1. YAZARLAR

  2. Alper GÖRMÜŞ

  3. ‘Faili meçhul’lerle hesaplaşamadık
Alper GÖRMÜŞ

Alper GÖRMÜŞ

Alper GÖRMÜŞ
Yazarın Tüm Yazıları >

‘Faili meçhul’lerle hesaplaşamadık

A+A-

“Türkiye’nin karanlık 90’ları”nın en karanlık yılında, 1993’te, Yeni Demokrasi Partisi (YDH) Genel Başkanı Cem Boyner’in Artvin-Kars-Ardahan gezisini izlemiştim gazeteci olarak... O gezide, Kars’ın Digor ilçesinde YDH liderinin açık hava toplantısını izlemeye gelen (gelebilen) bir avuç insanın hâli hâlâ gözlerimin önünde.

Cem Boyner kısa konuşmasını bitirdikten sonra kendisini izleyenlere, üzerlerinde bir baskı olup olmadığını sordu ve onları konuşmaya teşvik etti. Yaklaşık 50 kişilik bir yarım daire oluşturan Digorluların etrafını, ellerinde uzun namlulu silahlar ve göğüslerine çaprazlama asılmış fişekliklerle ürkütücü bir görünüm arz eden özel timciler sarmıştı; sayıları en az izleyiciler kadardı.

Hiç şüphe yok ki, sonucun böyle tecelli etmesinde asıl sorumluluk iktidar partisinin üzerinde... Şayet o isteseydi, Kürt siyasetinin ve medyanın ilgisiz tutumlarına rağmen süreç bambaşka bir yol izleyebilirdi.

Alper Görmüş


Digorlular, Boyner’in davetine icabet edemediler. Halleri, bağırmak isteyen fakat kâbus görmekte oldukları için boğazlarından tek hece çıkaramayan insanları andırıyordu. Onların o hallerini, o gün yazdığım izlenim yazısında “Digorlular çığlık çığlığa susuyorlardı” başlığı altında anlatmıştım.

Onlar hiçbir şey anlatamamıştı ama o yıllarda özel timciler tarafından götürüldükten sonra “kendilerinden bir daha haber alınamayan” insanların hikâyeleri dilden dile dolaşıyor, sayılarının binleri bulduğu rivayet ediliyordu. Atmosfer o kadar karanlıktı ki, bırakın bu iddiaların bir soruşturma konusu olmasını, yakınlarını kaybedenlerin, hikâyelerini gazetecilerle paylaşmaları dahi düşünülemezdi; zaten bunları yazacak gazeteler de yoktu.

Bir ümit: Ergenekon ve ‘Fırat’ın doğusu’ cinayetleri

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP / AK Parti) iktidara geldiği 2002’den sonra, “Fırat’ın doğusu”nda işlenmiş binlerce faili meçhul cinayetin soruşturma konusu olabileceğine dair belli belirsiz bir ümit belirmeye başladı. Çünkü Cumhuriyet tarihinde ilk kez, devletin hiç değişmeyen temel kabullerini sorgulayan ve devletin “rejim düşmanları”na karşı uyguladığı şiddetin her koşulda meşru sayılmasına karşı çıkan bir parti iktidara gelmişti.

2007’de başlatılan Ergenekon süreci, bu umutların kuvveden fiile çıkmasını mümkün kılabilecek yeni bir vasat koydu ortaya. Fakat herkesin kafasında bir kuşku vardı: Acaba AK Parti iktidarı, kendisini alaşağı etmeye çalışan darbeci-vesayetçi güçlerle hesaplaşırken, “Fırat’ın doğusu”nu cehenneme çeviren cinayetlerin failleriyle de hesaplaşmayı göze alabilecek miydi?

O günlerde iktidarın böyle davranması, yalnız ilkesel ve ahlakî açıdan değil, iktidarlar için her zaman temel argüman olan pragmatik bakış açısından da makul ve mantıklı görünüyordu. Ben de buna inanıyordum. Çünkü darbecilik ve darbecilikle dolaylı-dolaysız bağlantılı cinayetler, kendi mecralarında ayrı ayrı akan iki musibet değildi ve dolayısıyla onları tefrik ederek, birine öncelik verip öbürünü erteleyerek başarıya ulaşmak mümkün değildi.

Soruşturması 2007’de, davası 2008’de başlayan Ergenekon süreciyle birlikte Güneydoğu illerindeki bazı savcıların başlattığı girişimler hükümetin de meseleyi böyle gördüğüne dair bir umut yarattıysa da, bu girişimler yaygınlaşmadı ve kalıcı olmadı.

Bu girişimlerin kuşkusuz en önemlisi, Cizre’de 1993-1995 yılları arasında işlenen faili meçhul cinayetlerin 21’i ile ilgili olarak açılan ve basında “Cemal Temizöz davası” olarak anılan davaydı. Davanın bir numaralı sanığı olan Albay Temizöz, cinayetlerin işlendiği yıllarda Ergenekon sanığı Veli Küçük’ün Cizre’de görev yaptığı yıllarda yüzbaşı olarak onun emrinde çalışıyordu. Cizre eski Belediye Başkanı Kamil Atağ da sanıklar arasında yer alıyordu.

Hukukçular, 2009’da açılan ve geçtiğimiz hafta tüm sanıkların beraatiyle sonuçlanan Temizöz davasının, benzer davalar için de bir ölçü oluşturacağı konusunda hemfikir. Çünkü bu dava deliller açısından en güçlü davaydı ve o dahi böyle sonuçlanmışken, öbür davalardan bir sonuç beklemek mümkün değildi.

Peki, süreç neden böyle işledi ve bu sonucun doğmasında hangi aktörler nasıl bir rol oynadı? Soruyu cevaplarken üç temel aktörün olumsuz rollerinden söz etmemiz gerekiyor: AK Parti-hükümet, Kürt siyaseti ve medya. Şimdi bu aktörlerin süreçte oynadıkları olumsuz rollere kısaca göz atalım.

AK Parti-Hükümet

Hiç şüphe yok ki, sonucun böyle tecelli etmesinde asıl sorumluluk iktidar partisinin üzerinde... Şayet o isteseydi, Kürt siyasetinin ve medyanın ilgisiz tutumlarına rağmen süreç bambaşka bir yol izleyebilirdi.

İktidarın, Güneydoğu’daki faili meçhul cinayetler üzerine kararlılıkla gitmemesinde biri zihnî-yapısal, öbürü siyasi-konjonktürel iki etmenin belirleyici bir rol oynadığını düşünüyorum.

Davayı yakından takip eden bazı liberal yazarlara göre, Kürt siyasetinin davalara ilgisizliği biraz da AK Parti’nin hanesine yazılacak olumlu puanları engelleme kaygısından kaynaklanıyordu.

Alper Görmüş


Zihnî-yapısal neden: AK Parti, mayasındaki devletçi-milliyetçi etkiler nedeniyle, devletin karanlık yüzüyle uğraşırken, bunu öncelikle Kürtlerle ve Kürtlerin siyasi temsilcileriyle ittifak halinde yapıyormuş izlenimi vermekten kaçındı. Bu zihnî-yapısal faktör otomatik bir fren mekanizması olarak her durumda işliyordu, fakat devlet aktörlerini cezalandırmak anlamına gelecek kararlı bir faili meçhul hesaplaşmasının psikolojik sonuçları başka her şeyden daha sarsıcı olabilirdi. AK Parti bunu göze alamadı.

Konjonktürel neden: AK Parti’nin Cemaat’le giriştiği iktidar kapışması, iktidar partisinin ittifak stratejisini tepeden tırnağa değiştirdi. AK Parti o noktadan itibaren bir tür “düşmanımın düşmanı dostumdur” çizgisine yönelerek, devlet içindeki, artık kolunun kanadının kırıldığını düşündüğü çevrelere karşı tavrını yumuşattı.

Kürt siyaseti

Kürt siyaseti, Türkiye soluyla kurduğu ittifakın da etkisiyle, AK Parti’nin zaman içinde “derin”dekiyle, “yüzey”dekiyle devletin kendisi haline geldiğini savunmaya başladı. Bu çizginin doğal sonucu olarak da mevcut davalardan hiçbir sonuç çıkmayacağı gibi bir hissiyat peydahladı. “Devlet” kendi kendine karşı harekete geçip kendi kendini cezalandıramayacağına göre, bu davalardan olumlu bir sonuç beklemek abesle iştigal etmek olurdu.

Davayı yakından takip eden bazı liberal yazarlara göre ise, Kürt siyasetinin davalara ilgisizliği biraz da AK Parti’nin hanesine yazılacak olumlu puanları engelleme kaygısından kaynaklanıyordu.

Berat Özipek, 2012’de bir duruşmayı izledikten sonra şöyle yazmıştı:

“Adliye binasında birçok tanıdığa rastlıyorum. Mersin Barosundan avukat bir arkadaş yan salonda Kürtçe savunma krizine takıldığı için ilerlemeyen ve dolayısıyla pratik olarak hiçbir katkısının mümkün olmadığı KCK davasına destek için gelmiş. Ama o da, öteki ‘duyarlı’ arkadaşlar da yan salondakine uğramıyorlar."

“Düşünebiliyor musunuz, Diyarbakır’da koca salonda biz yedi kişi varız, yedimiz de İstanbul’dan gelmiş, korucu yakınlarının arasında kaybolmuş durumda davayı izliyoruz. Elbette gerçek neden bu değil. BDP’nin baştan beri davaya kayıtsızlığı da bilinçli bir tercih. Çünkü KCK Davası ‘Hükümeti’ vuruyor, Temizöz Davası ‘Devleti.’ Daha doğrusu ‘AKP Devleti’nin itişe itişe kendisine yer açmaya çalıştığı Kemalist oligarşinin devletini.”

Medya

Medya, bütün kesimleriyle (Türk, Kürt, muhalif, muvâfık) Temizöz davasına hak ettiği ilgiyi göstermedi. Kürt siyasetine ve iktidara muvâfık basın, sesi oldukları siyasetlerin tavrını yansıttıkları için öyle davranırlarken, “muhalif” merkez medya, olaylar “ora”da geçtiği için benzer bir tutum izledi. Medyanın bu “kolektif” tavrının, Temizöz davasının onca sağlam delillere rağmen kapanmasında önemli bir rolü oldu.

Bu tespite karşı şöyle bir itirazda bulunulabilir: Gerek iktidar gerekse de Kürt siyaseti davaya karşı bu kadar ilgisizken, medyanın kararlı bir tutumla davayı kamuoyunun gündeminde tutması, sonuç üzerinde nasıl ve neden etkili olsun?

İlk bakışta epeyce sağlam görünen bu argüman, medyanın, iktidarların benzer tutumlarını kararlı bir yayın çizgisiyle geriletip sanıkların hak ettikleri cezalara çarptırılmasında belirleyici bir rol oynadığı örneklerle kıyaslandığında o kadar da güçlü görünmüyor.

Akla hemen gelen iki örnek, ‘Manisalı Gençler’ ile ‘Metin Göktepe’ davaları... Bu iki davada basının yıllar boyu hiç tükenmeyen bir enerjiyle konuyu gündemde tuttuklarını ve bu sayede faillerin cezalandırıldığını biliyoruz. Her iki davadaki tavır, ‘Türk basınının yüzakları’ gibi bir liste yapılsa, hiç şüphesiz ilk sıralarda yerlerini alacak gazeteciliklerdi. Şurası kesin ki, basının ısrarlı takibi olmasaydı, bu iki davadan kamuoyu vicdanını biraz olsun rahatlatan bildiğimiz sonuçlar alınamazdı.

Temizöz davası ne yazık ki medyanın bu tarzda tutum aldığı bir dava olmadı.

Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) Demokratikleşme Programı’nın 2013’te yayımladığı “Ergenekon’un Öteki Yüzü: Faili Meçhuller ve Kayıplar” başlıklı raporu hazırlayan avukat Gülçin Avşar, bir bölümü Ergenekon davasının sanıklarıyla bağlantılı 10 bin civarında “faili meçhul ve kayıp” dosyasının bulunduğunu, buna karşılık mahkemesi yürüyen vaka sayısının 10 civarında olduğunu söylüyor. İşte o “10”un en kuvvetlisinin dosyası geçtiğimiz hafta resmen kapatıldı. Bu sonuç, Türkiye’nin acılı faili meçhuller dosyasının da tamamen kapandığı anlamına geliyor.


 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.