1. HABERLER

  2. BİLGİ VE HİKMET

  3. "İlim" ve "Din" Üzerine
"İlim" ve "Din" Üzerine

"İlim" ve "Din" Üzerine

A+A-

 

İlim, ‘’kendini bilen’’ insan tarihinden beri farklı zaman ve kültürlerin etkisiyle değişip gelişmekle beraber bilimin ve felsefî düşüncenin tesiriyle oluşmuştur. Kimi zaman bilinmeyenleri açıklamış, kimi zamanda yanlış bilinenleri düzeltegelmiştir.

 

İnsanlık yaşadıkça, bilimin gelişmesiyle de kainatın sırlarına ulaşma çabasıyla insanlar bu hakikatları daha iyi anlayabilecek ve devamında daha doğru bir ‘’kainat felsefesi’’ne kavuşacaklardır.

Bilim felsefesine dayalı ilim gelişmeden önce insanlar, tabiattaki sırlı hakikatları kendi tecrübe ve düşüncelerine göre yorumluyor, kendi felsefelerini tabiata uyarlıyorlardı. Bununla beraber bilimsel tespitleri yetersiz kalsada yine de bazı hakikatlara ulaşabiliyorlardı. Nitekim gündelik bilgi sisteminin de bu tecrübelerle oluştuğunu söyleyebiliriz. Felsefi düşüncenin ve bilimsel temellere dayalı araştırma ve gözlemlerin gelişmesiyle tarihsel süreçte ‘’ilim’’ kavramı, seyrini başka şekillerde gösterdi.


Nitekim M.S. 130 yıllarında Ptolemaios (Batlamyus) ‘’yer merkezli kainat’’ (geocentrisme) yani yerin kainatın merkezinde olduğu diğer gezegen ve yıldızların onun etrafında döndüğü fikrini ileri sürdü. Ve bu düşünce 14. yüzyıla kadar Ortaçağ boyunca tartışmasız kabul edildi. Oysa yerkürenin döndüğünü söyleyen ilk insanın M.Ö. 3. Yüzyılda yaşamış olan Sisamlı Aristarkhos olduğu söylenir. Kopernik’te ‘’De Revolutionibus Orbi’’ adlı eserinde, Çiçeron, Hicetas ve Plutarkhos gibi filozoflarında dünyanın hareket ettiğini düşündüklerini söyler. Fakat bu filozoflarında kaçırdıkları bir nokta vardı. Bu da güneşin fezada sabit olduğu ve evrenin merkezi olduğu fikriydi. Yani yer mezkezli evren yerine, güneş merkezli evren modeli… Yunanlılar, dünyanın ay üzerindeki gölgesinden dolayı yerin yuvarlak olduğunu anlamışlardı. Fakat bu bilgilerden ziyade yüzyıllar boyu Ptolemaios’un yer merkezli evren modeli benimsenmişti. Batıda 14. Yüzyılda bu modelin geçersizliğini Nicolaus Copernicus ortaya koymuştur. İlk olarak Kopernik’in ‘’Dünya güneşin çevresinde dönüyor’’ söylemi, yüzyıllar boyunca hakim olan ‘’dünyanın sabitliği’’ fikrini yıkması, özellikle Batı dünyasında büyük bir reaksiyonla karşılanmış ve ilim tarihçilerinin söylediklerine göre, ‘’İlim-Din’’ savaşı başlamıştı. Burada asıl olan her ne kadar farklı spekülasyonlara sebep olsada, bu çatışma din’in karşı çıktığı bir ilim veya ilmin inkar etme şansı olan bir din kavramı söz konusu olmadığından veyahut olamayacağından, asıl savaş ilim adamı ile din adamı arasındaki çatışmaydı. Öyle ki Ortaçağ Hristiyan dünyasında insanın sıradan bir varlık olmadığı ve Tanrı’nın, insanı yeryüzünde aziz kıldığı ve dolayısıyla yerküreninde aziz olduğu, güneş, ay ve diğer gezegenlerin sabit duran yerkürenin etrafında dönen hizmetçiler olmasınında zaruri olamsı gibi pekte akli bir temeli olmayan bir fikirden dolayı ilim tarafını tutanlarla, din tarafını tutanlar arasında ister istemez bir çatışma zuhur etmişti. Halbuki bu çatışmanın sebebi insana verilen değer ise, bunun için yerin sabit olması, güneş ve diğer gezegenlerin etrafında dolanmasına lüzum yoktu. Çünkü neticede yerkürede hayatın olması ve sistem ve düzenin gerekliliği olarak güneşin, ayın, diğer gezegen ve yıldızların tam bir denge ve ahenk içinde tabiattaki bütün olayların, yağmurların, rüzgarların, toprağın, elementlerin, mikroskobik canlıların, bitkilerin, hayvanların ve daha birçok mekanizmanın insanın hizmetine sunulmuş olması, insana verilen değer için yeterli bir ölçüdür.


Bütün bunlarla beraber, burada asıl çatışmayı doğuran sebep Tanrı’nın en mükemmel şekilde yarattığı insana verdiği değerle, içerisine bıraktığı sistemin ilimle tutarsızlığı değil, tahrif edilmiş Tevrat ve İncil’leri yazan insanların o zamanki kendi fikir dünyalarının ve aklî seviyelerinin öngördüğü şekilde dünyanın dönmediğini ve düz olduğunu söyleyip ve bunu da insana verilen değeri ortaya koymak için yapmışlarsada asıl sorun yine ‘’din-ilim’’ arasındaki çatışmayı değil, ilim adamlarının yeni bilimsel arayışlarına karşın tahrif edilmiş mukaddes kitapları süregelen kendi zihinsel ve kültürel seviyelerine göre yazanlar ve taraftaları arasında olduğu şeklinde anlaşılmalıdır.


Kopernik’in Papa III. Paul’a yazdığı mektubunda şu sözleri sarfeder: ‘’Filozofların elime geçirdiğim bütün kitaplarını okudum ve öğrendin ki, Çiçeron, Hicetas ce Plutarkhos ve diğer bazıları dünyanın hareket ettiğini düşündüklerini söylüyorlar. Onun için ben de bunun mümkün olabileceğini anladım ve dünyanın hareketi hakkında düşünmeye başladım. Sonunda uzun, çok uzun müşahedeler sonunda keşfettim ki, eğer öteki gezegenlerin hareketleri dünyanın ekseni etrafındaki hareketi ile birlikte alınarak bu harekete göre hesap edilirse, sadece diğer gezegenlere ait hadiseleri değil, belki semanın düzenini ve bütün gezegenlerin hacim ve büyüklüklerinin birbirine sıkı bir suretle bağlı olduğunu anlamak da mümkündür. Hem öyle bir bağlı oluş ki, herhangi bir kısımda bir şeyin değişmesi başka kısımlarda, hatta bütün kainatta, bir karşılığa sebep olmaması imkansızdır…’’ Kopernik’in bu cümleleri evrendeki ahenk ve düzeni, kainat çapında müthiş bir dengenin varolduğunu yeterince açıklar mahiyettedir. Ve bunun hiçbir şekilde din olgusuyla ters düşen bir tarafıda bulunmamaktadır. Hatta evrendeki bu ahenk ve düzen, insan için bir örnek teşkil etmekle beraber tam tersine bu ‘’Sistem ve Düzen’’i (DİN) oluşturan, yaratılışın gereği olarak arkasında ise hakiki münfail olanı (TANRI) bulmasında en önemli bir araç olabilmektedir… Tabi bununla beraber Kopernik için söyleyecek olursak, kendisi de hatasız olamıyor ve aynı eserinin onuncu bölümünde ‘’… Hepsinin ortasında güneş duruyor ve etrafındaki yıldızları kendi tahtı üzerinden yönetiyor’’ diyor. Yine de Kopernik’in sistematiğine ve bahsettiği evren düzenine hayran kalan Kepler’de (16. Y.y.) yerin, diğer gezegenlerle beraber güneş etrafında döndüğünü, gece ve gündüzünde kendi etrafında döndüğünden ileri geldiğini söylemişti.


Galileo Galilei de batıda matematik prensiplerini kullanan bir ilim adamı olarak tanınır. Bu çalışmalarıyla beraber özellikle yeni teleskoplarla çalışmalar yapan Galile, astronomi ile ilgili tespitleri yüzünden kiliseyle çatışmaya girmişti. Fikirlerini açıklamasıyla beraber 1616 da Engizisyon Mahkemesine çıkarılan Galile, artık Kopornik’in fikirlerini tutmayacağına yemin eder. Bunun üzerine dünyanın döndüğünü söyleyen kitaplar yasaklanır. Galile’nin yıllarca süren sessizliği 1632 de yayınladığı kitabıyla farklı bir boyut alır ve kilise cephesiyle şiddetli mücadele başlar. Nitekim aynı tarihte Jesuit Papazlarından Melchior Inchofer ‘’Yerin döndüğünü ileri süren düşünce bütün dinsizliklerin en iğrenci, en kötüsüdür. Arzın sabitliği üç defa mukaddes kılınmış bir gerçektir. Arzın döndüğünü düşüncesi evvela Tanrı’nın varlığını ve ruhun ölümsüzlüğünü hiçe saymayı gerektirir.’’ Bütün bu tartışmalar sonunda Galile tekrar engizisyona çıkarılır ve fikirlerini yaymaması konusunda yemin ettilir. Bütün bu düşüncelerden dolayı çıkan çatışmaların altında yatan sebeplere baktığımızda çokta akla yatar bir geçerliliği olmadığını görüyoruz. Özellikle hala Ortaçağ’da bile bu fikirlerin tartışılmış olması, şimdiki zaman için biraz ironi olur. Tabi burada bilimin gelişmesiyle elde edilen coğrafi bilgilerin neden din adamlarıyla çatışma içerisinde olduğuda ayrı bir tartışm konusu. Fakat ‘’din’’ kavramı diye bildiğimiz gerçekler ‘’din adamları’’nın kendi salt akıllarının gereği olarak yorumlanmış olması ve güya ‘’din’’in korunması için yapıldığının aslında tahrifi olan ve bu şekilde ileri sürülmesi yıllarca ‘’din’’in algılama şeklinde sıkıntılar olduğunu gösterir. Halbuki dünya ve gezegenlerden, gece ve gündüzün oluşumuna kadar bütün bu gerçekler ‘’din’’ ve ‘’Tanrı’’nın karşısında olmayı değil, tam tersi Tanrı’nın ve yarattığı sistem ve düzenin ihtişamını gözler önüne sermektedir.


***

Evrendeki ahenk, Jupiter’in etrafındaki halkalardan tutunda bütün gezegenlerde varolan bir yörünge etrafındaki hareketlerine kadar içlerinde öyle sırlar saklamaktadır ki; kutu içinde kutu, kutu içinde kutu, iç içe girmiş sonsuz alemler.. ‘’Tanrı’’ kavramının sonsuz ve ezeli ilminin bir yansıması.. Bilimsel verilerin insanlığa katkısı ve inancın gerekliliğiyle ters düşmediği gerçeğini yaşayan ve o zamanda tek Yaratıcı’ya inandığı halde kiliseye ve papazlara inanmayan insanlarda az değildi. Ve tabi din kitabı olarak tahrif edilmiş İncil’de hakikatte Yaratıcı’nın sistem ve düzeniyle çelişmemeliydi.


Ortaçağ Avrupası’nda bu kadar aşikar bilimsel gerçeklerin bile yobazlaşmış kilise inancından kurtulması uzun zaman alırken, birçok değerli âlimlerin de hayatlarına maloluyordu. Halbuki batıdaki bu yeniliklerden ve kabullenilmeyen bilim felsefesinden asırlar önce sosyolojik ve tarihsel süreç içinde doğuda, İslam dünyasında Hz.Muhammed’in vahiy öğretileriyle beraber bu hakikatlar insanlar tarafından kabul edilmiş ve ‘’kainat kitabı’’da, Yaratıcı’nın kendi ayetleri ve ilminin yansıması olarak görülmüştür. Hatta sadece Kur’an’ın indiği zamanda değil, daha sonraki devirlerde de özellikle Mezopotamya kültür ve medeniyetlerinde asırlardan beri süre gelen bilimsel araştırmalar İslamiyet’inde öngördüğü şekilde devam etmiştir. Nitekim Bağdat kütüphaneleri ve o zamandaki yıldız bilimi, astronomi çalışmaları, fizik, matematik, tıp ve geometri gibi birçok bilim alanında ilim dünyasına katkı sağlayan İslam mütefekkirleri buna en güzel örnektir.


Yaratılış gereği olarak, madde-insan, tabiat-insan ve kainat-insan bütünlüğünün sonucunda yine bilimsel sonuçların ortaya çıkardığı hakikatlar yine son mukaddes kitapta çok aşikar bir şekilde açıklanmıştır.


‘’Biz, gece ve gündüzü iki ayet (alamet, kudretimize delil) yaptık. Sonra gece ayetini (ay’ı ve karanlığı) silip gündüz ayetini (güneş’i ve gündüzü) gösterici kıldık’’ (İsra 12)


‘’Güneşi bir ışık, ayı da bir nur olarak yaratıp seneleri ve ayların hesabını bilmeniz için ay’a duraklar tayin eden O’dur’’ (Yunus 5)


‘’Geceyi gündüzün üstüne sarıp doluyor, gündüzü de gecenin üstüne dolayıp sarıyor’’ (Zümer 5)


‘’Karar kılmış, istikrar bulmuş dalgalar..’’(!) (Hz. Muhammed)


‘’Sen dağları görür de onları sabit zannedersin; halbuki onlar bulutların geçtiği gibi geçer giderler’’ (Neml 88). Bu son ayette iki mânâ anlaşılabilir. Birincisi, dağların yerküre üzerinde yerinde sabit durmayıp hareket etmesi. İkincisi, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi. Çünkü dünya yuvarlak değilde düz olsaydı, dağların hareketinden bahsedilmezdi. Yine ‘’Doğuların ve batıların Rabbi’’, ‘’İki doğunun ve iki batının Rabbi’’ ve ‘’İki doğu arasındaki mesafe’’ diye tabir edilen ayetlerinde mevsimlere göre doğu ve batı noktalarının değiştiklerini, dolayısıyla dünyanın yörüngesinin eğik olarak hareket ettinide delillendirir.


Sonuç olarak diyebiliriz ki; insanlık tarihi boyunca insanlar her zaman arayış içerisinde olmuşlardır. Kendilerini ve bulundukları yeryüzüyle beraber bütün kainatı tanıma ve keşfetme arzusu her zaman fıtraten mevcut bir durumdur. Nitekim birçok büyük bilgeninde söylediği gibi ‘’Kendini bil’’ sırrını ve kendiyle beraber yaratılışıda içinde barındıran ve hatta inanç ve vicdan kavramlarıyla farkındalık sahibi olan beşer, bu kemâlata ulaşmak için her zaman ‘’İlim’’ ve ‘’Din’’ unsurlarını kullanmıştır. İnsanlık tarihinden bu yana ‘’Din’’ olgusu insanlar için bir düşünce, farkındalık ve yaşam kapısıdır. Fakat ‘’Din’’ daha çok mezafiziksel ve inança alakalı olduğundan bilgisel olarakta doğmatik kabul edilmektedir. Bu bilgi sisteminde ilahi dinler için; Tanrı ve elçilerine iman, ölümden sonraki hayata iman ve cennet-cehennem gibi kavramlar vazgeçilmez unsurlardır. Bunların yanısıra insan, fıtraten bu bilgi sistemini doldurmak içinde ‘’İlim’’ kavramına büyük bir ihtiyaç duymuştur. Fakat toplumlar ve ‘’Din’’i kendi salt zihinsel yapılarına göre algılayan ‘’din adamları’’(!) bir çok defa ‘’ilim-din’’ mücadelesini çıkarmışlardır. Ortaçağ Avrupası’nda ki ilim adamları ve kilisenin mücadelesi buna en güzel örnektir. Tabi sadece Hristiyanlık tarihinde değil, her ne kadar İslam Din’inin kutsal argümanlarında hiçbir bilimsel gerçeklikle zıt düşen bir tarafı olmamasına rağmen İslam tarihinde de yine kendi zihinsel yapılarına göre ‘kendi’ din algılarını arzulayan ‘’din adamları’’da bu anlamda İslamın bazı durumlarda ilimle çatıştığı izlenimine sebep olmuştur. Bunu söylerken, İslam içinden çıkmış filozoflar, bilgeler ve âlimler konumuz dışındadır.


Bütün bunlardan anlıyoruz ki; ‘’İlim ve Din’’ birbirinden ayrılmaz iki unsur olarak, her zaman birbirlerini tamamlamak durumundadır. Son yüzyılda da bunu en açık şeklini görüyoruz. Bilimsel verilerin ilerlediği ‘’madde’’ kavramından tutunda ‘’tabiat’’ ve ‘’kainat’’ ilmi dahil, bütün bu esrarlı ilimlerin ‘’din’’ olgusuyla içiçe olduğuda artık kaçınılmaz bir sonuç. Her ne kadar modern çağda bile yaratılış ve ‘Tanrı’ kavramıyla yüzleşmekten korkan ilim adamları olsa bile, genel olarak ‘’İlim’’ sonucundan elde edilen evrensel bilgilere göre ‘Var’lığın dahi ‘yok’ iken, sonradan ‘var’ olduğu gerçeği bütün ihtişamıyla gözlerimizi kamaştırıyor. Bu ihtişam, maddenin yaratılışından ‘insan’a ve evren’e kadar ve hatta ‘’Tanrı’’ kavramına kadar bütün mükemmeliğiyle bizi karşılıyor. Bu bütünselliğe bilimin, son zamanların modern mekanik teorileri, quantum fiziği, holografik evren düzeni, yeni uzay sistemi ve hatta Said Nursi’nin ‘’İşaratü’l-İ’caz’’ adlı eserinin ‘’Yer ve Göklerin Yaradılışı’’ bölümündeki hakikatları da örnek verebiliriz.


Hz. Muhammed’in kutlu söyleyişindeki gibi ‘’Eşyanın hakikatine olan arzusu’’ ve devamında ‘’Hidayet’’in belki de ‘’İlim’’ Esmasıyla ‘’Bidayet’’ olduğu yerde, ‘’hayret makamı’’ ÖL’meyi, UYAN’mayı ve YENİLEN’meyi gerektirir.
O da ancak ''YENİ BİR ANLA-YIŞ'' içerisinde ‘’İLİM’’ ve ‘’DİN’’ ile..


‘’Göklerde ve yerde kim varsa (madde veya madde ötesinde!) ve onların ‘gölge’leri de (ideaları) isteyerek veyahut zorunlu olarak sabah akşam, ismi ‘’Allah’’(?) olana secde ederler’’ (Ra’d 15)

Sefa Mehmetoğlu - Roja İslam
[email protected]

Etiketler : , , , ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.