1. YAZARLAR

  2. Halil BERKTAY

  3. Geleceğe bakış (1) Devrim planları olmayan bir dünya
Halil BERKTAY

Halil BERKTAY

Halil BERKTAY
Yazarın Tüm Yazıları >

Geleceğe bakış (1) Devrim planları olmayan bir dünya

A+A-

 [14 Ağustos 2014] Türkiye’nin ilk meclis-dışı, halkoyuna dayalı cumhurbaşkanlığı seçiminin aşağı yukarı beklendiği gibi sonuçlandı (ve böylece AKP 12 yılda girdiği dokuzuncu seçim veya referandumdan da galip çıktı). Bu da herhalde önemli bir eşik. Bırakalım, “karşı taraf”a lâf yetiştirmeyi; küçük yüzde ve gramaj hesaplarıyla, lâf ve rakam cambazlıklarıyla avunmayı; zaferi yenilgi, yenilgiyi zafer gibi gösterme çabalarını. Daha köklü ve esaslı şeyler konuşalım. Sadece ülke ölçeğinde değil, dünya çapında ve tarihin genel akışı çerçevesinde, “büyük resim” nedir? Topluma daha fazla barış, refah, demokrasi, sosyal adalet, insan hakları, kadın ve çocuk hakları, çevre ve kent hakları getirmek; bütün etnik ve dinî grupların geniş bir vicdan özgürlüğü ve hoşgörü çerçevesinde bir arada yaşamasını sağlamak isteyenler, mücadelelerini bundan böyle hangi koşullarda, nasıl bir anlayışla yürütebilirler?

Bu noktada önce, Taraf’ta ve başka yerlerde daha önce yazıp söylediklerimi de toparlayarak, sosyalist sol kökenli aydınlar açısından hâlâ önemli olabilecek, biraz genişçe bir teorik parantez açmak istiyorum. Aslında bir bedahat; herkesin kolayca görebileceği açıklıkta, çok basit bir gerçek, ama Marksist teoriye bağlılık hâlâ kısmî körlükler yaratabildiği için tekrar ve tekrar altını çizmek lâzım: Devrim de, sosyalizm de yok artık. Unutun. Her ikisi hem ayrı ayrı, hem birlikte ve karşılıklı bağlantıları içinde bitmiş, tükenmiş bulunuyor. Dolayısıyla normal, demokratik siyaset de bu paradigmanın ister bilinçli, ister bilinçaltı türev ve kalıntılarından temizlenmek zorunda.

Burada devrim ve sosyalizm (bitti) derken, iyice laçkalaştırılıp her yana çekilebilecek hale getirilmiş, transandantal söylemlerle göklere çıkarılan ama hiçbir tarihsel karşılığı olmayan belirsizlikleri değil, Marksizm tarafından  tanımlandığı ve bir zamanların Uluslararası Komünist Hareketinin çizgileştirdiği şekliyle (a) kapitalizmin (reforma tâbi tutulması değil) hem ekonomik hem politik bakımdan sistemik zıddı olarak düşünülüp programlaştırılan bir sosyalizmi; (b) bu sosyalizme ulaşma yöntemi olarak programlaştırılmış planlı bir devrimi kastediyorum. Fransız Devrimi bir kırılma noktasıydı. Son büyük plansız (spontane, tasavvur edilmeksizin patlak veren) devrimdi. Ansızın çıkagelip insanı allak bullak eden ilk aşk gibi bir şeydi. Sonra o büyük devrimi, devler mücadelesini kaçırmış olduğuna hayıflanan ve bir sonraki devrimin özlemi içinde yaşayan “aileden devrimsever” nesiller izledi (Lenin’in “profesyonel devrimci”lerinden önce, böyle “ömür boyu devrimsever” kuşaklar vardı ortada). Ardından da belirli bir planlı devrim ve devrim planlaması anlayışı zuhur etti. Bundan konuşuyor, bunu tartışıyorum.

Başka yığınla insan gibi ben de sosyalist sola kırk küsur yıl sadece içinden baktım. Belki benimki çok kesif, çok damardan bir angajmandı. Çünkü öncelikle politik değil, öncelikle zihinsel, entelektüeldi; (a) teorik vizyonunun derinliği ve kapsayıcılığı ile (b) buna karşın mağduriyetine tutulmuştum. Çok küçükken girdiğim bu yolda, düşünce yapılarının mahremiyetiyle haşır neşir oldum. Bütün kıvrımlarını biliyorum. Ruhunu biliyorum. Kendi zamanındaki orijinalliği, zenginliği ve çekiciliğini de biliyorum; ama artık neleri abarttığını ve başka neleri görmezden geldiğini, sığlıklarını, kolaycılık ve kestirmeciliklerini, çizgisellik ve tek-yanlılıklarını da biliyorum. Dahası, apolojilerini, kendini her durumda haklı çıkarma yöntemlerini de biliyorum. Şimdi o bilgiyle, içinden olduğu kadar aynı zamanda dışından ve tarihsel — yani başlı ve sonlu bir olay — olarak da bakabiliyorum. Bunları derli toplu bir analizde, Marksizmin, sosyalizmin ve devrimin tarihine değişik bir yaklaşımda birleştirmenin peşindeyim. Bir bakıma, söküp yeniden takarak — kurtarıp islâh etmeye değil — nasıl kurulmuş ve işlemiş olduğunu yeniden anlamaya çalışıyorum. Başka kimse ilgilenmese de, bunları sırf kendi başıma ve kendim için mırıldanıyorum, mırıldanmaya devam edeceğim.

marx-engels1

Marksistler için Marx ve Engels birer donmuş, ezelî ve ebedî öğreti ve bilgiler yığını, zaman ve mekân dışında oluşmuş birer ansiklopedi veya telefon rehberi gibidir (gibiydi) çoğu zaman. Şu konuda ne demişler, bu konuda ne demişler diye açıp bakmaya yarar(dı). Tarihsel Marx ve Engels kimdi, neydi diye pek sorulmaz(dı). Bana göre, son tahlilde Marx ve Engels de yukarıda sözünü ettiğim Fransız Devrimi sonrası nesillere mensup, aslen devrimsever birer entelektüeldi. En birincil özellikleri buydu. Onlar ve hele Marx için bizatihî devrim her şeyden önemliydi.  Büyük tutku ve motivasyonları, özledikleri devrimin teorisini, programını, araçlarını, yolu yordamını bulmaktı. Gene özellikle Marx’ın başka her şeye yaklaşımı az çok araçsaldı, devrime hizmet edip etmeyeceğiyle ilgiliydi. Engels’in ise belki biraz farklı (daha az monist) olduğunu kabul edebilirim. Ama her halükârda, ikisi de bu doğrultuda, Fransız Devrimini alıp aşırı-teorize ettiler; evrensel ve tekrarlanabilir bir modele dönüştürdüler. Burada ilk dayanakları felsefeydi. Zira ilk başta ikisi de felsefeden geliyordu. Kendi çağlarının (1815 Viyana Kongresi sonrasındaki, Restorasyon Avrupa’sının) haksızlıklarına karşı isyan duygularının ateşlediği devrimseverliklerini, öncelikle felsefeye dayandırıyorlardı. Nitekim ömürleri boyunca, “devrimin kaçınılmazlığı”nı Hegelci diyalektik (inkârın inkârı ve tez-antitez-sentez gibi konstrüksiyonların insanlık tarihinin tamamına uygulanması) yoluyla da ispatlamaya çalışmaktan (böyle bir metafizikten) bir türlü vazgeçemediler.

Bu arada ekonomiye (yeni sanayi kapitalizmine) ve işçi sınıfına yönelmeleri ise 1840’lerin ortası ve ikinci yarısındadır. Zaten İngiltere’deki iş tecrübesi nedeniyle bunu ilk Engels fark etti ve Marx’a gösterip öğretti. Marx ancak ondan sonra ekonomi çalışmaya başladı (neden bıraktığı da gene ilginç ve anlamlı bir konudur). Önemli olan şu ki, 19. yüzyılın “içtimaî mesele”sine özgün bir yaklaşım peydahladılar. Kimilerinin kanun ve nizam açısından bir tehlike, kimilerinin ise salt ezilen bir kesim olarak algıladığı (ve kâh hayırseverlik, kâh reformlar yoluyla el uzattığı) işçi kitlelerinde, onlar somut özellikleri — büyüklüğü, yoksulluğu, mekânsal konsantrasyonu, dolayısıyla erişilebilirliği, örgütlenebilirliği ve seferber edilebilirliği — açısından bir devrim potansiyeli gördüler. Aradıkları “devrim ajanı”nı bulduklarına hükmettiler. Özetle, bir sosyalist veya komünist partisi kurulur; kendine hedef kitle olarak öncelikle işçi sınıfını seçer; o işçi sınıfının kendi yaşama ve çalışma koşullarından türetilmiş kısa-orta vâdeli taleplerden hareketle piyasayı ve özel mülkiyeti reddeden, sosyo-ekonomik anlamda eşitlikçi bir program geliştirir ve bu programı o sınıfa sistematik olarak götürürse, bu sayede sosyalist bir devrim yapılabileceği sonucuna vardılar.

Bu, çok kritik bir momentti. Marx ve Engels’ten önce de belirli bir sosyalizm anlayışı ve sosyalistler vardı. Keza, belirli bir devrim anlayışı ve devrimciler de vardı. Sosyalizm devrimsiz bir sosyalizmdi; devrim sosyalizmsiz (sosyalizme yönelmeyen) bir devrimdi. Marx ve Engels, kendilerinden önce mevcut bu sosyalizm anlayışı ile keza kendilerinden önce mevcut bu devrim anlayışını birleştirdi. Her ikisini yeniden tanımladılar; özetle, bundan böyle sosyalizm, devrim yapıp siyasî iktidarı ele geçirmek suretiyle varılacak bir şeydir ve devrimin de artık başka herhangi bir amaçla değil, sosyalizme varmak için yapılması gerekir, yani sosyalist devrim olmalıdır dediler.

Üstelik bu, öznel (ahlâkî) bir tercih olarak da kalmadı. Bu yeni kavrayışı “bilimsel” olarak sundular. Kendilerinden önceki sosyalizme ve devrime ise bilim-öncesi, gayri-bilimsel veya “ütopik” yaftalarını astılar. Bu bir illüzyondu, çünkü kendi projelerinin de bilimle, bilimsel determinizmle, kaçınılmazlıkla ilgisi olmayan bir ütopya olduğu bugün apaçık ortada. Oysa o gün, 19. yüzyılın kesif bilimci (veya bilimperest) atmosferiyle besleniyor ve ona uygun düşüyordu. Bu bilimciliği Marx ve Engels de içselleştirmişti; Darwin’in canlılar âleminin gelişme yasalarını açıklaması gibi, onlar da toplumların gelişme yasalarını açıklamak — ve açıklamanın ötesinde, kendilerine yontup kullanmak iddiasındaydılar.

Bu doğrultudadır ki, artık aynı madalyonun iki yüzüne yerleştirdikleri bu ikiz devrim ve sosyalizm kavramlarını bilimin açıkladığı bir zorunluluk, dolayısıyla her yerde eninde sonunda gerçekleşecek bir kaçınılmazlık, dolayısıyla bir evrensellik olarak öne sürdüler. Aynı zamanda, çeşitli dış desteklerle de payandalamak ihtiyacını duydular. Bunun için sadece (i) felsefeye değil, ayrıca (ii) tarih ve (iii) ekonomi gibi, 19. yüzyılda yeni kurulup gelişmekte olan sosyal bilimlere de ayrı ayrı kazıklar çaktılar. Özellikle üçüncüsü çok önemliydi, çünkü bir tür indirgemecilikti; devrim olayını salt siyaset kertesinin sınırları içinde düşünmek yerine ekonomiye (üretim tarzının gelişmesine) bağlamak anlamına geliyordu. Bu da insanî sübjektivizmden kaynaklanan siyaset cilvelerine bağlı olmayan, bu kertede son derece gayri iradî, son derece deterministik bir devrim teorisine götürmekteydi. Kapitalizmin kendi içsel çelişkileri sonucu mutlaka krize girecek, bu da mutlaka proletarya devrimine ve sosyalizme yol açacaktı. Biraz önce işaret ettiğim gibi, Marx’ın giderek ekonomiye yönelmesi ve hele 1848 devrimlerinin uğultusu da yatıştığında, 1850’lerin başlarından itibaren kendini hemen tamamen bu alana hasretmesinin ardında, proletarya devriminin yaklaşması ve kaçınılmazlığını bu yolla ispatlama arzusu yatmaktaydı. Ücretli Emek ve Sermaye (1847), Grundrisse (1857),Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859) ve Ücret, Fiyat ve Kâr (1865) gibi yayınlanmış veya yayınlanmamış bir dizi ön çalışmadan sonra ilk cildi 1867’de yayınlanan Kapital’in de asıl amacı, işçi sınıfını (ya da işçi sınıfını hedef kitle alacak “partisi”ni) bu kaçınılmazlığa inandırmak, “tarihin bizden yana” olduğuna ve “mutlaka kazanacağımız”a ikna ederek moral vermek ve saflara çekmek, bu tekçi programatik temelde toplamaktı. Nitekim Marx’in devrimi en gelişmiş sanayi ülkelerinin işçi sınıfından beklemekten vazgeçtiği anda, Kapital’i yazmaktan da soğuduğunu; devrim için artık (çok ekonomik sayılamayacak nedenlerle) gözlerini doğuya diktiğinden, ekonomi çalışmak yerine Rusça öğrenmeye başladığını; ikinci ve üçüncü ciltlerin asıl bu yüzden yarım kaldığını ve ancak ölümünden sonra Engels tarafından derlenip yayınlanabildiğini görüyoruz.

Tabii bu hem daha sonra oldu hem gözlerden kaçtı; yanlışlanan bir öngörüden ricat olarak yorumlanmak istenmedi; hele Marx’ın değişmez devrimseverliğinin ve her yerde ihtilâl potansiyeli arayışının işareti olarak, hemen hiç yorumlanmadı. Tersine, Marx kapitalizmin çöküşüne ve işçi devriminin patlak vermesine ilişkin bu ekonomik determinizmi, daha 1850’lerde, Fransız Devrimi ve diğer “burjuva” devrimlerinin can alıcı kazanımı olan kanunlar önünde eşitliğin, mülkiyet eşitsizliği sürdükçe yetersiz ve dolayısıyla bir aldatmacadan ibaret olduğu; “burjuva” demokrasisiyle hiçbir şey yapılamayacağı önermeleriyle birleştirdi. Bunun nasıl bir abartma ve çığrından çıkarma (exorbitation) demek olduğunu şöyle anlamaya çalışalım. 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl devrimlerinin belirli bir tarihsel zemini vardı. Adaletsizliğin, baskı ve tahakkümün yaygın biçimleri, monarşi ve aristokrasilerdi; kanunlar önünde eşitsizlikti; sınıfların net hukukî imtiyazlarla birbirinden ayrılmışlığı, bazılarının üstün ve çeşitli haklara sahip, diğerlerinin altta ve hak yoksunu olmasıydı; eşitsizlik de sınıfsallık da buydu, böyle oldukları gözle görülür ve elle tutulur sınıfların varlığıydı. Devrim özlemleri ve yer yer patlamaları bunlara karşı patlak veriyordu ve bu da bir yerde mantıklıydı, çünkü söz konusu monarşik ve aristokratik ancien régime’ler kamusal alanı bastırıp kısıtlıyor; demokrasiye ve demokratik mücadeleye olanak tanımıyor; biriken tepki ve öfkeler bu yüzden devrim patikasına akıyordu. Buna karşılık devrime veya peş peşe gelen devrim dalgalarına sahne olan ülkelerde, zigzaglı bir şekilde de olsa söz konusu ayrıcalıklar son buluyor; monarşi ve aristokrasi geriliyor ve belki tamamen ilga ediliyor; kanun önündeki eşitlik adım adım sağlanıyor ve demokrasinin ilk adımları atılmaya başlıyordu.

sosyalizm1

İşte bu noktada yeni gelişen Marksist devrim teorisinin olanca vurgusu, bu kazanımların pek bir şey fark etmeyeceği, çok da önemli olmadığı, bunlara kanmamak gerektiği yönündeydi. Hukukî anlamda (imtiyazlı) sınıflar kalkmış veya kalkıyorsa da, sosyo-ekonomik anlamda sınıflar mevcuttu. Kanunlar önünde eşitsizlik kalkmış veya kalkıyorsa da, mülkiyet ve gelir eşitsizlikleri mevcuttu. Monarşi ve aristokrasi kalkmış veya kalkıyorsa da, burjuvazinin yeni sınıf diktatörlüğü mevcuttu (çünkü burjuva demokrasisi özünde bu demekti). Dolayısıyla devrim hâlâ ve daha da fazla geçerliydi. Tarihsel moment anlamında “eski” devrimlerin burjuva-demokratik hedefleri gerçekleşmiş veya gerçekleşiyor olsa bile devrim bitmeyip yeni, sosyalist hedeflere yönelmek  zorundaydı. Bu da, eşitsizlik kategorisinin abartılması ve müdahale edilebilecek makul sınırların ötesinde çığrından çıkartılması; keza sınıfsallık kategorisinin abartılması ve çığrından çıkartılması; buna bağlı olarak sınıfsal tahakküm kategorisinin de abartılması ve çığrından çıkartılması yoluyla, sonuçta, demokrasi, kanun önünde eşitlik ve hukuk devleti koşullarında bile devrim peşinde koşmayı sürdürmenin gerekçesini sunuyor; demokratik devrimler çağını büyük bir kıta sahanlığının eklemlenmesi suretiyle ileriye ve belirsiz bir geleceğe doğru alabildiğine uzatıyordu.

Yanlıştı — ama maddî bir güç oldu. Çünkü Fransız Devrimi ve Sanayi Devriminden kaynaklanan üç büyük ideolojiden birine dönüştü. Liberalizmin ve Milliyetçiliğin yanı sıra, Sosyalizmi yutup yeniden biçimlendirdi, asimile etti; sosyalizm ve devrim deyince herkes Marksist sosyalizmi ve Marksist devrim teorisini anlar oldu. Marx ve Engels, 19. yüzyılın ikinci yarısının radikal aydınlarını, onlar aracılığıyla da politize işçi ve sendikacı kesimlerini ikna etmeyi başardılar. Çeşitli unsur ve eklentileriyle tarif etmeye çalıştığım vizyonları, bir fasıl İkinci Enternasyonal sosyalist ve sosyal demokrat partilerine hayat verdi. Üstelik bunlardan biri, RSDİP’in Bolşevik fraksiyonu, bu temelin olabilecek en aşırı yorumu etrafında örgütlenip, fırsat kollayıp, Birinci Dünya Savaşının yarattığı olağanüstü koşullardan yararlanarak hem de geri bir ülkede devrim yapmayı başardı. Bu da özellikle Leninist varyantıyla bütün teorinin toptan doğruluğunun kanıtı sayıldı. Üçüncü Enternasyonal bu çerçevede kuruldu ve üyesi olacak bütün Komünist partilerinden, işbu devrim ve sosyalizm teorisine kayıtsız şartsız bağlılık talep etti. Bu arada 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarının Yeni Emperyalizmi, devrim alanını, KP’lerin önderliğinde sosyalizme açılacak millî-demokratik devrimler biçiminde, Asya, Afrika ve Latin Amerika’ya yaydı. Bütün diğer devrimcilikler, plansız Fransız Devriminin mirasını Marksizm tarafından oynanmış ve yeniden işlenmiş, mutlaka gelecek bir devrimci kriz fırsatını militanca beklemeyi programlaştırmak anlamında planlı bir devrim projesine dönüştürülmüş versiyonuyla tevarüs etti. Dolayısıyla bu perspektif, yaklaşık yüz yıl boyunca bütün 20. yüzyıl siyasetini derinden etkiledi. Devrimci ve devrimci olmayan akım ve partileri birinden ayırdı. Siyaset sahnesinin sağı ve solunu buna göre belirledi. Devrimi su götürmez bir olumluluk gibi gösterdi. Marksizm ile Kemalizmin kesişip örtüşme hattı boyunca, (aktif) devrimciliği veya (pasif) devrimseverliği bütüncül ve bağlayıcı bir ideolojik çatı olarak ipka etti. Tartışılmaz kıldı.

Tarih uzun, karmaşık ve beklenmedik sürprizlerle dolu bir süreç. 1917’yle sarsılmaz bir niteliğe bürünmüş o mutlak doğrulanmışlık yanılsamasının yerinde bugün yeller esiyor. Çünkü 20. yüzyıl devrimleriyle doğan ve artık geri dönüşü olmaz zannedilen sosyalist rejimlerin önce 1950’ler, 60’lar ve 70’ler boyunca yaldızları döküldü; karanlık yüzleri, despotlukları, zulümleri ve bir noktadan sonra giderek derinleşen ekonomik başarısızlıkları ortaya çıktı. Nitekim bir sonraki aşamada bu rejimler ya doğrudan yıkıldı (Sovyetler Birliği ve bütün Doğu Avrupa halk demokrasileri), ya da planlı, kollektivist sosyalist ekonomiyi terk etti ve sosyalist sistem denen şeyden geriye sadece, kapitalist pazar ekonomilerinin tepesine oturmuş komünist tek-parti diktatörlükleri kaldı (Çin, Vietnam; Küba ve Laos da son tahlilde aynı yolda). Bu, sadece bir sosyo-politik formasyon denemesinin değil, aynı zamanda onu besleyen tüm ideoloji ve teorinin iflâsı anlamına geldi. Eveleyip gevelemek faydasız (ve bazen hayli de patetik kaçıyor). Gerçek şu ki sosyalizm, kapitalizmin; proletarya diktatörlüğü ve sosyalist demokrasi, burjuva demokrasisinin; devrim, reformun ve evrimin alternatifi olamadı. Bundan sonra kimse, artık devrim olmaz diye bir şey diyemez — belirli koşullarda, 1789 öncesi beklenmedikliği içinde pekâlâ patlak verebilir tekrar, Arap Baharı’nda olduğu gibi (ama nereye kadar gideceği ayrı mesele). Ama öte yandan, kimse de programını “tek yol devrim ve sosyalizm” formülüne dayandıramaz. Sistemik anti-kapitalizm üzerine, bu anlamda sosyalizm üzerine, hele sosyalizmin insanlığın geleceği olduğu ve oraya ancak devrimle varılacağı inancı üzerine, hiç ama hiçbir şey inşa edilemez.

Dahası, buradan türeyen muhalefet anlayışı üzerine de hiçbir şey inşa edilemez — klasik sağ-sol değişmezliklerine bağlı kalmak, hep aynı ideolojik çatı altından konuşmak, sürekli istemezükçülük, her şeye hayır demek, “düzen partileri”ni tu kaka etmek, onların atılımlarına “devrimci barut”larının tükenip tükenmediği açısından bakmak, bir yere kadar ilerici olabileceklerini ama bir yerden sonra artık hep gericilik yapacaklarını sanmak, azamîcilik (maksimalizm), çatışmacılık, boyölçüşmecilik ve imhacılık gibi. Biliyorum, bunu görüp sineye çekmek, belki, bir zamanlar benimsediğimizi iktidar pratiklerinin çökmüşlüğünü kabullenmekten bile daha zor. Ama zorunlu ve asıl bu zorunlu. Toplumsal değişime katkıda bulunmak isteyenlerin, eski alışkanlıklarını unutup (bu açıdan bilgisizleşip, unlearn edip)  normal demokratik siyaseti ve reformculuğu yeni baştan, sıfırdan öğrenmesi gerek.

Önceki ve Sonraki Yazılar