkını tank, top ve uçaklarla katleden Esed'i, Kaddafi'yi ve aynı cinayetleri işleme potansiyeli taşıyan daha nicelerini üretiyorsa, sorun sadece dışarıda aranamaz. Bu canilerin tümü, İslam dünyası havzasına aittir. Saddam ve Esed, Hristiyan veya Yahudi dünyasına ait değildir ve onların tarihinde yer almayacaktır. Bir bir devrilen krallar ve halen ayakta duranlar, Avrupa'nın tarihinde yer almayacaktır. İslam ülkeleri arasındaki savaşlar, Amerika kıtasındaki ülkelerin tarihinde değil, İslam ülkelerinin tarihinde yer alacaktır. İslam dünyasında yeşeren bu türden yöneticileri zalim, fasık, seffak ve benzeri hangi sıfat ile anarsak analım, bütün bunlar İslam dünyası kültürü, medeniyeti, tarihi içinde anılacaktır. Bu ayıplar, bu cinayetler, bu savaşlar, bu katliamlar, bu mezhep savaşları ve daha nice sefih fiiller Batı dünyasının tarihine değil, biz Müslümanların tarihine yazılacaktır.
İslam dünyasının sorunu, sadece yöneticiler sathında değildir. Sorun çok daha derinlerdedir. Yöneticiler, ait oldukları toplumdan geldiklerine göre, sorun sadece tavanda değil, tabanda da sorun vardır. Mezhep farklılıklarından dolayı birbirlerinin camilerini bombalayan sosyolojik bir tabandan aklı başında yöneticiler çıkar mı?
İslam dünyasında çatışma kültürü egemendir. Paylaşma kültürü zayıftır. Ortak çıkarlar etrafında, ortak değerler etrafında birlik oluşturma fikri gelişmemiştir. Yöneticiler, halkıyla; devletler birbirleriyle ortak çıkar ve huzur için anlaşma, karşılıklı uzlaşma kültürüne sahip değildir. Katılım ve paylaşımın önünü açarak herkesin kazanması kültürü yerine, azınlığın çoğunluğa egemenliği, azınlığın çoğunluğu sindirmesi kültürü baskındır. Tahammül, katılımcılık, paylaşım fikri alabildiğine zayıflamış; buna mukabil otoriter, totaliter ve militer eğilimler güçlenmiştir. Refaket içinde rekabet kültürü yok olmuş, onun yerini düşmanlık temelinde rekabet almıştır. Sorunların çözümünde fiili güce ve savaşa başvurmanın ilk ve öncelikli yöntem haline geldiği bir kültür hakimdir İslam dünyasına. Konuşarak sorun çözmenin yerine tehdit, olmazsa savaş yoluyla sorun çözme geleneği ağır basmaktadır.
İslam dünyasının ortak ağırlık merkezi oluşturma geleneği olmadığı gibi, birinin ötekini merkez kabul etme geleneği de yoktur. Örneğin İslam dünyasının en etkili dört ülkesi olarak kabul edilen Mısır, İran, Türkiye ve Arabistan'ın hiç biri diğerini merkez kabul etmediği gibi bu dördünden iki tanesi bile bir araya gelip ortak bir ağırlık merkezi oluşturma becerisine sahip değildirler. Hepsi, birbirini tehdit olarak görüyor.
Birbirimize fırsat gözüyle bakma özelliğimizi yitirmişiz. Gerçekte her birimiz, diğeri için bir fırsat iken, her birimiz bir diğerine tehdit gözüyle bakıyor. Devletler, halklarına tehdit gözüyle bakıyor. Devletler birbirlerini tehdit olarak algılıyor. Mezhepler, etnik yapılar, siyasi görüşler, siyasi teşekküller, cemaatler benzer algıyı paylaşıyor. Hücrelerimize kadar işlemiş amansız bir hastalığın pençesinde kıvranıyoruz. Tedavisi kendi elimizde olduğu halde, kendimizden tedaviye başlamak yerine dış güçleri suçlamayı ve ötekilerini de dış güçlerin oyuncağı olmakla suçlamayı tercih ederek hastalığımızı teşdit etmeye devam ediyoruz.
Şu ülke haklı, bu ülke haksız; falan lider haklı, filan lider haksız; şu hareket haklı, bu hareket haksız gibi değerlendirmelerle bir yere varamayız.
Önce bütün ülkeler, hatta hepimiz var olan problemin bir parçası olduğumuzu, hepimizin aynı girdapta döndüğünü kabulle işe başlamalıyız. Eğer her ülke, her lider, her şahsiyet ve her halk kendisini hakk merkezine oturtup diğerlerini değerlendirmeye başlarsa, hiçbir mesafe alınamaz. Hepimizin ortak ve bulaşıcı bir hastalığa yakalandığımız teşhisinde bulunabilirsek, o zaman başkaları için reçete yazmak yerine ortak bir reçete arayışına gireriz.
Herkesin hasta ama hiç kimsenin kendi hastalığını kabul etmeyip ötekilerini hasta varsayması ve onlar için reçete yazmaya kalkışması ve yazdığı reçetenin kabul görmemesi üzerine sinirlenip savaş tehdidinde bulunması, karşılıklı ve çok yönlü tehditlerin artması, İslam dünyası parantezindeki tufanı çok daha büyük ve kanlı bir merhaleye taşıyabilir..
Türkiye-Suriye gerginliği ile ilgili de bir hususu hatırlatmakta yarar görüyorum:
Saddam, 1980 yılında haksız olarak İran'a savaş açtı. Yeni devrim yapmış olan İran'ın, askeri sistemi zayıfladığı için Irak güçlerini kendi topraklarından çıkarması üç yılı buldu. Irak birlikleri İran sınırlarının dışına itilince, savaşa devam mı tamam mı konusu tartışmaya açıldı ve 'Saddam rejimi yıkılana kadar savaşa devam' kararı alındı. Bu şiar ve bu hedefe mebni olarak beş yıl savaş uzadı. Dünyanın kahir ekseriyeti Saddam'ı desteklediği için yıkılmadı ama İran artık savaşı sürdüremez noktaya geldi ve İmam ateşkesin sorumluluğunu doğrudan üstlenerek bu gerçeği bir bardak zehir içmeye benzetti. Ne yazık ki, Saddam rejimi Müslümanların eliyle değil sonunda bir zamanlar hamisi olan Amerika'nın eliyle yıkıldı.
31 yıl aradan sonra ikinci Baas rejimi olan Suriye, Irak Baas rejimi gibi komşusuna saldırmadı ama kendi halkına karşı kanlı bir savaşa girdi. Bu kez de Türkiye, bir zamanlar İran'ın Irak Baası için söylediği şiarı benimsedi ve 'Suriye rejimi yıkılana kadar Suriye halkına destek' siyasetini önceledi.
İran'ın Irak ve Türkiye'nin Suriye için dillendirdiği hedef aynı ama arada önemli bazı farklar var:
Irak hiçbir neden yokken İran'a kapsamlı bir savaş açmıştı. Suriye, kendi halkıyla savaşıyor.
Irak'ı zamanın iki süper gücü destekliyordu. Suriye'yi ise süper güçlerden Rusya ve Çin destekliyor, Amerika karşı çıkıyor.
İran-Irak savaşında Türkiye tarafsızdı ama Suriye konusunda İran taraftır, yedeğinde de Irak var.
Türkiye Suriye'ye savaş açmamıştır ama benimsediği siyaset, iki ülke arasında savaş ihtimalini güçlendirmiştir.
Suriye meselesi etrafındaki gelişmelere ve şekillenen dengelere bakınca, maalesef Suriye konusunu da aynen Saddam meselesinde olduğu gibi Müslümanların çözmesi oldukça zor gözüküyor.Eğer süper güçler Suriye rejiminin tasfiyesi üzerinde anlaşmaya varamazsa, Suriye'deki iç kanama veya Türkiye ile Suriye arasındaki gerginlik ya da muhtemel bir savaş aynen İran-Irak savaşında olduğu gibi uzun yıllar alabilir, yüzbinler veya milyonlarca insanın hayatına mal olabilir. Egemen güçler, Irak Baas rejimini yıkmayı İran'a bırakmadıkları gibi, Suriye Baas rejimini yıkmayı da Türkiye'ye veya bir başka İslam ülkesine ve hatta güçleri yeterse Suriye halkına bırakmayacaklardır.
Suriye meselesi değerlendirilirken İran-Irak savaşının ve İran'ın 'Irak Baas rejimi yıkılana kadar savaşa devam' şiarının hatırlanmasında yarar vardır.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.