Gerçekten laik bir rejim, din ve mâbedler icâd edemez; cemevleri de!
Alevîliğin, -Haz. Aliyi sevmek, tarafdar olmak ve bunun bedelini ödemek manâsında- İslam tarihi ve kültürünün malı bir terim olduğunu dünkü yazının ana fikri olarak yine hatırlayalım.
Dünkü yazımın sonuna (habervaktim.comda) birisi, moralimiz bozulmasın, zamanı gelince onlara vereceğimiz cevabın örneğiYavuz Sultan Selim atamızdır yorumunu; bir diğeri de, Türkiye alevîlerini Hz. Ali ile ilişkilendirmenin gerçeğe karşı işlenen bir cinayet olduğunu yazmış.. Bir okuyucu da, (haksoz.nette) alevîlik Aliyi sevmekse hepimiz alevîyiz.. gibi bir yaklaşımı eleştirmiş ve alevîliği en çok da sünnîliğin şekillendirdiğini yazmıştı, gerçek alevîlerin nasıl olması gerektiğini belirtip, kendisinin alevî olmadığına yemin-billah ederek!.
Genelde, muhtevası İslamî olan bu gibi siteleri takib edenlerin çoğunun da aynı eğilimde oldukları ve yorumlarının terminolojisinden de anlaşılabiliyor. Bu açıdan daha bir ilginç.. Halbuki, gündemde olan bu konuya eğilirken, bir hedefimiz de, bu gibi konulara aslî kökü unutmadan, zaman ve mekan dilimlerini gözden geçirerek, yarınları inşa etmeyi hatırlatmaktı.
Kaldı ki, dünkü yazıda, alevîlik konusuna, genel hatlarıyla sünnî olarak isimlendirilen büyük ekseriyetin de, alevî denilen kesimlerin de, tarihten gelen tortulardan uzaklaşarak, Kuranî ve nebevî bir hassasiyet ve adâlet anlayışıyla bakmaları gerektiği de vurgulanmıştı..
Ve tekrar edelim ki, alevîlik konusundaki anlayışlar, en çarpık şekliyle karşımıza belki de Türkiyede çıkıyor.. Ve bu tablonunu suçlusu, tek taraf değil.. Alevîleri müslüman saymayan ve onlar müslüman olmak isterse, önce başka ehl-i kitab dinlerine girmeleri ve sonra müslüman olabilecekleri gibi, hiçbir ciddî temele dayanmayan görüşlerin sadece halk rivayetlerinde değil, avama hitab eden bazı yazılı-yayınlarda bile yer aldığını gözönüne getirirsek, meselenin çetinliği daha iyi anlaşılabilir..
Üstelik de, kendisini sünnî müslümanlığın / hattâ, münhasıran hanefî mezhebinin hâmisi ve uygulayacısı gösteren bir Osmanlı ile, -başlangıçta, seçkin bir sünnî olan Şeyh Safiyuddin Erdebilînin birkaç nesil sonraki torunu Şah İsmailden itibaren- alevî-şiî motiflere dayanan ve kendini şiaın hâmi ve uygulayıcısı gösteren Safevî Sultanlığı arasındaki rekabet de bu ayrışmada ayrı bir rol oynuyordu, elbette.. Asırlarca süren bu saltanat rekabetleri, her iki tarafın halk kültüründe de derin kültürel ve folklorik etkiler bırakacaktı, bıraktı da..
Bugün, Osmanlı da yok, İrandaki Şahlık sistemi de!.. Osmanlının yerinde bir laik TC rejimi var; İranda ise, bir İslamic cumhuriyet, İİC bulunmakta.. Ama, kemalist/laik güçler, Türkiyedeki alevîhalkın, İrandaki şiî müslümanlarla ve onların gerçekleştirdikleri İslam İnkılabıyla tanışmaması ve gönül birliğine kavuşmaması için elinden geleni yaptı, yapıyor..
Ve ilgi çekicidir, alevîlerin geçmiş asırlarda hep, İran Şahlığıyla bir gönül bağları olmuş ve bu yüzden, baskılara maruz kalmış, en ücra, verimsiz ve sarp yerlerine çekilmeye mecbur edilmiş, toplumun ana gövdesi dışına itilmişler ve asırlarca, yolsuz, mescîdsiz, medresesiz, hocasız, âlimsiz, yayınsız- kitabsız bırakılmışlardı.. Düşünelim ki, bizdeki milyonlarca alevînin İslam hakkındaki temel bilgileri Hz. Ali, Fâtıma, Ehl-i Beyt, 12 İmam , Huseyn veya Kerbela gibi kavram ve kilid isimlerle sınırlıdır.. Değil İslamın bütünü hakkında, şia hakkında da bilgileri yoktur. Bu kitlenin yazılı kaynaklarının olmaması büyük problemlerden.. (Tarif gereği alevî olan Caferîlerin bu tip alevîlerden ayırmak gerekiyor elbette!.)
Bugünkü problemlerin çoğu, o dışlanmaların, o mahrum bırakılışların acı meyvesidir.
Uygulamalarıyla büyük sünnî kitlelerin rahatsız olacağını bilen kemalist/laik rejim, onlara karşı bir halk tabanı oluşturmak için, alevîlere dayanmış ve bu kitleye geçmişteki uygulamalara göre, nisbî olarak epeyce geniş bir hareket ve fiilî hâkimiyet alanını taktik gereği açan laik/ kemalist rejime sımsıkı tutunmuşlardı.
Şimdi sünnî kitle, kendi üzerindeki baskıları dağıtmaya çalışırken, kemalist güç odakları da alevîleri öne sürerek yeni gerilimler oluşturmaya çalışıyor. Hattâ, ulusal ve uluslararası bazı güç odakları alevîleri ateist ve alevîliği ayrı bir din gibi bile göstermeye kalkışıyorlar..
Bizim Alimiz arabın olan Ali değildir, başkadır.. diyenler bile zuhûr etti..
Buna karşı alevîler içinden de tepkiler yükseliyor elbette.. Fermanî Altunnun liderliğini yaptığı hareketten ayrı olarak; 15 sene öncelerine kadar katı kemalist/ laik bir çizgide olan (alevî dedesi) Prof. İzzeddin Doğan bile, son yıllarda Allaha inanmayan, Kuranı, Hz. Muhammedi ve Aliyi kabullenmeyen bir alevîlik nasıl olur? demek noktasına gelmiştir..
Ama, bu hususta, kemalist/ laik rejimin koyduğu kurallara göre hizmet için kurulmuş olsa bile, Diyanet İşl. Başk.lığı, kendisini oluşturan cenderenin dışına çıkamamış ve sadece sünnî halkı, laik rejime itaat dairesi içinde tutmaya çalışmakla kalmayıp, alevîlerin dışlanmasına, dolayısiyle de laik rejimin o halk tabanının korunmasına dolaylı olarak hizmet etmiştir..
*Gerçekten de laik bir rejim, dinler ve mabedler icad, kabul veya reddedemez..
Halbuki, alevîlik İslam içi bir yorum meselesidir.. Bu konuyu halletmek de müslümanların üzerine farzdır.. Laik rejim daha bir zehirlemiştir, bu konuyu.. Ondan şifâ da beklenemez..
Böyleyken.. Kendilerini alevî olarak niteleyen ve gerçekte ise ateist olanların, alevîliği ayrı bir din gibi gösterme ve tanıtma çabalarına laiklerin sıcak bakmasına şaşmamalıdır.. Ama, bir kısım alevî kuruluş ve cemaatleri de, mescidleri kabullenmeyip, kendilerine cemevi denilen mâbedler kurduklarını ve bunların laik rejimce tanınmasını istemekteler..
Mescid / câmilerin herhangi bir mezhebe aidiyetinin yanlışlığı bir yana.. Dünyada, Türkiye dışında, sayıları 200 milyonu aşan şiî müslümanların hiçbir topluluğunda, böyle bir mescid / câmi karşıtlığı ve mescid yerine başka bir terim kullanıldığını, çalgı ve semah gösterilerinin ibadet gibi telakkî edildiğini, o yerlere mâbed denildiğini hiçbir yerde görmedim..
Şiî diyarlarında mescidlerin yayında sosyal faaliyetlerin yapıldığı yerler vardır, adına Huseyniye denilir.. Orta Asyaya kadar uzanan sünnî toplumlarda da, benzer mekanlara Muhammediye denilir. Bunlar Anadoludaki mescidlerin yanında bulunan köyodalarının fonksiyonlarını görürler.. Cemevleri de böyle bir fonksiyon ifa edebilir, ve orada ibadete de edilebilir, bütün yeryüzü namazgâhdır, müslümanlar için.. Ama, birileri burası bizim mâbedimiz der ve laik rejim tarafından bir mâbed olarak tanınmasını isterse, müslümanların temel kitabı Kuranda, ehl-i kitabın mabedlerinin isimleri açıktır.. Bizim mabedimizin ismi de Mesciddir. Bu görmezlikten gelinip, yeni bir mâbed isimlendirmesi, toplumun bünyesine dinamit koymaktır, derin bir gönül kopukluğunu kabullenmek ve hattâ hedeflemektir. Gerçek laik bir rejim, yeni dinler veya yeni mâbedler oluşturamaz, tanıyamaz. Tanırsa, bu, devlet / rejim eliyle din ve mâbedler dayatması olur..
Esasen, bir emperyalist dayatması olan laik rejim, evvel-emirde, müslümanların temel inançlarından ve onun sosyal kurumlarından elini çekmelidir.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.