1. YAZARLAR

  2. Kutbeddin Nurlubaş

  3. Hz. Peygamber (asm)'in Hayatı Örnekliğinde Kürtler'in ve K
Kutbeddin Nurlubaş

Kutbeddin Nurlubaş

Yazarın Tüm Yazıları >

Hz. Peygamber (asm)'in Hayatı Örnekliğinde Kürtler'in ve K

A+A-

 

Bu son çözüm sürecinde ne olup bittiği, bizim gibi işin mahiyetinden uzak olanlarca bilinmemektedir. Fakat görünen o ki bir takım çalışmalar var. Ve bu gayretlerde, hem Hükümet canibinden hem Öcalan’ın bu seneki Diyarbakır Newroz meydanında okunan mektubunda belirtildiği üzere İslam ortak paydasına ve tarihi birlikteliğe ve sosyolojik bereberliğe vurgu yapılmaktadır.

O halde bu çözümün tezahürü, yani ete kemiğe börünme şekli bu temel üzerinde kurulacağına göre, bunun şekil ve formatının ne olduğu ortak islam ve tarih paydamızda bulabiliriz. Dediğimiz gibi perde arkasına vakıf olmamakla beraber, Kürtlerin ve Kürdistan’ın kendi içinde eyalet ve federasyon vs. gibi siyasal oluşum ve organizasyondan bahs edilmemektedir. Kanaatim o ki, bu kendini yönetme erki, Kürt ve Kürdistan meselesini üçayağından birdir. Biri, Milliyetin resmen tüzel kişilik olarak tanınması; İkincisi, dilin sadece eğitim ve öğretimde değil, kendi içinde resmi dil dâhil hayatın ve pazarın bütün alanlarında kullanılıp işlevleştirilmesi; Üçünüsü sisyasal organizasyon halinde, yönetim erkine sahip olunmasıdır. Bu üçünden biri eksik olursa mesele yine tamamlanmamış ve ötelenmiş olacaktır.

Türkiye Diyaneti ve değişişik İslami grup ve cemaatler; Hz Peygamberin(a.s.m) miladi olarak doğum yıldönümünün 20 Nisan olması vesilesiyle yaptıkları etkinliklerde, O’nu temel referans almaları ve özellikle Diyarbakır da yoğunlaşması hasebiyle, ben de bir etkinlikte dağıtılan peygamberimizin Hayatını anlatan bir kitabı bu vesile ile bir kere daha okudum. Okurken, toplumsal sorunlarımıza, özellikle Kürt ve Kürdistan meselesine, O’nun hayatında ürettiği çözüm modelleri hususunda çok önemli prensiplere ve uygulamalara şahid oldum. İşte dikkatimi çeken noktalar;

Birincisi, Hz Peygamber(a.s.m) 35 yaşında iken Mekkeliler, sel, yağmur suları ve yangın vs. nedenlerle, Kâbe’nin tamirine karar verirler. Hatta tevafuk olarak o mevsimde demir, kereste gibi inşaat malzemeleri yüklü bir gemi kızıl denizde seyir ederken Cidde kıyılarında karaya oturur. Bu fırsat mekkeliler için bulunmaz nimettir. Hatta bir mimar bile bu gemi de bulunmaktadır. Netice itibariyle gümrük masrafı olmaksızın malzeme Mekkeye getirilir, o mimar ile anlaşılır ve bu onarım işi başlatılır.

Kabenin duvarları, kura ile kabileler arasında taksim edilir. Bu çekilişe göre; Abdimenaf ile Züreoğullarına kapı tarafı; Abdüddar, Esed ve Adiyoğullarına Şam(hicir) cephesi; Cehm, Şehm ve Amiroğullarına yemen köşesi ile Hacerülesved köşesi arası; Mahzun ve Teymeoğullarına ise Yemen cephesi düşmüştü.

Görüldüğü gibi o günün bütün toplum kesimleri olan kabilelerin onur ve şerefi korunacak şekilde bir iş bölümü dahilinde, bu kutsal görev bölüştürülmüştür. Burada güçlü toplumsal kesim bu kutsal görevi yapsın, zayıf gruplar kale alınmasın ve geride kalsın gibi bir vaziyet görülmemektedir. Bedevi olarak adlandırdığımız İslam öncesi Arap toplumunda bile, her toplumsal kesimim onuru nazara alınmıştır. Aslında Arap toplumunun sosyolojisi hiç bir toplumda olmadığı kadar asabiye düşüncesine sahiptir. Günümüz asabiye ihtilaflarının çözümü için, Arap toplumu ve tarihi bilinmesi gereken önemli bir alandır. Ve buna bağlı olarak önceleri Hanif dini ve daha sonra İslam dininin bunu nasıl müspete kanalize edildiği üzerinde durmak gerekmektedir. Hatta İbni Haldun, çoğu İslam Alimleri gündeme getirmediği halde, İslam dininin Arap asabiyesinden yararlandığı ve güçlü Arap asabiyesinin Kur’anın Ve Hz Peygamberin verdiği ruh ile İslam’ın zaferlerle sonuçlanan fütuhatına sebep olduğunu Mukaddime’sinde anlatmaktadır.

Kabe’nin onarımında, onurları koruyan iş bölümü ile eski duvarlar kaldırılıp ve yenileri yapılıp sıra “Hacerül Esved”e gelince, yine kabilelerin asabiyet damarları depreşmeye başlar. Bu kutsal taşı kim ve hangi kabile yerine koyacak diye tartışma ortaya çıkar. İşte, bu kutsal taşı yerine yerleştirme işi; ne yeme ne içme ne de fiziki rahatlığa sebep olacak bir eylem değildir. Ama toplumsal bir gerekilik olarak değişik toplum kesimleri arasında, her birisi kendisi için soyut diyebileceğimiz onur, şeref ve haysiyet olguları onları harekete geçirmekte ve anlaşmazlığa düşürmektedir. Hani bizde denilir ya, kardeşim iş buluyorlar, herşey oluyorlar neleri eksik işte bu… Onurlarının kırılması...

Dört beş gün aradan sonra yine Mescidi Harama gelip, konuşup ve tartışmaya başladılar. İçlerinde yaşlılarından Ebu Ümeyye şöyle bir teklif getirdi, “Bu mabedin şu kapısından ilk kim girerse onun hakemliğine razı olalım” deyince makul görüldü ve beklemeye koyuldular. Beş sene sonra peygamberliği ile getireceği hakikatle birçok meselelerine çözüm sunan ve kendilerinin “Muhammedül Emin” dedikleri zat çıka gelir. Onun gelmiş olması ayrıca onları sevindirmiştir. Ona durumu anlattılar. O da hemen faaliyete geçer. “Bir örtü bana getiriniz” dedi. Getirdiler. Hacerül Esvedi bu örtünün ortasına koydu ve her kabilenin asabiyet ve onurunu muhafaza edecek tarzda, her kabile temsilcisine, “Her biriniz bir kenarından köşesinden tutunuz ve kaldırınız” dedi. Yerine konulacak hizaya getirilince de, kendisi alıp yerine yerleştirdi. Ve böylece kabileleri birbirine düşürebilecek bu önemli mesele de, her birinin onur ve şerefi korunarak hal edilmiş oldu.

Medyada çok okuyoruz. Kürt meselesinde söz söyleme ehliyetindeki insanlar, hep gerçi bir yönünü sadece tarif ettiği halde derler, “Kürt meselesi önemli oranda onur meselesidir.” İşte hepimizin ortak paydası Hz Peygamberin, asabiyet duygusunun fazla olduğu toplumda ortaya koyduğu çözüm yöntemi... İşte bu gün Hacel Esved yerine devleti, bayrağı, anayasayı hatta dini koyabiliriz. Bütün yanlışlık, hep bu kutsalı koruma onuruna yalnız biz sahip olalım düşüncesi… Hâlbuki kutsalı ortaya koyan, görüldüğü gibi onuru paylaştırıyor. Devleti, bayrağı, anayasayı ve dini kim yönetsin, kim taksın, kim yapsın ve kim kendi namına kullansın... Sadece ben veya sadece biz denince işte problem çıkyor demektir. Mesela bayrak, ortak değer deniyor. Gerçekten bir zamanlar öyleydi… Fakat doksan yıldır bir etnisite namına ve onun üzerinden Kürtlere işkence yapıldı…

Muhammedül Emin’in uygulamasından yansıyan çözüm modeli; bütün toplumsal kesimlerin istar düşünce ve inanç grupları olsun, ister millet asabiyetine sahip etnisteler olsun, her birisinin onuru, şerefi ve gururu diyebileceğimiz asabiyesi saygı görecek şekilde bir çözüm modeli geliştirlmelidir. Bu bağlamda Kürtlerin onuru; yukarıda değindiğimiz gibi, milliyetlerin resmen tüzel kişilk olarak tanınması, milliyetlerinin en belirgin tezahürü olan dillerinin resmi dil dahil hayatın ve pazarın özel ve kamunun bütün alanlarında işlevselleştirilmesi ve kendi fitri ve doğal coğrafyası olan Kürdistan’da, teknik kısmını uzmanlarına havale edersek, emniyet ve istihbaratı da dahil olmak üzere bir yönetim erkine sahip olmaları gerçeğidir.

İkincisi, Hz peygamber(a.s.m) üç senelik zaman diliminde gizli davetini yaptıktan sonra, “En yakın akrabalarını uyar “ emri gelir. Hz Peygamber bu emrin gereği olarak bir kaç sefer Abdulmutalipoğullarını kendi evinde yemeğe davet eder. Yemek sonrası hitabetinde elçilik vazifesini hatırlatır. Ebuleheb karşı çıksa da o bunu tekrarlar ve yakın akrabalarını her seferinde toplayıp mesajını sunmaya çalışır. İşte bu akraba ve yakınlarından başlaması bana çok anlamlı gelir. Yanı yakını, milleti ve hemşerisi… Yani, aynı şehri, bölgeyi ve ülkeyi paylaşmak önemlidir. Allahın nazarında da...

Demek ki yakınlarımız, hemşerilerimiz ve milletimiz; dünyevi onur ve huzurları gibi, iman ve ahretleri için gayret ve çalışmamız öncelikli bir hassasiyettir. Hz peygamberin(a.s.m) akrabalarından ve yakınlarından işe başlaması, bu anlamda biz Kürtlere önemli bir mesaj sunuyor. Çünkü İslami argümanlar kullanılarak, Kürtlerin kendi yakınlarına, akrabalarına ve milletdaşlarına hizmetleri ve ilgileri azaltmaya çalışılıyor. Dolayısıyla Çeçenistan, Afganistan, Filistin Suriye vb. nice yerlere hizmetten önce, Kürtler kendi hemşeri ve memleketlerine çalışmaları gerekmektedir. Kendisine bakmayan ve sağlıklı kalmayan, başkasına hizmet edemez. Kendine, memleketine ve milletine hizmeti tamamladıktan sonra, imkan ve kapasite nispetinde diğer yerlere yardıma koşmak ta güzeldir. Evinin idaresini becermeyen ve yapamayan, başka ailelere yardım etmesi garip olur… Zekat, Fıtır ve Sadaka gibi mali ibadetler de önce yakınlardan, akrabalardan ve komşulardan başlanır…

Üçüncüsü, Yakın akrabalarından sonra daha geniş daire olan şehrin bütün kesimlerine mesajı ulaştırma sırası gelmiştir. “Emrolunduğun şeyi onları çatlatırcasına bildir” fermanı gereği, Hz Peygamber(a.s.m) Safa tepesine çıkar, ”Ya Sabahah” diye bağırır. Bu o günün Mekkesinde bir önemli haberleşme ve duyuru aracıdır. Bu nedenle herkes önemser ve toplanır tepenin dibine ve çevresine... Hz Peygamber, “Ben size bu dağın arkasında bir düşman var ve size saldırıya hazırlanıyor desem bana inanır mısınız” söyleyince, Mekkeliler, “Evet” deyip şimdiye kadar “Hep güvenilir olduğunu görmüş ve takdir etmişiz” derler. “İşte benim durumum da, sizi Allahın azabına düşmemeniz için böyle bir uyarıcıyım” dedikten sonra, Hz Peygamber, bütün kabile isimlerini teker teker sayarak hitap eder. Onların toplumsal gerçekliğinin karşılığını nazara alarak der ki;

“Ey Fihroğullar, Ey Adiyoğullar!, Ey Abdimenafoğulları! Ve Ey Abdulmütalipoğulları...” Bakın bu çok önemli… Demedi, Ey TEK milletim, Ey Mekkeliler veya Ey Mekke halkı... Teker teker o günkü toplumal organizasyonların yatay çokluğunun ve çeşitliliğinin hepsini nazara alarak ve değer vererek isimleriyle ve unvanlarıyla sayar.

Yetmiyor biliyor musunuz sonra nasıl takip ediyor?... Bu defa, Mekenin kök ceddinden başlayarak geriye doğru en son kendi kabilesini söyleyerek, farklı bir sosyal yapılanma olan dikey oluşumu dile getirir; “Ey Ka’b İbn Lüeyoğulları, Ey Mürre İbn Ka’b oğullar, Ey Kusayoğlullar, Ey Abdumenafoğullar, Ey Abdişems oğulları, Ey Haşimoğulları ve Ey Abdulmütalip oğulları” diye hitab ederek başka bir sınıflandırmayla tekrar toplumsal kesimleri genelden, yani bir nevi bütün Mekke halkından özele, yani kendi kabilsine kadar getirerek ve muhatap kılarak hitapta bulunur.

Düşünüyorum… Türkiye’de resmi sistem, Türk haricinde farklı etnisitelerin olması ve hatta söz edilip gündeme getirilmesi ve Anayasada bütün etnistelerin ismi geçip tanınması konusunda ne kadar sosyal gerçeklikten uzak olduğu ortaya çıkıyor. İstibdad ve tahakkümle sadece bir etnisiteyi, bir mileti referans alarak diğerlerini bunun içinde eritmek, ne kadar sosyal gerçeklikle ve toplumsal yapıyla bağdaşır kıyas ediniz. Eğer diğer sosyal olgular, milletler ve inançlar bahs edilirse ve kayıtlara geçerse bölünürüz denilmektedir. Başkası, sizin bu tahakkümünüze boyun eğecek midir?... Veya eğse patlak vermeyeceğini garanti edebilir misiniz?... Aslında böyle devam ettirmek sadece, toplumsal düzeni havaya uçuracak canlı bombanın zamanını geciktirmekten başka bir şeye yaramayacaktır.

İslam Tarihi de buna şahittir, 750 tarihinde Abbasilerin, Arap olmayanları ikinci sınıf gösteren Emevi iktidarına son verdiği gibi… Avrupa Tarihi de şahittir, 1789 tarihinde Fransa da Katolik din ve devlet adamlarının baskısı altındaki halk tabakasının, Fransız İhtilalini çıkarması gibi…

Dördüncüsü, Hz Peygamber(a.s.m), Peygamberliğinin 11. Senesinde, Hac mevsiminde teşkil edilen panayırda, altı kişiden ibaret Medine’den gelen gruba rastladı. Onlara “Siz kimlersiniz” diye sordu. Onlar, “Hazreç kabilesindeniz” diye cevap verdiler.

Şimdi düşünelim Hz peygamber “kimlersiniz” sorusuna keni toplumsal kimliği ile cavap veriyorlar; “Hazreç kabilesindeniz”... Peki, Türkiyede kimsiniz denildiğinde Kürdüm veya Zaza Kürdüyüm denilmesini bir toplumsal gerçeklik olarak neden kabul edilmez. Neden bir bakan sadece “Kürdüm” dedi diye iki yıl ceza yedi… Ve daha neden “Kürdüm” demek resmen kabul edilmiş değil. Bu nasıl ontolojik hakikate inattır?... Üstelik cemaatlerde de bu İslam adına bölücülük sayılıyor. Bu resmen, İmanın Kabe’sine, milliyetçilik putunun yerleşmesidir?... Hâlbuki İslam Peygamberinin uygulamaları tersini anlatıyor. Gördüğünüz gibi…

Devam edelim; Hz Peygamber bir toplumsal gerçeklikle cevap veriyor; “Yahudilerin komşu ve müttefiklerinden misiniz?” Hz Peygamber bu sosyolojik hakikati, daha da vurgular tarzda, “komşu” ve münasebet içinde oldukları “müttefik” kavramları ile derinleştirir. Aradaki konuşmadan sonra Medineliler; ”Kavmimiz( Medin’edeki Arapları kast ederek) birbirine kin ve düşmanlık beslediği gibi, başka kavimlerle (Yahudileri kast ederk) de kötülük ve düşmanlık vardır. Umulurki Allah, senin sayende onları bir araya toplar. Eğer Allah onları bu din üzerinde birleştirirse, senden aziz ve şerefli kimse olmaz.” demekle tam da, şu anda süren çözüm sürecinde nasıl bir araya toplamanın gerektiği mesajı verilmiş olmaktadır.

Dikkat edildiyse, daha bu oluşumun ilk kıvılcımında bile, konuşmalar bu sürecin nasıl devam edeceğinin ipuçlarını vermektedir. Bir araya toplamak... Birleştirmek... Denilmiyor, Yahudiler araplar içinde erisin veya Evsliler, Hazreçliler içinde asimile olsun… Her birisi sosyal kimliğini muhafaza ederek, hak ve hakikat olan islamiyet ruhu ile bir birliktelik ve siyasal organizasyonun temelleri atılmaktadır. Nitekim 2. Akabe Biatinde, Mekkeye gelen 75 Medineli Müslüman arasında temsilci seçimini gündeme alınırken, Hz peygamber şöyle der, “Aranızadan her hususta kavimlerinin, benim yanımda temsilcisi olarak 12 kişi seçiniz. Musa da İsrailoğullarından 12 temsilci almıştı” buyurur. Medineli Müslümanlar da adil ve birbirini tanıma saygınlığında, temsil kapasitesine ve nüfus oranına göre, Hazraç’ten 9, Evs kabilesinden 3 temsilci seçereler. Hazreçli Esad Bin Zürare de, bu 12 kişinin başına temsilci seçilir. Hz Peygamber de Mekkeli muhacirlerin temsilcisi olduğunu ifade eder...

Yani Hz peygamber Hazreç çoğunluktadır, Evsten temsilci almaya gerek yoktur demedi... Veya Muhacirleri de onlara katmadı. Her birisi sosyal gerçekliğini muhafaza ederek bu organizasyonda yerini alıyordu… Ve sakın zan etmeyin bu durum Akabe Biatine mahsus kalmış. Hz Peygamberin vefatına kadar, Medine Site Devleti ve daha sonra bütün katılımlar, bu çerçevede gerçekleşecektir. Bu sitemin en organize hali olan savaş düzeninde de hep bu kimlikler korunacak, komutanları, bayrakları, gelirleri ve giderleri müstakil olacaktır...

Peki, Türkiyede veya Orta doğuda Kürtler, bin yıllardan bir millet (Bir kabile değil) olarak coğrafyası, tarihi ve kültürü ile müstakil bir olgu olduğu halde, Hz peygamberin getirdiği hakikatlere inandığını söyleyen Kürtlerin Komşu milletleri olan Araplar, Farslar ve Türkler, ve onların organizasyonu olan devletleri tarafından, varoluş olarak İlahi İsimlerin yansıması ve Rabbani Tecellinin tezahürü olan Kürtlerin ve Kürdistan’ın ontolojisine, sosyolojisine saygı gösterilmediği gibi, pişkin bir şekilde bölücülük ve ayrılıkçılıkla suçlanırlar. Hazreç’in 9 ve Evs’in 3 temsilcileri gibi, neden meclis(ler)de Kürtlere ve Kürdistan’a mahsus temsilci(Milletvekili) gösterilmez… Ve neden Her bir kabile, kendi mıntıkasında yönetimini yaptığı gibi Kürdistan’da kendini yönetme imkanı garipsenir. Birliktelik ve beraberlik, illa diğerinin varlığını inkar ederek ve kendi içinde eritilerek mi sağlanır… İşte Güney Kürdistan Federe Bölgesi, müstakil yönetim yapısı olduğu halde, Türkiyeliler en fazla orda faaliyet göstermekte ve aynı devletmiş gibi çalışmaktadırlar… Her bir tarafın kimliği, statüsü belli olduğu için birbirini potansiyel tehlike görme de söz konusu olmamaktadır... Yani, bu kadar haksızlık yapıldığı halde, Kürtleri bölücü ve kendilerini sureti hakta gösterme tavrı mide bulandırmaktadır… İleri de tarih yazanlar, bu dönemi anlatırken, nasıl böyle düşünülmüş ve uygulanmış diye parmaklarını ağızlarına götüreceklerine eminim… Egu, giştan berzê fekê xwe…

Beşincisi, Hz peygamber(a.s.m) 622 de Medineye hicret etti. Hicretin daha 1. senesinde Hz Enes Bin Malikin evinde, Medine ahalasinin temsilcilerini bir araya getirdi. Burada yapılan müzakereler neticesinde bir tepe sözleşme ortaya çıktı ve 47 madde halinde yazıya döküldü. Medine sözleşmesi, Anayasası veya Vesikası olarak adlandırılan metnin ilk iki maddesi şu şekildedir;

1.maddesi, “Bu anlaşma Nebi Muhammed tarafından, Kureyş( Muhacir) ve Yesripteki Müslüman ve müminler(Ensar), onlara tabi statüdeki diğer insanlar (Medine’deki Müslüman olmayan Araplar) ile, daha sonra da gelip aynı şartlarları kabul edenler ve ortak savunma konusunda müşterek hareket edenler arasında gerçekleşen bir anlaşmadır.

2. Maddesi: Bunların hepsi diğer insanlar karşısında tek bir ÜMMET’ tir(Topluluk’tur)...

Beni Avf, Beni Saide, Beni Harise, Beni Cüşem, Beni Necar, Beni Amr, Beni Nabit, her biri organizasyonunu muhafaza ederek dahil olmuşlar ve sonraki maddelerde de isimleri ve sorumlulukları belirtilmiştir. Yahudi olan, Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kurayza gibi, Yahudi kabileleri de Yahudiliklerini koruyarak katılmışlar, isimleri ve sorumlulukları sonraki maddelerde ayrıntılı bir şekilde ifade edilmiştir. Bu sözleşme, resmen Medine Şehir Devletinin Anayasası idi. Medine bu şekilde yönetilecekti ve korunacaktı…

Görüldüğü gibi, İslam Devleti bu tarzda çoğulcu ve kabile ve inanç kesimlerinin bir ortak federasyonu ve organizasyonu halinde ortaya çıkmıştır. Daha sonra ihanet eden veya bu şartları yerine getirmeyen kesimiler bu federasyondan çıkarılmıştır. Bu organisayonun uygalamsına hemen küçük bir örnek olarak, bir sene sonra ortaya çıkan 624 tarihindeki Bedir Harbine gidilirken, Ordunun durumu bu ifadelerle anlatılmaktadır; "Büyük ve beyaz sancak, Muhacirler(Mekke göçmenleri) adına Mus'ab Bin Umeyr'e verilmişti. Bunun yanında Ensarı(Medine yerlileri) temsilen iki tane daha sancak vardı. Hazrecin sancağı Hubab İbn Munzir ve Evs'in sancağı da Sa'd İbn Muaz taşımaktaydı."

Bu konuya bağlı olarak, 13 Nisan 2013 tarinde Cumartesi günü, Diyarbekir Cigerxwin Kültür merkezinde, Diyarbekır Dernekler Platformunun organize ettiği ve Başkanlığını Yılmaz Ensaroğlu'nun yaptığı ve öyeleri içinde Kezban Hatemi, Murat Belge, Etyen Mahçupyan, Mehmet Emin Ekmen, Fazıl Hüsnü Erdem gibi insanların bulunduğu Güney

Doğu AKİL ADAMLAR komisyonuna bir akrabamın haber verip davet etmesiyle ben de katıldım. Problemlerden ziyade, çözüm önerilerinin özellikle komisyon tarafından taleb edildiği bu görüşmede, bana da konuşma imkânı doğdu:

El kaldırma usulü ile söz verilip mikrofon uzatılan dinleyiciler arsında şu önemli gördüğüm önerileri söyledim:

"1-Bir Medine Sözleşmesi gibi, bütün milletlerin Türk, Kürt, Arap, Laz vs. gibi milletlerin ortak yaşam sözleşmesi anlamına gelecek şekilde, isimlerinin anayasada belirtilmesi...

2- Hem komisyon adı hem de resmi bölge adı olan Doğu ve Güneydoğu Bölge adları yerine, bin yıldır kullanılan Kürdistan ismi verilerek aslına dönüştürülmesi...

3- Kürt Milletinin millet olarak tanınmanın sonucu, olarak (Türkiye sınırları içindeki) Kürdistan Bölgesi siyasal organizasyonun(Meclisi, güvenliği, vs. dahil, eyalet veya federasyon tarzında oluşumun) sağlanması...

4- Kürtçenin (Kurmanci ve Zazaki birlikte kast ettiğimi özellikle belirtim) sadece eğitim ve öğretimde değil, hayatın ve pazarın bütün alanlarında kullanılması...

Söz alıp, konuşanların çoğunluğu arsında, geçmiş mağduriyet anlatılıyordu. Fakat somut öneri azdı. Bu da bana, bu millet eziyet çekiyor, öldürülüyor, hapse konuyor, evi yakılıyor, köyü boşaltılıyor, işkence görüyor, ötekileştirildiğini söylüyor olmalarına rağmen, niçin bunlar başıma geldi ve somut olarak şunu talep ediyorum açıklığını göremedim. Söylenen şey eşitlik istiyoruz, barış istiyoruz ve kardeşlik istiyoruz deniliyor ama bu nasıl ve hangi formatta olması netliği yoktu. Hele eyalet, federasyon benzeri siyasal organizasyon gibi, çözümün formatına dair ifadelerin kullanıldığına şahit olmadığımı söyleyebilirim. Bir millet hukukunu bilmezse, ehli hamiyeti de müstebit ve baskıcı eder…

Altıncısı, Hz peygamber(a.s.m), Hudeybiye Barış Anlaşması sonrasında sahabelerini toplayarak şöyle dedi; ”Allah beni bütün insanlara rahmet olarak gönderdi. İslamı yayma hususunda bana yadımcı olun, Havarilerin Hz İsa’ya muhalefet ettikleri gibi davranmayın. Havariler den yakın yere gönderilenler bu vazifeyi kabul etmiş, fakat uzak yere gönderdikleri gitmekten kaçınmışlardı. Hz İsa, bu durumu Allaha şikâyet etti. Gitmeye üşenelerin herbirisi gönderileceklerin milletlerin dillerini konuşur oldukları halde sabahladılar.” Bunun üzerine Hz Peygamber değişik yerlerdeki Devlet Başkanları ve Müstakil Valilere, her birisi o ülkelerin dillerini bilen sahabeler seçilerek ve onlar vasıtasıyla, Bizans imparatoru Rum kayeserine, Habeş Devlet Başkanı Necaşiye, İran Sasani İmparatoru Kisrasına, Mısır Yöneticisi Mukavkısa, Yemame Valisine ve Gassan Hükümdarına mektuplar gönderdi.

Bir kısmı müspet bir kısmı menfi cevap verdi bu mektuplara… Netice itibariyle Farklı milletlere ve faklı dillere sahip müstakil devletlere mesajını ulaştırdı. Farz edelim bunların hepsi olumlu cevap verseydi ve İslamiyeti kabul etselerdi, Hz peygambere bağlı olarak müstakil devlet yapılarını(Arap kabileleri gibi) koruyarak yönetimlerini sürdüreceklerdi… Hz peygamber sadece Araplara değil, bütün insanlığa gönderilmişti. İnsanların değişik kavim ve kabileleri, farklı millet ve devletleri vardı ve elbetteki bunlar kendilerine mahsus meşru örf ve düzenlerini koruyarak, bu siyasal organizasyonda yer alacaktı. Üstelik Araplar, bir millet ve kavim olduğu halde farklı yapıdaki kabile ve aşiretlerinin sosyal yapısı korunarak islam devleti teşekkül etmişti.

Bu çoğucu oluşum, milletler ve devletler bazında daha da geçerli bir durum olarak ortaya çıkmaktadır.

O halde bu uygulamaya göre, Kürtlerin dillerinin faklı olmasının kabul görmesi lazım geldiği gibi, Kürtlere kendi dillerinde eğitim-öğretimi ve aralarında resmi haberleşmelerini yapması kendi dillerinde olması gerekmektedir. Mesela, Diyarbekir Şehir Stadında, Kutlu Doğum Programının dili, Kürtçe (Kurmanci, Zazaki) olması kadar doğal bir şey olabilir miydi? Veya Hz peygamber İslam Dinin Peygamberi olarak, farklı ve bağımsız devlet başkanlarına onların mevcut durumunu tanıyarak onlara ayrı ayrı mektuplar yollaması, Kürdistan’da siyasal bir organizasyonun en azında bir eyalet ve federasyon halinde olması konusunda bize ders vermekte ve bir sakıncası olmadığı anlaşılmaktadır. Yani İslam Devleti demek üniter bir yapı olmadığı gibi, bütün milletleri eritip bir millet üretmek ve bütün devletleri lağvedip, bir TEK devlet yapmak olmadığı da anlaşılmaktadır.

Yedincisi, Mekkenin fethi sürecinde, Ebu Süfyan İslam Ordusunun şehre doğru geldiğini işitip, keşfe çıkmış ve nöbetçi sahabeler tarafından yakalanmış ve getirildiği Hz peygamberin(a.s.m) huzurunda Müslüman olmuştu. Tereddütlerini gidermek maksadıyla, Hz peygamber, Ebu Süfyan, dar vadide Allahın ordusunu görsün diye Hz Abbasa şu emri verdi: “Ey Abbas, Ebu Süfyan’ı vadinin daraldığı atların sıkışa geldiği dağ boğazının yanına götür de, Allahın ordusunun ihtişamını görsün”

Bu emir üzerine, Ebu süfyan geçişe en hakim yere götürüldü. Bu orduya Hz Peygamberin münadisinin ordunun harekete geçmesi için seslenişi bile, bizim için yönetim şekli konusunda dersler verir. “Her kabile , hemen, yol hazırlıklarına başlasın ve silah ve mühimmatlarını da hayvanlara yüklenmiş olarak liderleriyle birlikte kendi sancağının altında bir araya gelsin”. 10 bin kişilik İslam ordusunda “Her kabile kendi sancak ve bayrakları altında organize olmuştu. Ve savaşa da bu nizam içinde gireceklerdi. O kadar ki orduda, otuzun üzerinde bayrak vardı.”

Kol kol seyr eden her grup kendi bayrağı ve grubu ile geçince, her seferinde Mekke Reisi Ebu Süfyan: "Bunlar kim?... Şunlar kim?... Bu kimim bayrağı?... Şu kimin bayrağı?..." diye soru sorar ve her defasında da, Hz peygamberin amcası Hz Abbas: "Bu bayrak falan kabilenindir... Şu grup ta şunlardır" der. Hayret eder, Ebu Süfyan : "Yeğeninin saltanatı ne kadar büyümüş!" deyince, Hz Abbas : "Sus bu saltanat değil, peygamberliktir." der. Yani Hz peygamberin oluşturduğu ümmetin devlet organizasyonu, çorba gibi karışık değil, herkesimin yapısı korunarak dâhil olunmaktadır. İşte Hz peygamberin Mekke’nin fethindeki ordusunun organizasyonu, ki bu artık bütün Arabistan’a hakim olmanın kapısını açacaktır.

Daha sonra İslam Dini diğer milletlere ve coğrafyaya yayıldı. Dört halife döneminde diğer memleketler, milletler ve Devletlere fetihler yapıldığı halde, bu düzen devam etti. Farklı devlet ve milletlerin müstakil yapısına meşru örf olarak saygı gösterildi. Hatta derler ki; Hz Ömer döneminde, Mısırda her sene Nil nehrine atılan bir kızın men edilmesi, Iranda enses diyebileceğimiz bir evlilik türünün engellenmesi ve Hindistan’da Kocası öldüğünde karısı da yakılan âdetin durdurulması haricinde, baka hiçbir şey yasaklanmamıştır. Bunlar haricinde o toplumların özeline karışılmamıştır. Şimdiki üniter ve ulus devletler gibi kıskanç davranılıp ontolojik gerçeklere sun’i müdahale yapılmamıştır.

Osmanlının dağılışından sonra, şu anda Türkiyede hem resmi hem sivil alanda, İslam adına en fazla nüfuza sahip Üstad Said Nursi(Kurdi) yeni süreçte “İttihadı İslam”ı, milletler ve hatta devletlerin birleşimi ve bir araya gelişiyle orata çıkacak bir üst organizasyon olarak görür. Bu yeni oluşum artık Kendi ifadesiyle,"Cemahir-i müttefika-i İslâmiye (Birleşik İslam Cumhuriyetleri)" dir. Avrupa Birliği gibi... Amerika Birleşik Devletleri gibi...

"Alem-i İslâmın da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin(Birleşik İslam Cumhuriyetleri) kudsî kanun-u esasiyelerinin menbaı(kutsal esas kanunlarının kaynağı) olan Kur’ân-ı Hakîm, istikbale(geleceğe) tam hâkim olup beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var." Emirdağ Lahikası s: 449

"Çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklâliyetini(bağımsızlıklarını) kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâmın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde Hind’de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye, Cava’da(Endonezya) elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye ve Arabistan’da dört beş hükûmet bir cemahir-i müttefika gibi Arap birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâmın bu büyük bayramının mukaddemesini tebrik ile bu bayram bize müjde veriyor."Emirdağ Lahikası s:340

Aslında dünya devletleri, şu anda bir ümmet(organizasyonlar, birlikler ve ortaklıklar) oluşturmuşlar. NATO, AB, ŞANGHAY, G7, G20, Afrika Birliği, Arap Birliği, Asya Pasifik Ekonomik Biriliği, Amerika Devletleri Birliği( ABD değil) Hatta UN vb... Çünkü bütün devletlerin veya devlet gruplarının birbirleri ile sosyal, ticari, sinayi ve siyasi ilişkileri vardır. Yani bağımsız devlet demek, diğer devletlerle ilişkisi olmayan demek değildir.

Bu mantığa göre Kürtlerin ve Kürdistanın bir eyalet veya federasyon olması reel politik olarak şu anda bulundukları Türkiye, Irak(zaten mevcut), Suriye(oluşum sürecinde) ve İran(10.Eyalet Kürdistan’dır) devletlerinde, meşru ve mevcut kurumlarının demokratik kararıyla gerçekleşebilen bir durumdur. Müstakil devlet olması ise her ne kadar, onların mevcut düzenlerine göre yasak olsa da, bu makalemiz de incelediğimiz gibi Hz Peygamberin uygulamasında, İslami ve Kurani perspektifte İslam Birliğine( İttihadı Islama) dahil olmasında hiç bir sakınca bulunmamaktadır. Nitekim şimdi bu mevut ülkeler, İslam Birliğini kurmadıkları ve dahil olmadıkları halde, varlıklarını sürdürmektedirler. Onlara helal olan şey, Kürtlere ve Kürdistan’a neden haram olsun… Not: Bu makaleyi hazırlarken iki kitap yanımda bulunuyordu. Biri bu Nisan ayında ilk defa okuyup bitirdiğim Reşit Haylamaz’ın “Efendimiz” adlı Peygamberimizin muhtasar hayatı, İkincisi, daha önce birkaç defa okuduğum Salih Suruç’un “Kainatın Efendisi Peygamberimizin hayatı”  

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.