1. YAZARLAR

  2. Selahattin Eş ÇAKIRGİL

  3. Hadiselere ve kişilere bakarak ‘hakk’ı değil; ‘hakk’ ölçüsüne göre, kişi
Selahattin Eş ÇAKIRGİL

Selahattin Eş ÇAKIRGİL

dirilispostasi
Yazarın Tüm Yazıları >

Hadiselere ve kişilere bakarak ‘hakk’ı değil; ‘hakk’ ölçüsüne göre, kişi

A+A-

1- Türkiye’de son derece önemli hadiseler cereyan ediyor..

 

’Ergenekon Yargılamaları’nın devamında, yığınla darbe plan ve teşebbüslerinin habercisi olan planların, projelerin tek bir tanesi bile, bir siyasî iktidarı, tasını-tarağını toplayıp kaçmaya mecbur edecek çaptadır..

Ama, bu çalışmaların herbirisi, sorgulanmaya takılma durumunda neler söylenebileceği, nasıl savunmalar yapılabileceği konusunda profesyonelce düşünülmüş te’villerle, objektif verilere göre hüküm sâdır etmek durumunda olan mahkemeler etkisiz hâle getirilebiliyor.. 

Bunlardan sonuncusu ise, Aralık 09’un son 10 gününde ortaya çıkan ve Başbakan Yard. Bülend Arınç’a suikasd yapılacağı iddiası ile gündeme gelen karanlık oyunlar,

’iş başı’nda yakalanan iki kişinin binbaşı ve albay rütbesinde ve Genelkurmay’ın en hassas bölümlerinden Özel Harb Dairesi’nde vazifeli iki asker olduklarının ortaya çıkmasıyla, daha bir ilginç hale geldi..

Çünkü, bu kişiler sivil olarak yakalanıyorlar.. Sonra Genelkurmay onların, ordu içinden dışarıya askerî sırları aktardığından şüphelenilen bir kişinin yakalanması için vazifelendirildiklerini açıklıyordu, günlerce sonra..

Ve 2009’un son günü ise, aynı Genelkurmay, yaptığı açıklamada, yakalanması planlanan öyle bir kişinin tesbit edilemediğinden haber veriyor ve daha önceki kendi iddiasını çürütüyordu.. Ve daha önemlisi, olmayan öyle birisini yakalamak için vazifelendirildiği resmen açıklanmış olan, üst rütbeli iki subay.. Onlar da, tutuklanmaları talebiyle mahkemeye sevkediliyor ve amma serbest bırakılıyorlardı..

Akıllara hemen, ’9 Subay Hadisesi’ geliyordu, ister istemez..  1957 yılında, A. Samed Kuşçu isimli bir binbaşı, Başbakan Adnan Menderes’e, ordu içinde, ihtilal hazırlığı içinde olan bir gizli askerî yapılanmadan haber veriyor, ama, yanan yine kendisi oluyordu..

Çünkü, o subaylar askerî mahkemelerde yargılandıklarında, haklarındaki iddiaları yalanlıyarak, yalan söyleyip beraet etmişler ve onların yerine, ’haksız ihbarda bulunduğu’ gerekçesiyle, okkanın altına Samed Kuşçu gitmişti..

Ve amma, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’nden sonra, o subayların herbirisi darbecilerin arasından çıkmıştı.. Ama artık suçlanamazlardı ve kahraman idiler!!!.

 

Belki de, o gibi geçmişin ikaz edici acı hâtıralarının sevkıyle, şimdi, Tayyîb Erdoğan konunun üzerine cesaret ve ciddiyetle gidiyor ve Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ ve KKK. Org. Işık Koşaner’le yaptığı 3 saatlik bir görüşmeden ve konuya bizzat Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de müdahil olduğunu açıklamasından sonra, Özel Harb Dairesi’ne mahkeme kararıyla baskın tertib ediliyor ve buna alışmamış olan askerî makamlar önce direnmek isteseler de, sonunda, sivil yargının ve uzman polislerin, Genelkurmay’ın en gizli sırrlarının bulunduğu  ve ’kozmik oda’ diye bilinen mekana girmesi sağlanıyor ve bu inceleme günler boyu sürebiliyordu.. Ama, ileri sürüldüğüne göre, nice bilgisayar kayıdları silinmiş, ’hard  disk’ denen ana hâfızâlar yakılmış, gizli belgeler ateşe verilmişti..

Buna rağmen, 90 yıla yaklaşan geçmişte, kemalist rejimin kaymak tabakasından beslenen kesimlerin sözcüsü ve göözcüsü durumundaki kalemşörlerin, Org. Başbuğ’a, ’Orduyu şamar oğlanına döndürdün, rezil ettin, ne zamana kadar sabredeceksin? Devletin sırları Tayyib’lerin eline geçiyor, sen seyrediyorsun.. Millet bu duruma daha fazla sabredemez, artık bu işe müdahele et..’ diye ağlamaklı, feryad edici  ’açık mektub’lar kaleme almaları ilginç değil mi?

Bütün bu feryad’u figanlara rağmen, sivil yargı, o girilemez yerlere girip, günlerce süren inceleme ve araştırmalar yapabiliyordu..

Elbette, Hükûmet’in Yargı’ya müdahalesi kanûnen de, fiilen de sözkonusu değildi..

Amma, Hükûmet, bu mekanizmanın harekete geçmesinin şartlarını oluşturuyor, o inceleme ve araştırmaların yapılmasına karşı çıkmayarak, teşvik etmiş oluyordu..

Ve bu durum, denilebilir ki, 80 küsur yıllık geçmiş açısından bir ilk idi.. (Bu arada, ne gibi korkunç ve karanlık işler çevirdiğine dair,  yıllardır ortaya çıkan bilgi ve belge ve canlı şahidlerle ve de itiraflarla, varlığı üzerinde hiç bir şüphe kalmayan JİTEM (Jandarma İstihbarat ve Tedkik Merkezi) isimli bir fiilî kurum hakkında Diyarbakır Mahkemesi’nce istenen bilgiye 28 aralık 2009 günü Genelkurmay Başkanlığı’nca verilen ’Genelkurmay bünyesinde bu isimde bir kurumun hiçbir zaman oluşturulmadığı’na dair cevabî yazı üzerine, JİTEM’in buharlaştırılıvermesi ve resmen yok kabul edilmesinin istenmesi de bir ayrı traji-komik durumdur..)

Daha da ilgi çekici olan ise, Genelkurmay’ın ’kozmik oda’sını 5-6 gün boyunca  inceleyen- araştıran hâkim’i uzaktan uzağa ve gittiği her yerde takib ettiği iddia olunan iki araca  polis baskını yapılıyor ve içinden 6 sivil kişi çıkıyor; ama, bu kişiler asker olduklarını bildiren kimliklerini gösterince, durum derhal Merkez Komutanlığı’na bildiriliyordu.. (O kişilerin ve yaptıkları işin mahiyeti üzerine henüz Gen. Kurmay tarafından bir açıklama ayıplamıştı, bu satırlara yazılırken..)

Bu yargı düzeni içinde, bu incelemelerden ve de hatt⠒ErgenekonYargılaması’ndan da bir şey çıkmasa bile, bu yola girilebilmiş, hesab sorulabilen bir TSK tablosu oluşturulabilmiş olması bile hiç de küçümsenmemesi gereken bir olumlu durumdur..

Aralık 09’un son günü, İng. The Economist dergisinde yer alan ve TSK generalleriyle alay eden, hattâ tahrik eden yazıdaki, ’Sivillerin generallerden emir aldığı dönemler belki de geride kaldı.’ sözünün gerçek olması temenni olunur..

’Ergenekon Yargılaması’  bir netice vermese bile, hattâ delil yetersizliği gibi gerekçelerle beraet etseler bile, kamu vicdanında kimlerin hangi yere oturtulacağı aşağı-yukarı şimdiden belli olmuştur.. Gerçi, sırf kamu vicdanı gibi bir muğlak ölçü ile mahkûm  veya kahraman durumuna gelmek, hiç de istenilecek birşey değildir; ama, bu gibi sorgulama ve yargılamaların bu zamana kadar asla yapılamadığını da düşünmek, konunun önemini ve hassasiyetini ortaya koyar..

Bu gelişmeler sonunda, sosyal bünyemizin yönlendirilmesinde asırlardır etkili olan yeniçeriliğin çağdaş zihnî versiyonlarının ve hastalıklarının şifa bulması ve ordunun, millete bir asırdır bir deli gömleği gibi zorla giydirilmeye çalışılan  kemalist/ laik ’resmî ideoloji’ değerlerinin değil ve onun ’ikon’unun korunmasında gerçekten de ’milletin ordusu ve milletin aslî değerlerinin, inançlarının ve ülkenin koruyucusu’  konumuna, aslî misyon ve fonksiyonuna dönmesi mümkün olacak mıdır; bu temenninin gerçekleşip gerçekleşmiyeceğini zaman gösterecektir..

 

*2- Bu olağan bir mesaj değil..  

 

10 Muharrem- Âşûrâ Günü- Kerbelâ Faciası’nın yıldönümü münasebetiyle Tayyîb Erdoğan’ın yayınladığı mesaj, olağan diye algılanamıyacak derecede önemli..

Gerçi, o sözler, Tayyîb Bey’in gönül dünyasını az çok bilenler açısından yabancılık çekilmeyecek mahiyette.. Ama,  Tayyîb Bey bu mesajı, ‘laik bir rejimin başbakanı’ sıfatı ile yayınlamıştır.. Bu yüzden, taşıdığı resmî sıfat açısında, bu zamana kadar bir örneği olmaması açısından, daha bir ilginç mesaj..

Tayyîb Bey’in mesajı şöyle:

’İnanç ve kültür dünyamızda 10 Muharrem, hak ve adalet duygusunu korumayı başarmış her vicdan için gerçek bir saygı ve ihtiramı gerektiren kalıcı bir referans olmuştur. Hazret-i Peygamber’in sevgili torunu Hz. Hüseyin ve beraberindeki masum canların Kerbelâ’da yaşadığı dram elbette birimizin, bazımızın değil millet olarak hepimizin ortak acısı, ortak hüznü ve ortak kederidir.

Tiranlık, zorbalık ve ihanete karşı soyluluğun, adaletin ve fedakarlığın yükselen sancağı olan Kerbelâ’da yaşananlardan bugüne uzanan mesaj, emanete riayet, vefa, iz’an ve adalet duygusundan asla ayrılmamamız gerektiğidir.

Milletimizin Ehl-i Beyt aşkı ve Evlad-ı Kerbelâ’nın acılarla yoğrulmuş bilgeliği, toplumsal birlik ve beraberliğimizin, dirlik ve düzenimizin tarihi bir teminatıdır. Her daim ‘acıyı bal eyleyenler’in mâtemini tüm toplum adına yüksek bir sadakatle paylaşıyor, Hz. Hüseyin ve Kerbelâ şehidlerinin aziz hatırasının rahmete vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.’

 

Evet, derin manâları taşıyan bu mesajın sahibinin, bu konulara yabancı olmadığına ehl-i insafın zâten şahidlik ettiği genelde bilinmektedir. Ama, bu mesajın, bu konulara bakışındaki ceberrutluğu ve milletimize ne büyük acılar yaşattığı bilinen 80-90 yıllık katı ‘laik bir rejim’in başbakanınca yayınlanabilmesi daha bir önemli..  

 

İlginçtir, bu arada, İst.- Halkalı’da tertiblenen Âşûrâ töreninde Deniz Baykal özetle şöyle demiş; 27 Aralık 09 tarihli medyaya yansıdığına göre: 
’(…) Hep birlikte Türkiye’yi sahipleneceğiz. Herkes kendi inancıyla yaşamayı başaracaktır. Facialar, insafsızlık, acı devam ediyor. İnsanlık buna tepki gösterme ihtiyacı hissediyor, onun için buradasınız. Ne yazık ki Muaviye’ler bitmedi. Ne yazık ki Yezid’ler bitmedi. Bunlar devam ettikçe bu olay unutulur mu? Kerbela sevginin, kudretin gücünü kanıtladı. İnsanlar hâlâ Ehl-i Beyt’e sahip çıkıyorsa arkasında sevgi vardır, aşk vardır. Kerbelâ sevginin ötesinde haksızlığa direnme gücüdür, haksızlığa boyun eğmemenin bedelini ödemektir…’

 

Onun bu konuşmayı niye yaptığına dair niyet okumalara gerek yok..

Ama; Yezid’in zulmünü, tahakkümünü hâlâ sürdürdüğünden yakınan bir Baykal’ın, üzerine titrediği ve millete zorla kabul ettirmekte çırpındığı ’resmî ideoloji ikonu’nun da, bir ’Zamâne Yezidi’ olup olmadığını ve kendisinin de, Yezid’le olan fikrî benzerliklerinin bulunup bulunmadığını, yani kendisini gözden geçirmesi umulur..

*

Erdoğan ve Baykal’ın bu mesaj ve açıklamalarının yayınlandığı Âşûrâ günlerine rastlayacak şekilde, A. Öcalan’ın da benzer açıklama yapması ilgi çekici değil mi?

Nasıl acımasız bir kan dökücü, ateist-marksist -laik çizgide ilerlediği bilinen A. Öcalan’ın, şimdi ’İslam tarihi konusunda muazzam bir bilgiye sahibim.’ diyerek, İslam’ı ve İslam tarihini yorumlamaya kalkışmasını nasıl yorumlamalı? 

Öcalan, 26 Aralık 09 tarihli medyada yer alan haberlere göre, avukatları aracılığıyla, ’PKK’nın savaşının sürdüreceği’ne dair tehdidlerini dile getirdikten sonra, AK Parti’nin ’Muaviye İslamcılığı’ yaptığı iddiasında bulunuyor ve şöyle devam ediyor:

’(…) Muaviye, Ebu Süfyan’ın oğludur. Hz. Muhammed Mekke’ye gelmeden bunların hiç biri müslüman değildi ve kendi aristokrat sınıfı içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Hicret’le birlikte bunların hepsi müslüman olup Hz. Muhammed’in yanında olduklarını belirttiler.
Ancak Vedâ Hutbesi’nden sonra Hz. Muhammed’in yaşamını yitirdiği gün ya da birkaç gün sonra tekrar kendi aristokrat sınıflarına, yaşamlarına geri döndüler. Ondan sonra da İslamiyete yaptıkları ortada. İslamiyeti getirdikleri durum ortada. Önce Hz. Ali’yi, sonra Ebu Süfyan oğlu Muaviye döneminde Hz. Hüseyin’i Kerbela’da katlettiler. Kendi içlerindeki bu temiz geleneği ortadan kaldırdılar ve bunu İslamiyet adına yaptılar. (…)’

Evet, bu tahlil de A. Öcalan’dan..

Onun, yıllarca önce, ’irtica’ diye suçladığı ve o tutumunu hâlâ da sürdürdüğü bilinen ve de bugünkü hükûmeti bile ’tarikatlar cumhuriyeti’ diye niteleyip, ’Atatürk Cumhuriyeti bitti’  diye hayıflanan Öcalan’ın, şimdi bu gibi görüş açıklamalara  kalkışmasının, fikriyatında bir arınma ve durulmaya vesile olması, temenni olunur..

 


*
3-’Beşnow ez ney, çun hikâyet mîkûned, Ez cudâyiha şikâyet mîkûned..’

(Dinle neyden, çünkü hikâyet ediyor, /  Ayrılıklardan şikayet ediyor..)

 

İran’da İslam İnqılabı’nın gerçekleştiği 11 Şubat 1979’dan itibaren, 10 yıl boyunca,  İmam Khomeynî’den sonra yıllarca 2. adam olarak anılan ve azledilmesini takiben, son 20 sene ise, âdeta yok sayılan Âyetullah Huseyn Ali Muntezirî’nin vefatı üzerine geçen hafta yazdığım yazıdaki tahlil ve eleştiriler karşısında, kafa konforları rahatsız olan bazı çevrelerin, konuyla direkt mantıkî ilgisi bulunmayan bir şekilde ve şahsıma yönelik ve hakarete varan acaib iddialarına muhatab olduğumu belirtmeliyim..

Benim burada yapmaya çalıştığım, şu veya bu tarafı övmek veya yermek, yaralamak değil; yaşanan hadiseler konusunda konunun tarihî geçmişinden bazı bilgileri de aktararak, bugünü anlamaya çalışmak... Körü körüne bağlanmak ve düşmanlık değil,  ve de, hatasız tipler üretmeye çalışmak, bu kalemin şiarı değildir..

İslam ümmetinin bir beden gibi olması tabiîdir.. Nasıl ki, başka yerlerdeki nice acılar için yüreğimiz ve beynimizde sızılar yaşıyorsak, İran’da ki hadiseler için de aynı şekilde..

Mes’elenin özü, ‘falan suçlu, filan suçlu.’ demekle geçiştirilemiyecek kadar önemli..

Esasen, böyle zamanlarda, şu veya bu tarafı suçlamak için değil, ama, mes’elenin ne olduğunun anlaşılmasını öğrenmek isteyenlere de tarihî arka-planıyla birlikte bir tablo sunmak gerekiyor..

Bunları yaparken, hayallerini, temennilerini gerçek zannedenlerden nicelerinin, internet sitelerinde yazdıklarında, ‘şiî olmak isteyenlere çelme atan birisi’ olarak bile suçlandığım görülüyor.. Hiçbir zaman, müslümanların şiî veya sunnî olması / olmaması gibi bir çaba veya hedefim olmadı.. Benden şia mezhebi hakkında sual soranlara bile, ‘bu hususları öğrenmek isteyenler gitsinler, bu bilgileri kaynaklarından öğrensinler..’ demişimdir.. Ancak, yanlış bilgiler aktaranlar olursa, onları, bildiğim kadarıyla düzeltmeye çalışmışımdır..

Benim hedefim, insanların o büyük sosyal tarihî hadiseden inkqılabçı dersler çıkarmaları, örnekler edinmeleri ve hatta olumsuz örneklerle karşılaşılması halinde de gerekli inkılabçı dersin alınmasını sağlamakta karınca kararınca çaba göstermektir.

İslam İnqılabı’nı gerçekleştiren toplumun büyük kesimi şiî kültürüyle yetişmiş olsa bile, o İnqılab’ın kuralları büyük çapta, İslam’ın sadece belirli bir mezhebinin değil, tamamının kurallarıydı; aslî hedefleri de..

Benim hasb’el qader, / kaderin sevkıyle, içinde yaşadığım tarihî hadiseler içinden anlattıklarımın bir kısmı bizzat müşahedelerime, bir kısmı da güvendiğim kaynaklardan edindiğim bilgilere veya İran medyasında yer alan haber ve yorumlara dayanmaktadır. Bana bazı suçlamalarda bulunanlar İran medyasını takib edebilseler, hele de, sermayesi direkt devlete bağlı olmayan gazetelerde ve diğer yazılı yayınlarda yazılanlara bir baksalar, acaba ne derlerdi..

Ve amma, bu gibi karalama yazılarını yazan ve eleştirilemez makamlar, sıfatlar veya kişiler üretenlerin, ne kadar mâsum görünürlerse görünsünler, potansiyel olarak bir diktatörlüğün çekirdeğini içlerinde taşıdıklarını söyleyebilirim.. Merhûm İmam Khomeynî, ‘her insanın içinde bir Şah gizlidir, o Şah’in elinde İran vardı, öyle yaptı.. Acaba aynı imkanlar sizin elinize geçseydi, neler yapmazdınız?’ derdi..

Ve bazıları da, ‘korunacak olan değerler midir, devlet midir?’ sorusuna, ‘devlet’i önceleyerek cevab veriyorlar..

Devleti koruyacağız diyerek, başta Haqq ve adâlet olmak üzere, bütün ulvî değerlerini fedâ edenler ve hele de o değerleri, kutsal bilinen şiarların ve sıfatların arkasına sığınarak kendi emelleri için diledikleri gibi harcayanlar, devlet derken, değerlerden bir şey kalmadığını görecek bir idrak ve basiretten bile uzak düşebilirler..

Bu sıkıntılı günlerde yarayı daha bir kanatmamaya çalışmak dikkatini de yitirmemek için, bu kadarca izah ve karşılıkla yetiniyorum.. ‘Fitne zamanlarında, 2 yaşın altındaki deve yavrusu gibi (yani, henüz süt de veremez, yük de taşıyamaz) olmak gerektiği’nden sözedilmiştir, Hz. Ali’den gelen bir rivayette..

 

Elbette geçmişte, ‘yahu, filanı hiç eleştirmiyorsun..’ diyenlere, ‘yani, birilerini, birilerinin hoşuna gitsin diye mi eleştireyim..’ diye karşılık verirdim.. Ama, bir sosyal mes’eleyi tahlil ederken, birilerinin hoşlanmıyacağı bir açıklama olursa..

Herhalde, goygoyculuk yapılması beklenilmez..

Kaldı ki, Nûreddin Şirin kardeşim, geçen gün, ’Önyargılarımız ve buğzlarımız, bizi haksızlığa ve adaletsizliğe sevketmesin...’  cümlesinin de yer aldığı bir yazısında ‘İran’da veya dünyanın bir başka ülkesinde birilerinin "Velayet-i Fakih"i kabul etmemesi, onu ne dinden çıkartır, ne de İslam davasından. Velayet-i Fakih’i kabul etmek ve ona uymak bir akaid “Usulu’d din” esası değildir. Bizler "Velayet-i Fakih"i kabul etsin veya etmesin, İslam davasına müdrik her bir Müslüman kardeşimizle, "İslami vahdet" ilke ve kurallarına uygun olarak birlikte hareket etmeyi kendimize Şer’i bir vazife ve sorumluluk biliyoruz.’ diyordu.. 
Böyleyken, bazı sitelerde benim dolaylı olarak Rehberlik makamına eleştirilerde bulunduğum yazılıp çiziliyor..

Bu hususta, yazdıklarım ortadadır.. Ve hakaret, benim yazılarıma daima uzak olmuştur, elhamdulillah..

Ama, yakın dostlar arası sohbetlerde bile, bazen, benden abartılı övgüleri alamıyanlar, veya abartılı övgülerine ‘o kadar da değil..’ diye frene bastığımda, bu tavrımı, birilerine hakaret veya saygısızlık gibi sayıyorlarsa, bu onların mes’elesidir..

Şahsımla ilgili bu izahlardan sonra..

Asıl konuya geçebiliriz:. Son günlerde, İİC’de cereyan eden ve hemen bütün müslümanları dilhûn eyleyen hâdiselere..

**

Dua edelim ki, akl-ı selîm ve kalb-i selîm dönsün..

 

Konunun hassasiyeti ortada..

Özellikle de, büyük âlim (merhûm) Muntezirî’nin, hele de şiî müslüman bir toplumun daha bir hassas olduğu Muharrem ve Âşûrâ günlerinde vefat etmesi ve onun için mescidlerde, kültürel bir gelenek olarak yapılması gerekli bilinen ‘terhim (rahmet dileme) cemiyetleri’ne izin verilmemesi, durumu daha bir gerginleştirdi..

Bu gibi gerilimler, toplumların patlama veya kopma noktalarını teşkil edebilir..

Bu vefat olmasaydı, ilgisiz bir başka konu da aynı patlamalara vesile olabilirdi..

(Gerçi, bazıları, ‘Daha ne yapılsındı, İnqılab Rehberi onun hakkında saygılı bir mesaj yayınladı..’  demekteler.. Ancak, ‘büyük âyetullah’lardan Ebu-l’Qaasım Muhammed Khoyî de, Irak- Necef’te bulunan ve hiç bir zaman İnqılab’ın yayında bulunmadığı gibi, bir de rahmetli İmam Khomeynî için, ‘deccal, kan dökücü’ diyecek ve  ’Saddam’ın saldırmasıyla başlayan savaş’ta bile, asıl suçlu olanın Khomeynî olduğunu söyleyecek kadar derin düşmanlık duygularıyla dopdolu iken; Khoyî vefat etttiğinde, İİC’de maslahat gereği, üç gün yas ilan edildiğini de hatırlayalım..)

*

Ama, ortada bir çetin problem olduğu gözüküyor..

Asıl çetinlik de, bugünkü ihtilafın inqılabı yapan kadrolar ve kitleler arası bir kutublaşmadan kaynaklanması.. Ve hiç bu derece derin olmamıştı, inqılabçı saflar arasındaki kırılma..

Evet, asıl tehlike de burada...

Bu ihtilafların daha da şiddetlenmesi imkan dahilindedir.. 

Efendim, muhalefet, yabancılar tarafından destekleniyor..

En çok söylenen sözler bunlar..

Hangi sistemin içinde ikilikler- ayrılık ve gayrılıklar, iç karışıklıklar çıkmasından onun düşmanları, hasımları memnun olmaz?

İslam İnqılabı’nın sosyo-politik planda zafere ulaştığı, tâgût rejimini yere çarptığı ilk demlerde, İran’da oldukça güçlü olan komünist gruplar arasındaki ihtilafların derinleştiği ve bölünmelere meydana geldiğine dair haberler işittiğimizde kederlenmiyorduk, herhalde..

Aynı şekilde, Amerikan emperyalizminin iç siyasî zaafları arttığı zaman, gamlanmıyorduk, herhalde.. Son olarak da, ailesinde müslümanların da bulunduğu bilinen Barack Hussein Obama isimli Afrika kökenli bir eski siyahî köle Amerikan Başkanlığı’na aday olduğunda, nicelerimizin tercihi olmuştu.. Ama, onun, kendisini tercih edenlerin değil, kendisini başkanlığa getiren sistemin adamı olacağı da açık idi.. Belki, ondan işimize gelebilecek bazı uygulamalar beklemekten çok, emperyalist sistemin kendi iç çelişkilerini ortaya çıkarabileceği ümidimiz ağır basıyordu..

Ama o Obama, bugün İran halkına dolaylı olarak ayaklanma çağrısı yapıyor, ’İran halkının, zulmün demir yumruğu altında ezildiği’nden yakınıyor..

Bunu söyleyen kim?

Afganistan’ı Filistin’i, Irak’ı demir yumrukla ezmeye devam etmekte, seleflerinden hiç de geride kalmadığını gösteren ve diğer gelecekte de bunu sürdüreceğini, açıklayan kişi!

Bu durumda, onun ve benzerlerinin (lokmasının büyüklüğü çapında gözyaşı bezleri daha bir harekete geçen) timsahlar misali,  gözyaşları döktüğünü anlamıyacak kim vardır? Ama, asıl mes’ele, düşmanların timsah gözyaşları dökmesine zemin hazırlamamak değil midir?

Bunu diğer bütün tepkilere de teşmil edebiliriz.. Siyonist İsrail rejiminin başbakanı Netanyahu da Ahmedînejad’ın kazanmasını sevinçle karşılamıştı.. Bundan dolayı Ahmedînejad’ın onların dostu olacağını mı söyleyeceğiz? Netanyahu, ’İran’ın nasıl bir tehlike arzettiğini, onun yeniden seçilmesi ortaya koydu ve benim tezlerimi doğruladı. Öyleyse dünya bu duruma seyirci kalmamalıdır..’ diye açıkça ortaya koyuyordu görüşlerini ve seviniyordu, ortaya çıkan tablodan..

 

Bu durumu görmeyip, içerdeki her muhalefet ve itirazı, dış güçlerin kuklalığı ile suçlarsak; İmam Khomeynî zamanında, savaşın en çetin döneminde, 8 yıl Başbakanlık yapan ve 20 yıldır sessizce duran bir Mîr Huseyn Mûsevî’nin seçimlere girmesi karşısında,’Velayet-i Faqih’lik makamının kanadı altına sığınarak, saltanat sürdürmek isteyen çevrelerin ortaya koydukları hırçınlığı nasıl izah edebiliriz?

Ki, aynı çevreler, 1997 ve 2001 C. Başkanlığı seçimlerinde yüzde 70 ve yüzde 80 ile seçilen Muhammed Khâtemî’nin seçilmesini önlemek isterken, ’Khâtemî’nin seçilmesi demek, İnqılab’ın ruhuna fatihâ okumak demektir, Amerika’nın seçilmesi demektir…’ demiyorlar mıydı, en ağır iddia, itham ve hattâ iftiralarla..  Ve  satılmış mıydı İran ve İslam İnqılabı?

Ayrıca, çetin ve derin problemleri olan 75 milyonluk bir ülkede, bulunması tabiî olan muhalif unsurların üzerine,  ’Yezidîler, emevîlerin artıkları, fitneciler’ olarak gidilmesi, milyonları sindirmeye mi vesile olacaktı; yoksa, sistem içinde mâkul sınırlar içinde muhalefet yapılamıcağı gibi kanaatin yaygınlaşmasına mı?

Ve, herkesin tek tip ve yukardan nasıl buyrulursa öyle düşünmesi gerektiğine dair görüşler dillendirilse bile, bunun pratik olarak imkansızlığı niçin düşünülmez?

Ve böyle bir kanaatin yaygınlaşması durumunda, sistem dışı kalan güç odaklarının ekmeğine yağ sürülmüş olmaz mıydı?

Nitekim, bugün İran’da milyonlar sokakta.. Bir taraf İnqılab’ın yanında, diğerleri ise, İnqılab’ın karşısında imiş gibi gösteriliyor.. Rehberlik makamının kanadı altına sığınanlar karşısındaki muhalif göstericileri, İslam İnkılabı’a karşı gibi göstermekten  elçekilmediği müddetçe, böyle bir durumdan faydalanmak isteyen dâhilî ve hâricî düşmanlar ve kötü niyetliler sahneye daha bir iştahla çıkmayacak mıdır?

Ayrıca, uygulamalardan hoşnudsuzluklarını dile getiren bütün o muhalifleri İnqılab’ın karşısındaki milyonlar olarak göstermek, ne kadar akıllıca bir tedbirdir?

Bu durum, içerdeki bütün muhalif unsurların dış güçlerin kuklası olduğu hususunda kesin bir delil mi teşkil eder? Yoksa, kendilerine karşı çıkan herkesin‚ ’dış güçlerce destekleniyorlar..’  suçlamasını yapanlar da aynı derecede kusurlu ve hattâ suçlu değil midirler? 

Ki, aylardır, dış güçlerin oynattığı suçlamasıyla karşı karşıya kalan ’muhalefet liderlerinin hiç birisinin dışgüçlerle irtibatının olduğuna dair, elinde hiçbir delil olmadığını’ söyleyen de İnqılab Rehberi idi, ve bu televizyondan da duyurmuştu, kitlelere, amma, o iddia sahibleri itiqadî açıdan, İmam’dan/ Rehber’den ileri geçmenin namazlarını ve hareketlerini geçersiz hale geçirebileceğini akledemiyorlardı..

*

Her muhalifi, ’Muaviye ve Yezid’ diye suçlamak,

suçlayanları ’Ali ve Huseyn’ yapar mı?

 

İran’daki gelişmeler üzerinde, hadiselerin kökenine işaret etmek istendiğinde bile, birileri öylesine bir tuhaf gerilim üretiyorlar ki.. Bunun sonu, ancak çılgınlık olur..

Bir örnek zikredelim: 15 kadar insanın öldüğü açıklanan (geçen haftaki) Âşûrâ Günü merasimleri sırasında meydana gelen karışıklıkarda, birileri güvenlik güçlerini protesto etmişler ve ıslık çalmışlar.. (O günün bir öncesinde, merhûm İmam Khomeynî’nin Cemârân’daki evinin yanıbaşında bulunan mescidde toplanan binlerce kişiye, Hz. Huseyn’in Kerbelâ Qıyâmı’nı anlatmak için hitab eden eski cumhurbaşkanı Muhammed Khâtemî’nin o toplantısı, başka bir grup tarafından basılmış ve Khâtemî, konuşma mahallinden güçlükle kaçırılıp kurtarılabilmişti.. Yani sosyo-politik atmosfer, yeterince gerilmişti..)

Âşûrâ Günü’ndeki gerilim ve çatışmalar sırasında güvenlik güçlerine karşı ıslık çalarak protestoda bulunanların bu hareketini, devlet tekelindeki tv. ekranlarından ‘1400 yıla yakın bir süre içinde, İslam tarihi boyunca Hz. Huseyn’e ve o ‘mâtem günü’ne karşı görülmemiş, Yezid zamanında bile yapılmamış bir saygısızlık’ gibi göstermenin, bir çarpıtma manipulasyonu olmadığını iddia etmek mümkün müdür?

Eğer, o ıslıklama, Hz. Huseyn’e saygısızlık niyeti ile yapılmışsa, gerçekten de saygısızlıktır bu.. Ama, güvenlik güçlerine veya onlarla birlikte hareket edenlere karşı, bir diğer tarafın böyle bir tepki vermesini Hz. Huseyn’e yapılmış gibi göstermek de, Hz. Huseyn’in hâtırasına bir saygısızlık değil midir?

 

Başta, her muhalif hareketi hemen İslam’a aykırı gibi gösterip manşetlere çeken,  Keyhan ve benzeri gazetelerde, muhalif göstericilerin kocaman puntolarla,  ‘yezidîler’ diye suçlanması ve hattâ bizzat Mir Huseyn Mûsevî’nin Mûsevî’y-i Emevî‘ diye nitelenmesi (ve bu suçlamanın ehl-i sünnet müslümanları arasında bile ağır bir tavsif iken)  hele de şiî kültüründeki yeri gözönüne alındığında,  tarafların akl-ı selîm  ve kalb-i selîm ile bir araya gelip, mes’elelerini sağlıklı şekilde çözmek için, nasıl mümkün olacaktır?

Sağda solda, duvarlarda bile, artık, ‘lâ’netullahi aduwwuqe ya Huseyn:  /Kerrubî’yu, Khâtemî’yu Mîr Huseyn..’ (Ey Huseyn, Allah’ın lâneti senin düşmanlarının üzerine olsun:  Kerrûbî, Khâtemî ve Mîr Huseyn..) sloganlarının yazılabilmesi ve onların Hz. Huseyn’e düşman çağdaş Yezid’ler gibi gösterilmesi, durumun hangi kerteye getirildiğini göstermektedir..

Şimdi ise, 28 yıl boyunca Şehîd-i Mazlûm diye anılan ve inqılab’ın en seçkin beyinlerinden Âyetullah Muhammed Huseynî-i Beheştî’nin oğlu Dr. Ali Rıza Beheştî de tutuklananlar arasında.. Daha birkaç ay öncesine kadar, İnqılab’ın insan gücü sermayesi sayılan yüzlerce-binlerce insan şimdi zindanlardalar.. 

 

Elbette Mîr Huseyn Mûsevî,  Mehdî Kerrûbî ve (eski cumhurbaşkanı) Muhammed Khâtemî’nin de, İslam İnkılabı’nın gerçekleşmesinde bir ömür boyu mücadele verseler bile, hattâ, İslam İnkılabı’nın hedeflerinin iyileştirilmesi niyetiyle de olsa,  yanlış yapması mümkündür. Ama, bu aynı derecede onlara karşı olanlar için de sözkonusu olamaz mı?

Bugün gelinen nokta, az-biraz İslamî hassasiyet sahibi olan herkesin yüreğini burkan bir manzaradır.. Bu çıkmazdan kurtulmak için, akl-ı selîm ve kalb-i selîm sahibi olmakta yarışılması günü olduğunu düşünenler sanki giderek buharlaşıyor gibi..

Bu durumda, bu çatışmaların daha büyük felaketleri getireceğini düşünerek, sistem içi muhalefet yürütenlerin bir bildiri ile, kenara çekildiklerini açıklamaları bir çare olabilir mi? Benim aklım ve gönlüm de bunu istiyor, ama, böyle bir durum, pratik bir kazanç sağlayacak mıdır, İnkılab’ın korunmasında? Yoksa, daha bir kontrolsüz kalan kitlelerin gizli veya açık, daha sert ve sınır tanımaz mücadelelere yönelmesi ve milyonların birbiriyle boğuşması gibi bir tablo mu ortaya çıkaracaktır? Bunun cevabını kestirmek, pek o kadar kolay değil..

 

Nitekim, bazı sertlik yanlısı ulemâ tarafından, muhaliferin ‘muharib’ ilan ediliş süreci başlamıştır bile.. ‘Muharib’, İslam fıqhında, İslama karşı savaş açmış kimse manâsında bir ıstılah’tır ve savaş açan kimse de öldürülmeyi haketmiş kimse demektir.. Bu ‘muharib’ nitelemesini yapanların başında Abbas Vaiz-i Tabesî isimli, âyetullah unvanlı kişi gelmekte olup, o, Khorasan eyaletinde, (kuzeydoğu İran’daki Meşhed yöresinde) İnqılab Rehberi’nin de temsilcisidir ve sık sık îdâmlardan sözetmesiyle bilinir. Gerçi, İnqılab Rehberi’nin böyle sert ve tedbirsiz düşüncelerden uzak olduğu bilinir, ama, sahib olduğu son derece geniş ve hattâ (velayet-i mutlaqa-i faqih’ anlayışına göre) sınırsız yetkilerle donanmış Rehberlik makamının yarınlarda bu gibi asâbî ve sert mizaçlı insanların eline düşmesi halinde ortaya çıkabilecek tablonun şimdiden düşünülmesi gerekir..

*

Akıl bir kez, ‘zıvana’sından çıkmış bir mermi gibi fırlayınca, onu durdurmak nasıl mümkün olabilir?

 

Evet, akıl kendi tabiî rayından çıkıp, duyguların, tepeye fırlayan kanın emrine girince.. Aklı başında sanılan nice kimselerin bile, ne tuhaf lafları edebileceğine son bir örnek..

Âşûrâ merasimlerindeki karışıklıklar sırasında öldükleri açıklanan 15 kadar insandan birisi de 16-17 yaşında olduğu bildirilen Ali Mûsevî idi..

Bu çocuk, Mîr Huseyn Mûsevî’nin  kızkardeşinin oğlu imiş..

Güvenlik güçlerince yapılan açıklamada, onun, Tahran’ın en merkezî bir yerinde, ara sokakta öldürüldüğü açıklandı.. Ancaak, başında bizzat İnqılab Rehberi tarafından Genel yayın md.’ olarak tâyin edilmiş bulunan ve gücünü ondan alarak yazan Huseyn Şeriatmedarî’nin Keyhan gazetesinde,  Musevî’nin, ortamı daha da karıştırmak için yeğenini kendisinin öldürttüğünü ileri sürülüyordu, 29 Aralık günü..

Artık bu kadar tuhaf lafların söylenebildiği bir mekanda.. akl-ı selîm ve kalb-i selîm’in ne kadar uzaklara gittiğini tahmin etmek zor olmayacaktır ve durumun kolayca atlatılamıyacak derecede bir buhranı işaret ettiği ortadadır.

*

İslam İnkılabı’nın henüz birinci yılında bir suikasdde öldürülen büyük âlimlerden (merhûm) Murteza Mutahharî’nin oğlu ve de İslamî Şûrâ Meclisi’nin etkili m. vekillerinden Ali Mutahharî, geçen hafta, 7 maddelik bir barış projesinden her ne kadar amelî olması mümkün gözükmese de, (özetle) şöyle diyordu,

 

1-      Muhalefetin liderleri, Ahmedînejad’ın cumhurbaşkanlığının kanûnî olduğunu itiraf etmeli ve seçimlerde yolsuzluk yapıldığı iddialarından elçekmelidirler.

2-      Cumhurbaşkanı da, seçim heyecanı içinde yaptığı itham ve iddialar için özür dilemelidir.. Elbette, böyle bir durum, bu ithamların yargıda ele alınmasının yolunu kesmez..

3-      Radyo-Tv. ve matbuatta ifade özgürlüğü sağlanmalı ve yayınları durdurulmuş olan gazetelerin yeniden yayınlanmasına izin verilmelidir..

4-      Ülkenin resmî güvenlik makamları ve güçleri, muhalefetin, İran’da bir halk ayaklanmasıyla, kadife devrim olması için, seçimlerden aylarca önce, yabancı odaklarla işbirliği içinde olduğuna dair boş iddialarını terketmeli ve seçim sonrasındaki buhranın, nefsanî arzulardan, makamperestlikten, insafsız suçlamalardan, yani kendi içimizden ve içimizdeki yönetim bozukluğundan kaynaklandığını ve yabancıların bir dahlinin olmadığını açıklamalı ve seçimlerden sonra halka revâ görülen şiddetli baskı yöntemlerinden dolayı özür dilenmelidir..

5-      Kamu malına zarar vermiş eylemler içinde bulunanlar ve karışıklık çıkaranlar dışında; boş iddialarla tutuklanmış olan bütün herkes hemen serbest bırakılmalıdır.

6-      Kehrizek Tutukevi, Üniversite Yurdu ve Subhan Toplu Meskenleri’ndeki hadiselerin suçluları, teşvikçileri her kimler ise, isimleri açıklanıp, derhal muhakeme olunmalı ve halk, adâletin hâkim kılındığından mutmain olmalıdır..

7-      Velayet-i Faqih makamının arkasına sığınıp, en bölücü ve mutaassıb şiar ve hareketlerle, kendilerinden başka herkesi safdışı etmek isteyen ve bütün seçkin şahsiyetleri hedef alan ve toplantıları basıp ortalığı karıştıranlar hakkında Yargı mekanizması, üzerine düşen kanunî ve ilahî vazifeyi yerine getirmelidir.

 

 

Evet, Ali Mutahharî’nin teklif ve tesbitleri ve temennileri böyle..

Bu yazılanlardan bile, İran’da nelerin, nasıl olduğu ve olmadığına dair bir ipucu elde edebilirsiniz..

Aynı şekilde 31 Aralık 09 günü de, Lübnan’ın seçkin ulemâsından Allâme Fazlullah da, yaptığı açıklamada, ‘buhranın tarafı olanların müzakere masasına oturmalarını, mes’eleleri halletmek için çözüm yollarını açıkça müzakere etmelerini ve bütün o bu buhranın devam etmesi halinde bundan emperyalist güçlerin faydalanmasının kaçınılmaz olacağını bilmeleri gerektiğini, tarafların İslam İnqılabı’nın ‘kırmızı çizgi’lerine riayet etmemeleri halinde, bunun millete darbe vurmak isteyen düşmanların ekmeğine yağ süreceğini’ ihtar ediyordu..

*

Ama, bu arada gözden asla uzak tutulmaması gereken bir diğer önemli konu da herhalde, Velayet-i Faqih makamından kaynaklanmaktadır. Bu makamda dün ve bugün bulunanların şahsına yönelik olmaksızın, bu makamın yetki ve süresinin sınırsız oluşunun da birçok problemlerin, buhranların temeli olduğu görüşü giderek yaygınlaşmaktadır..

Çünkü, Cumhurbaşkanlarının arka arkaya 4’er yıldan, iki dönemden fazla, seçilmemesi şartının gerekçesi, yönetimdeki kadrolaşmanın diktatörlüğe dönüşmesi ihtimalini bertaraf etmekti.. Ama, aynı tehlikenin Velayet-i Faqih makamı için sözkonusu olup olamıyacağı, açıkça konuşulamıyor bile.. Konuşulduğunda, ağır suçlamalarla boğuluyor..

Halbuki, Velayet-i Faqih makamının o kadar geniş yetkilerinin olması bir yana, sınırsız bir süre iktidarda olması ve emrindeki kadroların, sırtlarını o makama dayayarak, çok güçlü bir iktidar ağı oluşturmaları ve karşı çıkanların, muhaliflerin, itiqadın bir parçası gibi ele alınan Velayet-i Faqih makamına itaatte kusur etmenin, ‘Allah’a, Resulüne ve sizden olan emir sahiblerine itaat ediniz..’ meâlindeki Kur’an hükmüne dayandırılan ilginç bir kıyaslamayla, Resulullah’a ve Allah’a karşı çıkmak gibi bir noktada ele alınmasının birçok mes’eleyi daha bir, içinden çıkılmaz hale getirdiği görülmelidir..

Bugünkü İnqılab Rehberi bu tehlikeyi görebilecek bir kapasitededir, bildiğim kadarıyla.. Ama, yarınlarda aynı geniş yetkilerle bir Rehber gelirse, o zaman n’olur?

Evet, İİC’de problemleri çok basit bir görmek yanıltıcı olabilir.. Ama,  İslam içinde kalındığı müddetçe çözümsüz hiç bir mes’ele de yoktur..

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.