1. YAZARLAR

  2. Cihan AKTAŞ

  3. İşkence sözcesi
Cihan AKTAŞ

Cihan AKTAŞ

Yazarın Tüm Yazıları >

İşkence sözcesi

A+A-

 

Uzun sıcak günlerin orucu, bütün mevsimlere göre daha bir tahammüllü ve sabırlı olmayı gerektiriyor. Bazen, bu sıcak günlerde oruçla kendinize işkence ediyorsunuz, diye bir söz duyduğum oluyor. Kaldırabilecek olduğunuz için üstlendiğiniz bir disiplin oruç oysa, siz onu tutuyorken bir yerde onun tarafından kaldırıldığınızı yaşamaya başlıyorsunuz. Allah rızası adına kendini sınırlamanın sağladığı genişleme, ferahlık, oruç tutanların yaşadığı deneyim.

Ne cehennem korkusu, ne nefsi şımartma arzusu! Yaradan’ın ebedi hayatta kendisinden yüz çevireceği ihtimali varoluşsal bir endişe hâlinde benliklerde yer alıyor.


Oruç deneyimi aynı zamanda şu hakikate de açıyor olmalı bilinçleri: Yaratılmış insan bedeni üzerinde polis ya da sivilin hatta bizzat o bedenin sahibinin de işkence niteliğinde bir tasarrufu kabul edilemez.

Medyaya yansıyan Myanmar işkenceleriyle dehşete düşüyoruz. Arakan Müslümanları diri, diri yakılıyor. Hemen yanı başımızda gerçekleşmiş işkencelerin izleri ise hâlâ benlikleri dağlıyor. Peki, medya gündeminde niye kalıcı bir şekilde yer tutan ve mağdurlarının, kurbanlarının başına gelenlerin sorgusunu kamuya mal eden bir konu olamadı işkence, onca somut ve sürekliyken? Tanımlanmış, tarif edilmiş gündemler üzerinden yazmanın konformizmi tek sebep olamaz. İşkence dehşetini (Foucault’un bu konuda bizzat deneyimlediği üzere) gündemde tutacak bir sözce ortaya koyma kararlılığından bahsetmek zor her şeyden önce.

Nedir “sözce”? Konuşmada, konuşanın ürettiği iki susku arasında yer alan söz zinciri parçası. Orada eksik olan senin tanıklığındı. O suç işlenirken nerelerdeydin sen... Ya işkence kurbanı? Kim anlatacak onun hikâyesini?


Burhan Sönmez’in işkence izleğinin ağırlık kazandığı romanı Kuzey’de, ağır bir işkenceye maruz kalan Rinda’ya yaralarından daha fazla acı veren neydi? İşkencenin çözemediği direnci bazen hayatın çözmesi... Acı korkunçtur, ama daha korkunç olan çaresizliktir.


İnsan Sultanahmet’te “İşkence küfürdür” şeklinde bir mahya asılı olduğunu görmek istiyor.


Salgın bir hastalık gibi bulaşır işkence. Melek Karaaslan Ağrı’da kocası tarafından kapatıldığı tuvalette yetmiş kilodan otuz kiloya düştü, yaraları kurtlandı. Melek 24 yaşında neredeyse dünyanın bütün zulümlerini tanıyarak hayatını yitirdi. Soyut kadın yüceltmeleri karşısında, işte, “somut kadın olarak Melek”, demek istiyorum...


Niçin işkence tecrübeleri taşıdıkları önem oranında ve yerinde zamanında bilinmiyor, öğrenilmiyor ülkemizde? Sedat Selim Ay terfi etmeseydi, büyük ihtimalle 1997 işkencelerini de konuşuyor olmayacaktık şimdi. İşkenceden daha önemli bir gündem maddesi mi olur Ramazan’ın...

Entelektüellerin işlevlerinden biri, teoriyle sınırlı kalmayan bir kavrayışla başkalarının konuşabileceği bir alan açmaktan geçiyor. (Foucault). Ahmet Altan günlerce işkenceyi yazdı. Ters ve düz askıya alındığı için kolları çalışmayan, tecavüze uğrayan genç kızları anlatıyordu Ayşe Yılmaz, Tuğba Tekerek’in söyleşisinde. İşkenceden delinen yüz, aşağılık, sapkınca müdahaleler, tecavüz, porno film seslerini duymaya zorlanmak, boğularak ölmenin eşiğine götürmek, filistin askıları, şakaklarda oluşmuş delikler, kimsesizler mezarlığında bulunan Hasan Ocak... Böyle bir işkence düzeneğini var eden bir adalet, nasıl bir mülkün temeli olabilir... Bu işkencelere mesleki gerekçelerle seyirci kalmış bir memurun terfisinin olağanlaşması adalet duygusunu zedelemekle kalmıyor, adalet sistemine apaçık bir işkence etiketini de yapıştırıyor.


Sahi, Taraf’ın bir işkence haberini twitter’da duyurduğumda, “Ateist bir gazetede yazmayı savunamazsınız” şeklinde bir tweet’le karşılaştım önceki gün. Mağduru, sesi duyulmayanı görmeyi önceleyen namuslu bir platformun anlamını bu şekilde bir yargıyla daraltmak, her şeyden önce işkencecilerin işine gelecek bir renk körlüğüyle mümkün. Taraf’ın atesit yazarları da, mütedeyyin yazarları da var. Bir de sanki sürekli imtihanda değilmişiz gibi, hep tamamlanmış, noktalanmış bir zafer, anlama ve tecrübeye doymuş bir “sözce” üzerinden öne sürülen türde bir Müslümanlık anlayışı... Oysa söylenmiş bütün cümleleri birey olarak kendi düşüncesinin eleğinden geçirmek diye bir sorumluluğu var Müslüman’ın.


Alak Suresi’nde geçen “İkra” (Oku) emrini, kelimenin kök manası olan “icma”nın yorumundan hareketle şu şekilde açıyor Mustafa İslamoğlu: “Parçaları birleştir, bağ kur, parçadan bütüne ulaş!” (Kuran’a Göre Esma-i Hüsna, sf. 373, Düşün Yayıncılık, 2011)


Alak” tam olarak ne demek? “Kalbe gerekli sevgi.” İşkence yapan polislerden birinin kod adı düşüyor aklıma: “Müslüman faşist.” Sözce aktif kılınmadığında, geliştirilmediğinde, sözleşmeler de yetersiz kalıyor.


Oruç deneyiminden geçen bedenin yaratılmış bedenin sırlarına yakınlaştığı kadar, bu bedenin haysiyetine ve elbette mahremiyetine de saygı duyacak bir incelme yaşadığını düşünüyorum. Haber ve söyleşilerde tasvir edilen işkence mekânları bu anlamda tamamen küfür mabetlerini andırıyor. İşkence feryatlarının yükseldiği her mekândan yükselen feryatlara ilk Müslüman şehitlerin, Yasir ve Sümeyye’nin feryatları karışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.