1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. 'Erdoğan Kürdistan’ı da savunabilir MHP'yi de'
'Erdoğan Kürdistan’ı da savunabilir MHP'yi de'

'Erdoğan Kürdistan’ı da savunabilir MHP'yi de'

Türkiye siyasetinde din ne oranda belirleyici? Kürt seçmenin tercihlerinin temel dinamikleri neler?

A+A-

 

Türkiye siyasetinde din ne oranda belirleyici? Kürt seçmenin tercihlerinin temel dinamikleri neler?

16 yıllık AKP iktidarının inşa ettiği yeni uluslaşma süreci neler getirdi? Yeni bir tür laiklik mi doğuyor?

Bu soruları New York Şehir Üniversitesi (City University of New York –CUNY) bünyesindeki John Jay College Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi, "Hamal Kürt: Türk İslamı ve Kürt Sorunu", "İslam'da Savaş Bitmiştir" gibi çok konuşulan kitapların yazarı Mücahit Bilici'ye sorduk.

- 24 Haziran seçimlerinde muhalefet de din üzerinden bir dil kullandı. AKP’nin kendisi de bu dili hiç bırakmadı zaten. Türkiye’nin mevcut sosyolojisinde din seçmen üzerinde ne kadar etkili?

İçi boşalıyor olarak görünse bile din belirleyici olmaya devam ediyor, hatta daha çok belirleyici oluyor. Çünkü din sadece inanç olarak işlev görmüyor, bir tür meşruiyet referansı olarak işlev görüyor. Bir kişinin Türkiye toplumuna ait olup olmadığının bir tür testi, kriteri gibi iş görüyor. Türk siyaseti laik-dindar ayrışmasından çıktı. Şu anda dindar kesimin politik hegemonyası işgal etti siyasal alanı. Bu son seçim bu sebeple bir tür nefessiz bırakma durumu gibi yaşanıyor muhalefet açısından. Dolayısıyla İslam’ın artık bir kimlik olmaktan çok, toplumun kültürü olarak görülmesi gerekiyor. Onun için de artık insanlar, iyilik-doğruluk gibi daha spesifik konularda savaşacaklar. Rekabetin İslam ve dışı arasındaki aktörler, yani kendini laiklikle, İslam’la ya da seküler bir Kürtlükle özdeşleştiren kimlikler arasında olmaktan çıkıp da herkesin bir şekilde Müslüman olduğu veya sayıldığı bir duruma geldik. Bunu HDP’de de görüyoruz, Selahattin Demirtaş’ta özellikle bu hissedildi. Dinle barışmak, doğallık diyelim çünkü zaten vardı ama yansımıyordu. O anlamda din önemli bir faktör olmaya devam ediyor Türk siyasetinde. Fakat bunun uzun vadede alacağı resim daha farklı olabilir. Çünkü içine daha fazla kişi aldıkça, genişledikçe dinin etkisi zayıflıyor diyebiliriz. İçerik olarak dinin etkisi zayıflamaya devam edecek. Çünkü artık o devletin resmi ideolojisi.

Onun için bu seçimlerdeki dini söylem şaşırtıcı değil. Bunun ilk işaretleri Ekmeleddin İhsanoğlu hikâyesiyle karşımıza çıktı. Muhalefet bu rejimle ancak dinle başa çıkabiliriz, diye düşündü ama çok berbat bir seçim yaptı. “Ekmek için Ekmeleddin”den daha aptalca bir şey olamazdı. Aslında İnce seçimi fena bir şekilde yürütmedi. Erdoğan gibi rahat konuşan, bağırıp çağıran, “bizden biri” duygusunu topluma verebilecek biriydi. Fakat CHP’nin kurumsal kabiliyetsizliği, siyaseti miras aldığı, kemikleşmiş ideolojik çerçeveden çıkarıp öteye taşıyamaması, ülkenin içinde bulunduğu siyasi çıkmaz, ümitsizlik artık adına ne dersek, yani CHP’nin muhalefet olamaması bunda büyük bir rol oynadı. Türkiye’de akıllı bir muhalefet yok. İktidar muhalefetini de belirliyor, dizayn edebiliyor, tek bir hamleyle güdüleyebiliyor.

Tek tük karizmatik eylemler çıkıyor, mesela Muharrem İnce’nin aday gösterilmiş olması gibi. Böyle hamleler siyaset yapıldığı duygusunu uyandırdı ve insanlar heyecanlandı. Fakat sonrası olmadı, özellikle milliyetçilik parsasını kapmak isteyen İYİ Parti’nin HDP’yi dışarda bırakma ısrarı vs. Bizi mevcut sonuca götürdü. Benim şahsi kanaatim Türkiye’de mevcut siyaset bir süre böyle gidecek. İnsanlar “yeter artık” duygusunu yaşayana kadar. Şu an bir sarhoşluk hali var, yeni bir ulus oluştu. Dindarlar şehri işgal ettiler, kasabalılar gelip şehri işgal ettiler, şehirde üniversiteleri yıktılar ve kütüphaneleri ateşe verdiler. Medeniyet ve kültür namına ne varsa tarumar ettiler. Çünkü gücü ve hâkimiyetlerini hissettirmek istiyorlar. Bu kültürel iktidar tartışmaları da bununla ilgili.

- Bu yeni ulusta din, temel bir unsur mu yoksa bir araç mıdır?

Siyaset bağlamında dini hareket noktası olmaktan çok çıkar, kimlik vs daha çok siyasetlerin meşrulaştırıcısı, kültürel şemsiyesi gibi görmek daha isabetli olur. (Ama bunu ayrıca dinin kendisi için de söyleyebiliriz tabi, o da ayrı teolojik bir tartışma olur). AK Parti tabanına bakıp da “Ya arkadaş nasıl bu kadar tutarsız, çelişkili olabiliyorsunuz? Nasıl hem Allah’tan, kitaptan bahsedip, hem de adaletsizlik, zulüm yapıyorsunuz?” diye soran insanlar yanlış bir varsayımla hareket ediyor. Sanıyorlar ki insanlar dine ve kitaba göre hareket ediyorlar. Hâlbuki insanlar, dini ve kitabı ellerinde tutarak kendi çıkarlarına göre hareket ediyorlar. Yaptıkları çıkarları açısından çelişkili görünmüyor. Son derece bencil kararlar ve tercihler söz konusu ama bunu din üzerinden meşrulaştırıyorlar.

Bir gün kardeşlik der, sonra bir gün “bu millet İslam’ın bayraktarıdır sen kimsin” der, taviz vermez filan. Bu işin bir tarafı, diğer tarafı Cumhurbaşkanı Erdoğan bugün dünyada safi siyaset yapan az insandan biri. Yani herhangi bir ideolojik şeye takılmadan sırf siyasal eylemini hesap-kitap, çıkar ve kendi karizmasına dayalı yürütüyor. Ama öbür taraftan anketler vs. ile müthiş bir demokratik-populist ritme de yaslanan bir siyaset yapma biçimi üretiyor. Ben bunun dinle hiçbir ilgisinin olduğunu düşünmüyorum. Ama dine de yolu düşebilir, başka bir şeye de düşebilir, Kürdistan’ı da savunabilir, MHP’yi de savunabilir, liberal de olabilir, Alaattin Çakıcı da olabilir. Geniş bir yelpazede siyaset yapıyor.

Bu aslında siyasetin doğasında da biraz var, bunu kabul etmemiz gerekiyor. Bizim bir sıkıntımız da aslında siyasetten ilkelilik bekliyor oluşumuz diye düşünüyorum. Özellikle okuyan ve ya dini-ahlaki değerleri olan insanlar için böyle bir sorun hâsıl oluyor: Duruma baktıkları zaman çelişkileri görüp rahatsız oluyorlar. Küçük esnaf, Anadolu’nun necip yurttaşı baktığı zaman hiç rahatsız olmuyor, çünkü öyle büyük bir hafızaya gerek duymuyor. Bugün için söylenen söz hoşuna gidiyor mu diye ona bakıyor. O açıdan bir uyum olduğunu söyleyebiliriz, belli bir toplumsal kesim ülke siyasetini belirleyen hale geliyor. Elitlerin elinde olan veya elitlerin tamamen kontrolünde olmasa bile ağırlıklarını hissettirdikleri bir rejimden popüler bir rejime geçtik. Bu halkın yönetimi olmaktan çok bu popüler duyguyu bir sanatçı gibi yönlendirebilen, motive edip güdüleyebilen bir siyasi figürün ortaya çıkmış olması durumudur.

- Madem din bu kadar belirleyici muhalefetin hamleleri neden bir karşılık bulmuyor? Neden etkili olamadı dini söylemler?

Kendilerinden görmedikleri için samimi bulmuyor AKP tabanı. Mesela Cumhurbaşkanı bugün çıkıp dine muhalif şeyler söylese toplum karşı mı çıkacak? Yani demek istediğim ideolojilerden daha çok kimlik belirleyici. Mesele “bizden” olup olmaması; bizden biriyse yanlışlar bile güzel ve doğru görülür ama bizden biri değilse yaptığı iyilikler bile yanlış, samimiyetsiz görülür.

- HDP’nin Türk solu ile ilişkisi ve Türkiyelileşme amacı muhafazakâr Kürt seçmende nasıl bir karşılık buluyor? HDP’nin 7 Haziran’daki oy oranlarına sonraki seçimlerde ulaşamaması sonucunu hangi sebeplerle açıklayabiliriz?

HDP’nin Türkiyelileşmek gibi bir amacı var ve buna uygun bir takım ittifaklar kurmak zorunda. Buna bağlı olarak bazı kesimlerle ittifak arayışına giriyor ama açıkçası kesim denecek ölçekte büyük gruplar da değiller. HDP bu insanlara temsil ettikleri tabandan daha büyük bir temsiliyet veren bir davranışta bulundu. HDP’nin Kürt tabanı memnun olmasa da büyük ölçüde oy veriyor, çünkü diğer partilerle aradaki fark çok büyük. Bir kısım dindar Kürt’te AKP-HDP arasında gel-gitler olabiliyor. Kürtlerin ciddi bir kısmı HDP’nin yeterince Kürtleri temsil etmediğini düşünecek kadar rahatsız aslında. Ben de aynı kanaatteyim bu konuda. Sola bir ölçüde yer verilmesi anlamlı ve gereklidir ama Meclis'te bir parça dengeli bir temsil kabiliyetinin yansıtılması gerekli diye düşünüyorum. Ama bu HDP’ye çok da oy kaybettiren bir şey değil. Daha çok bir iç tartışma olarak düşünebiliriz bunu. PKK’nin Kürtler üzerinde nasıl kemikleşmiş bir etkisi varsa HDP’nin de bir hegemonyası var. Yani Kürtler oyunu HDP’ye vermeye devam edecek.

Aslında 7 Haziran sürecinde HDP’nin bir tür devrim yaptığını düşünüyordum, böyle de yazdım. Çünkü açılım yaptı ve hem Kürtler arasında hem de demokrat Türkler arasında kitleselleşiyordu. Fakat hendek olayları büyük bir meşruiyet krizi oldu; şehirlerin tahrip olması, insanların ölmesi ve toplumun eylemlerden rahatsız olmasını bir kenara bırakıyorum, bir açıdan orantısız ve bir açıdan da anlaşılır bir hükümet tepkisi vardı. Çünkü gidip şehirde bir çukur kazıp 'burası benimdir' denildiğinde bu direkt 'egemenliğe saldırı var' demektir. Hiç bir devlet buna izin vermez. Bunu yapanların bilmesi lazım. Eğer bu kasıtlı bir yanlış değilse çok büyük bir öngörüsüzlük ve HDP’yi meşruiyet noktasında yaraladı. Bundan sonra eğitimli Türk demokrat insanlar oy vermeyi bıraktılar. Bu tamamen tamir edilemez bir şey değil ama uzun süre etkisini gösterecek bir meşruiyet krizi yaşattı HDP için. HDP bunu doğru siyasetlerle aşabilir, ümidi kesmemek lazım. Ben HDP’nin daha iyiye gitmesi yönünde eleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum, yoksa Kürtlerin temsil noktasında sıkıntısı olsa bile onları temsil etmesi gereken bir partiye ihtiyacı var ve şu an bu fonksiyonu eksiğiyle gediğiyle HDP görüyor. Kısmen AK Parti, Kürtleri temsil ediyordu ama şu an tamamen Kürtleri terk etmiş durumda. Eskiden bir tür dindar-Kürt ittifakı olarak başlayan AK Parti bu son dönemeçte MHP ile işbirliği içerisine girdi. Bu yüzden Kürtler bir tür etkisiz eleman konumuna düştü.

- Son dönemlerde artan milliyetçi politikalar ve söyleme rağmen muhafazakâr Kürtlerin AKP’ye oy vermeleri nasıl açıklanabilir?

Türkiye’nin geri kalan kısmında HDP-AKP arasında oy geçişleri çok azdır ama bölgede biri olmayınca diğeri şeklinde bir formülasyon var. Birbirine hem yakın 2 büyük parti özelliği taşıyorlar özellikle dindar Kürtler arasında. PKK faktörünün Kürt siyasal davranışını çok belirlediğini düşünüyorum. Şiddet ve çatışma ortamı, Kürtlerin dini kimlikle-milli kimlik arasında kalmaları böyle keskin bir sonuca götürüyor.

- Şöyle bir soruyla devam edeyim ben bu soruyu açmak için; AKP’ye oy veren muhafazakâr Kürtler için Kürt kimliği neyi ifade ediyor?

Kürtlük, Müslümanlığın bir alt kimliği olarak görülüyor. Aslında bu anlaşılır bir şey, çünkü insanlar bu işin sonunda Kürtler ve Türklerin ayrılmasını zayıf bir ihtimal olarak görüyor ve arzu da etmiyorlar. O zaman çatışma ve şiddet bitmeli gibi bir istek var. Kısmen de olsa dindar bir yönetimle daha önce Kürtleri hiç temsil etmeyen bir siyasi iklimden, Kürtlerin de kendilerini evinde hissettiği bir olumlu dalga oluşmuştu bu iktidarın ilk dönemlerinde. İnsanlar hala bu umuda tutunuyor. Dindarlık eğer o kişide baskın ise AK Parti’yi tercih ediyor, Kürtlük kaygıları daha baskın ise HDP’yi tercih ediyor. Dindar olduğu halde demokratlığı baskın olanlar da HDP’yi tercih ediyor tabi. Biraz demokrasi kültürü itibariyle de arada bir fark var. Kültürel olarak AK Parti, Kürtleri HDP’den daha çok temsil ediyor. Mevcut iktidarın en önemli başarılarından ve gasplarından biri de popüler medyaya hâkim olması ve propaganda için kullanmasıdır. Televizyon hala çok önemli. İnsanlar çok büyük etkisi var sanıyor ama sosyal medyadan toplumun çok kısıtlı bir kesimi etkileniyor.

TV tüketicisi ve gazete manşetlerinin mağduru kitlelerden bahsediyorum. Onun için gazetelerin, televizyonların işgal edilip tek elde toplanması gerekiyordu ki bu da sağlandı artık. Onun dışında çok küçük bir grup kaldı gürültü çıkaran, onlar da peyderpey temizleniyorlar.

- Peki, maddi bir etkenden de söz edebilir miyiz? Kürtler için istihdam veya iş olanakları açısından da AKP tercih ediliyor olabilir mi?

İlk dönemde vardı, ciddi bir Kürt nüfusun Türkiye bürokrasisinin önemli alanlarında iş bulması, daha önceki kültürel bariyerlerin kalkması gibi. Bunlar şu anda çok ciddiye alınmıyor ama ciddiye alınması lazım. Eskiden başörtülülerin yaşadığının bir başka versiyonunu Kürtler yaşıyordu. Yani Kürtlerin dâhil olamadığı alanlar ve olanaklar vardı. AK Parti hükümeti ilk zamanlarında Anadolu taşrasına kapıları açtı ve Kürtler de o kapıdan girdi. Herkese pastadan bir parça gelmesi durumu Kürtler için de geçerli bence. Ama belirleyici siyaset daha çok kimlik ve “bize ait mi değil mi?” sorusu üzerinden dönüyor ve bu sebeple ciddi bir Kürt kesimi AKP’ye oy verebiliyor. Eğer HDP kendisini PKK’den yeterince özerkleştirebilseydi, çok etkili bir şekilde AK Parti’ye oy veren Kürtleri kendisine çekebilirdi diye düşünüyorum. Ama o hendek olayları bunun önüne geçti. 

Kimlik siyaseti, halk açısından belirleyici ama Tayyip Erdoğan kimlik siyasetiyle sadece oynuyor, zira kendisi safi bir siyaset yapıyor. İnsanlar belirli bir kimliğin içinden siyaset yapıyor ama Erdoğan herhangi bir ideolojik, dini vs. kimlikten kendisini tamamen boşayıp, üzerine tamamen çıkmış bir safi siyaset yapıyor.

- AKP’nin dindar nesil tahayyülü, sizin yeni uluslaşma olarak tarif ettiğiniz inşa sürecinde nereye oturuyor?

Türkiye’de yeni bir uluslaşma yaşandı, Türklük seküler olmaktan çıkıp Müslüman olarak tanımlanır hale geldi. Eskiden nominal olarak herkes Müslüman olmak zorundaydı, şimdi herkes dindar görünmek zorunda. İyi vatandaş olmak için dindar görünmek gerekiyor. Yeni rejimin tabi ki bir kurtuluş savaşı, bir miladı, belki bir ulusal andı olacak. Ve belki bir gençlik yaratacak. O anlamda devleti ele geçirmek isteyen tüm hareketlerin bir gençlik projesi olur. Altın nesil olur, dindar nesil olur, asımın nesli olur.

Bir kısım insan için dindar neslin parçası olmak güç ve iktidar imkânlarına katılım anlamına geliyor. Dinle ilişkisi samimi olan insanlar açısından devlet dindarlaştıkça, din bayrağını salladıkça insanların dinden uzaklaşması doğal olandır. Onurlu insanlar din yetimken dindarlığa sahip çıkarlar ama din, devletin ve iktidarın oyuncağı haline geldiği zaman ondan çekilirler, çekilmeleri gerekir. Dindar nesilde, dindarlıktan ziyade devlet ve iktidar imkânlarının önem kazandığını görmek lazım. Popülizm herkese yayılıyor, bir kısım genç insan da kendi çıkarını popülist kelimelerle ifade eder hale geliyor bence. Memurun vatanseverliğinin sebebi maaşıdır.

İmam Hatipler meselesi var. Onlar da milli eğitimin daha da daraltılmış bir milli eğitimi olduğu düşünülebilir. Devletler insanları kendi amaçlarına hizmet edecek bir şekilde yetiştirmek ister. Dini kimliğin hükmettiği, dindarlık iddiasında olan bir devlet de dindar bir nesil yetiştirmek isteyecektir. İmam Hatiplere bu rol verilmiş olabilir. Ama bunun ne kadar başarılı olduğu şüpheli. İmam Hatiplerin çoğunda dinle ilgili sorunlar olduğuna dair raporlar çıkıyor, tartışmalar var. Düşünen insanın kendine sunulan paketi olduğu gibi kabullenmesi zordur. Herkese paket sunma imkânına sahip hale gelmiş bir rejimde, otoriter dayatma varsa insanların bundan soğuması normaldir. 

- Muhafazakâr ailelerin çocuklarının deistleşmesi ya da ateistleşmesi meselesini nasıl yorumluyorsunuz?

Gençliğin yenilik arayışı, doğal, olması gereken bir şey. İnsanlar sanıyor ki gelenek hep aynen yeniden üretiliyor, aslında gelenek yeni kuşaklarda yeniden yorumlanıyor. İnsanlar bu yeni anlayışı eskinin devamı gibi anlamaya meylediyor. Geleneği sürdürdüğünü düşünen insanlar aslında geleneği değiştiriyorlar ama farkına varmıyorlar.
Gençlerin ateizm, deizm ya da yurt dışından başka İslami kaynaklar arayışına girmeleri bize şunu anlatıyor: Müslüman bireyler artık İslam’ı tanımak zorundalar. Eskiden sadece ulema sınıfı kitapları, soruları ve tartışmaları biliyordu, avam sadece cevapları alıyor ve reçetelere bakıp hareket ediyordu. Küreselleştik, iletişim kolaylaştı, en küçük yanlışlık ve çarpıtma viral olup yayılıyor. Bütün bunlar bilginin ulema tekelinden çıkıp kitleselleşmesine yol açıyor. Dolayısıyla sorgulayan insanların önüne yollar açılmış durumda. Bu da bir sürü kopuşu getiriyor.

- Bazıları de deist olmanın entelektüel bir çaba gerektirdiğinden bahisle deistleşme meselesine itiraz ediyorlar. Sizce bu yorumları yapanların varsaydığı gibi bu dönüşümler bu kadar bilinçli mi gerçekleşiyor? Yani kişiler düşünüp, sorgulayıp mı deist ya da ateist oluyor yoksa duygusal olarak yaşadıkları dönüşümleri daha sonra mı rasyonalize ediyorlar?

İkisi de yaşanıyor bence. İnsanların, vicdanı bir şeyden rahatsız oluyor, kabullenemiyorsa bunu hafifsememek gerekiyor. İnsan reddettiği bir şeyi illa entelektüel olarak açıklamak zorunda değil. Niye? Çünkü din, birilerinin otorite figürü olarak önümüze koyduğu ve teslim olmamızı isteyebileceği bir şey değil. Evet, öyle olduğu söyleniyor ama bunu diyenler diğer taraftan bu din akla ve vicdana uygun da diyor. O zaman aklım ve vicdanıma uymuyor diye düşünüyorsa biri çıkıp böyle bir akademik tartışma yapmak zorunda değil. Madem din her insana hitap ediyor, o zaman o din bir insana hitap ederken din bir kriz yaşıyorsa, buna saygı duymak lazım. İkincisi, entelektüel gerekçelerle insanların deizme kayması da yaşanıyor bence. Bilgiye erişim arttı, bütün hadis kitaplarını okumak, search etmek mümkün hale geldiği zaman eskiden halı altına rahatça süpürülen şeyler, şimdi herkesin önünde.

Bir de tabi tepkisel tarafı var, kuşaklar her zaman tepki gösterir. Dindarların çocukları daha az dindar olmaya meyledecektir, laiklerin çocukları belki dindar olmaya meyledecekler, geçmişte de meylettiler. Geçici bir durak olarak düşünülebilir ama bu da asil bir durum diye düşünüyorum. Çünkü ailenden aldığın mirasla hesaplaşıyorsun ve devam edip etmemeye karar veriyorsun. Çoğu insan böyle gelmiş böyle gidiyor ben mi değiştireyim diyor. Böyle bir inanç sağlıklı olur mu peki? Zorunlu olmayan bir inanış gerçek inançtır. Mecbur olmadığın halde yaptığın şey değerlidir. Siyasetçiler ve Diyanet dini ciddiye almıyorlar ama dine bir hakikat nazarı ile bakan insanlar, dini ciddiye alıyor, aklının, kalbinin tatmin olmasını istiyorlar. Ben inanmamak ve şüphenin imanın bir parçası olduğuna inanıyorum, şüphe olmadan iman olmaz. Kopma ihtimali ve imkânı olmayan bir şey, iman değildir. Kırılganlık insana çok özgü bir şeydir. Doğa sabit ama kültür kırılgandır.

- Siz şüphe dediniz ama böyle tartışmalarda genelde ilk sorulan hatta tartışmayı kilitleyen şey genelde kaynak sorgulaması oluyor?

Ben İslam’a mı inanıyorum yoksa Allah’a mı inanıyorum? İslam benim inancımın sonucu olmalıdır. Eğer İslam’a inanıyorsam ben bir dogmaya inanıyorum. Benim hakikatim değil de bir pakete teslim olmuşum demektir. Kuran’da bize 'Allah’a inanın' denilmese Allah'a inanmayacak mıydık? Dinin özünün insanın tecrübesi olduğunu düşünüyorum. Sünnilik, gerçeklikle ilişkiyi kopartıp kitapla ilişki kuruyor. Kaynakla, otorite ile bir ilişki kuruyor, kitapta var mı yok mu? Hadiste var mı yok mu? Allah’ın zatî ve sübutî sıfatları filan. Helbuki benim kalbimin, fikrimin muhatap olduğu yaratıcı kitaptakinden başka, farklı bir şey mi? Bakın bu temel insani sorulara Ortodoks dinin vereceği tutarlı cevap yok. Çünkü insandan kopmuş, hayattan kopmuş. İnsan ürünü ilkel bir fıkıh kitabının içinde yaşıyor.

Dinin krizi hem dogmatik olup hem de akıl ve vicdana uygun olduğunu söylemesinde ortaya çıkıyor. İnsanlar akıl ve vicdanlarını takip ettikleri zaman farklı sonuçlara varıyorlar ve o zaman da bu reddedilen bir şeye dönüşüyor, kriz çıkıyor.

- Emek ve Adalet’in organize ettiği söyleşide “Dinin propagandaya ihtiyacı yoktur. Propaganda dinin hakikati hakkında şüphe yaratır” diye bir ifadede bulundunuz. Bu ve benzeri, inandığı dinin hakikatini bir başkasına dayatmama tavırlarının yaygınlaştığını görüyoruz. Yeni tür bir laikliğin doğduğunu söyleyebilir miyiz Türkiye’de? Bu tür tavır almalar, İslam gibi sosyal, ekonomik, hukuki pek çok norm ve ilkesi olan bir dine ne kadar uygun?

Bir tür yeni laiklik olduğunu söyleyebiliriz. Bizim geleneksel dini anlayışımızda din bireye inmiyor, otoritede (imamlar, hocalar, fakihlerde) kalıyor. İnsanlara sonuçlar sunuluyor, seçenekler değil. Din insana bir teklif olarak gelmeli, bir seçenek olarak gelmeli. İnsanlara teklif kısmı ulaşmıyordu çünkü arada filtreler vardı. O filtreyi aradan çıkardığımızı düşünelim, esir değil, mecbur değil, istediği gibi yaşayabilen bir insanın dinle karşılaştığını düşünelim. Dinde bireyselleşme bir tür sekülerleşmeye yol açıyor. Kemalistlerin sorunu bunu cebren yapmaları, baskıyla üretmeye çalışmaları idi. Şu anda yaşanan ise bunun organik olarak, kendi krizini yaşayarak ortaya çıkmasıdır. Kemalist laiklik belki iyi niyet ve doğru düşüncelerle yapılmış olsa bile, yapılma itibariyle insanları yabancılaştırıp, savunma psikolojisine sokmuştu. Şimdi ise bu savunma psikolojisi ortadan kalktı, insanlar özgürleşti, zenginleşti. Bu durumda bir tür sekülerleşme yaşanması kaçınılmaz.

Sekülerliği “imam”ın patlaması olarak düşünebiliriz. İmam patlayınca artık herkes imam olacak. Fıkıhta da namazda imama bir şey olduğu zaman arkadaki cemaatten birisinin öne geçip imam olması gerekir. Yani aslında cemaatten herkesin bir parça imamlık yapacak şekilde kendini geliştirmiş olması gerekir demektir. İmamı geri çekersek eğer, işte orada imamın cemaatleşmesi lazım. Herkesin imam olduğu ve herkesin cemaat olduğu bir durum düşünelim, işte bu durum özgürlük ve demokrasidir, yönetilenle yönetenin aynı olması. Özgürleşme demektir, kendi iradenle seçtiğin şeyleri yaşıyorsun. Toplumu yönlendirme arzusu taşıyan devletler, dini yöneticiler, E. Sifil gibi sünnilik çizgisini muhafaza edenlerin kaygısı hep “Biz bu sürüyü nasıl düzen içinde yürütürüz?” düşüncesiydi. Ama bakıyoruz ki artık bu insanlar bir sürü değil, başlarını kaldırıyorlar. Bir kısım insanın dini terk etmesi bu durumda çok doğal. Düzen bozulacak mı? Bozulacak, ama din adına kötü bir şey değil bu. Belki din daha sahih bir din olacak.

- Deizm meselesi konuşulurken, yazılırken hep nesne “kadın” oldu? Aslında muhafazakâr aileleri olan “erkek”lerin de deistleştiğini biz görüyoruz ama röportajlarda, yazılarda bunlar üzerinde hiç durulmuyor. Erkekler neden bu kadar görünmez bu konuda?

Çünkü kadın burada bir insan olarak özerk görülmüyor. Bu anlayışa göre kadın birey değil. Kadın hane unsuru olarak var olduğu için kadının dini çok ciddiye alınmıyor. Çünkü kadının kendinden kaynaklı bir dini olduğu düşünülmüyor, kocasının dinine tabidir. Gerçekten özne olan biri dinden uzaklaştığı zaman o kendi tercihi oluyor. Bu durum toplumda bir tehdit, yozlaşma vs. olarak insanlara yansımıyor. Ama bir kadın dinden uzaklaştığı zaman "Bunun sorumlusu kim? Sahibi kim?" diye soruluyor. Sahibi de “biz” yani İslam toplumu olarak düşünüldüğü için bozulma söylemi kadın üzerinden dile getiriliyor.

- Siz bir sosyolog olarak deizm meselesinde ağırlıklı olarak bir cinsiyetin öne çıktığını düşünüyor musunuz?

Hayır. Bence bu kriz erkekler ve kadınlarda eşit oranda yaşanıyor.

 

Kaynak: Artı gerçek

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.