Dersimde Bilincin Uyanışı
Türkiyede, 1925-1945 yılları arasında tek partiye dayanan bir siyasal hayat vardı. Doğal olarak anti-demokratik bir siyasal sistem, anti-demokratik bir siyasal rejim egemendi. Genel seçimler aslında atama şeklinde cereyan ediyordu. Milletvekilleri Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından atanıyordu. Seçimlerden, yani bu atamalardan sonra TBMMnin ilk oturumunda milletvekilleri Mustafa Kemal Atatürkü Cumhurbaşkanı seçiyorlardı. Otoriter, totaliter, anti-demokratik bir siyasal sistem, siyasal rejim vardı. Tunceli Kanunu bu siyasal sistemin, bu siyasal rejimin doruk noktalarından biridir. Yasanın gerekçesinde Dersim, bir çıban başı, yok edilmesi, temizlenmesi gereken bir mikrop olarak değerlendirilir.
Tunceli Kanunu 1935 yılında kabul edilmiştir. Ve hemen yürürlüğe konulmuştur. Bu yasanın en önemli özelliği, idarenin her türlü keyfi davranışına yol veriyor olmasıdır. Yasa bu bakımdan dönemdeki zihniyet yapısının önemli bir göstergesidir. Tunceli Kanunuyla Dördüncü Genel Müfettişlik kurulmuştur. Dördüncü Genel Müfettişlik Dersim bölgesini içine almaktadır. Bugünkü Tunceliden daha geniş bir bölgedir, Erzincanın, Bingölün, Elazığın bazı yörelerini de içine almaktadır. Dördüncü Genel Müfettiş bölgenin valisidir. Aynı zamanda, bölgedeki en yüksek askeri komutandır. Dördüncü Genel Müfettiş kişileri yakalama, suçlama, yargılama, verilen cezaları, örneğin idam cezalarını infaz etme yetkisine haizdir.
Tunceli Kanunu makable şamil bir kanundur. Tunceli Kanununun makable şamil bir kanun olduğu, yasanın 35. maddesinde yazılıdır. Yani yasanın, yürürlüğe girdiği tarihten önceki fiiller, suçlar için de uygulanacaktır. Bunun, ceza hukukunun ana prensiplerine aykırı olduğu açık bir gerçektir. Ceza yasalarının, yürürlüğe girdiği tarihten sonraki suçlar için uygulanacağı, ceza hukukunun temel prensiplerinden biridir.
Suçlanan kişilere iddianame verilmemesi, yasanın dikkate değer bir özelliğidir. Sanıklara savunma hakkı verilmemektedir. Sanıkların avukat tutamamaları, yargılama sürecinde avukatın olmaması, dikkatlerden uzak değildir. Bunlardan çok daha önemlisi, yargılama sürecinde, tercüman da yoktur. Sanıklardan çoğunun hiç Türkçe bilmediği, Türkçe konuşamadığı bir ortamda, tercüman olmaması, yasanın niteliğini açıkça ortaya koymaktadır.
Yasanın önemli bir özelliği de, idam hükümlerinin müfettişin onayıyla infaz edilmesidir. Herhangi bir mahkeme tarafından verilen idam hükümlerini, TBMM tarafından onaylandıktan sonra infaz edileceği 1930lardaki ceza mevzuatı için de söz konusudur. Fakat, Dördüncü Genel Müfettişe, TBMMnin bu yetkisi de verilmiştir. Vali, Müfettiş ve Komutanın, köyleri yakıp yıkma, ahaliyi sürgün etme, köylerin, beldelerin, ilçelerin sınırlarını değiştirme yetkisi de vardır.
Yasanın keyfi uygulamalara yol verdiğini belirtmiştim. Seyit Rızanın idam edilebilmesi için yaşının küçültülmesi, Seyit Rızanın küçük oğlu Resik Hüseyinin idam edilebilmesi için yaşının büyütülmesi bu keyfilikler arasındadır. Seyit Rızanın yaşının küçültülmesi
mahkemesinde, duruşmaya getirilen tanığın, Seyit Rızanın küçük oğlundan iki yaş daha küçük olduğu da, bizzat Seyit Rıza tarafından belirtilmektedir.
Köylerin yakılması-yıkılması, mağaralara sığınan kadınların, çocukların zehirli gazlarla imha edilmesi, gebe kadınların karnına kılıç sokulması, bir iki yaşlarındaki bebeklerin bir ayağının bileğinden kavranılarak, başlarının taşlara çarpıla çarpıla öldürülmesi, dere kenarlarında, dağ yamaçlarında toplanan sivil halkın, kadınların, çocukların üzerine uçaklarla bombalar atılması sık sık rastlanan olaylardır.
10 Kasım 2009 da, TBMMde yapılan demokratik açılım görüşmelerinde, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen. AKP Hükümetini, Başbakan Recep Tayip Erdoğanı eleştirirken, Atatürk 1937de, 1938de, Şeyh Saidde, Ağrıda, müzakere yaptı mı? diyordu. Ama ne yaptığını söylemiyordu. Fakat aynı şeylerin yapılmasını istiyordu. Dersimde 1937de, 1938de olup bitenlerden, Sabiha Gökçenin sivil halkı nasıl bombaladığından Atatürkün habersiz olduğu düşünülebilir mi?
Tunceli Kanununun yapıldığı sırada, TBMMde 60a yakın profesör vardır. Bunların önemli bir kısmı da hukuk profesörüdür. Tarih, sosyoloji, siyaset bilimleri, antropoloji, ekonomi gibi dallarda profesör olanlar da vardır. Onur Öymenin amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen de bu profesörlerden biridir. Onur Öymenin amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen ve babası Münir Raşit Öymen, Almanyada özellikle eğitim, iletişim, sosyoloji gibi alanlarda eğitim görmüşlerdir. Ama bu profesörlerin, yasanın hiçbir maddesine, daha doğrusu keyfi davranışlara hiçbir itirazlarının olmadığı görülmektedir. Tunceli Kanunu tasarısı TBMMye geldiğinde şöyle bir yol izlendiği anlaşılmaktadır. TBMM Başkanı maddeleri birer birer okutmuş, kabul edenler-etmeyenler demiş, daha sonra da kabul edildiğini zapta geçirmiştir. Maddeler üzerinde, genel olarak görüş açıklaması olmamış veya tartışma yaşanmamıştır. Tunceli Kanunu 38 maddedir.
Bu milletvekillerinin TBMMye tayin yoluyla geldikleri bilinmektedir. Tayini yapan şüphesiz, Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürktür.
Yukarıda sözü edilen 60a yakın profesörden biri de, Ordinaryüs Profesör Mahmut Esat Bozkurttur. Mahmut Esat Bozkurt 1930larda Adalet Bakanıdır. Ord. Prof. Mahmut Esat Bozkurt, 1930 Ağrı ayaklanması sırasında şöyle bir konuşma yapmıştı. Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için bundan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hissiyatımı saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman hatta dağlar, bu hakikati böyle bilsinler. (Milliyet, 30 Eylül 1930, söz eden, Lucien Rambout, Çağdaş Kürdistan Tarihi, Komal Yayınları, Ankara 1978, s.132)
Eğitimli olmak, eğitimin kalitesini yükseltmek, otoriter ve totaliter bir yönetimin kurulmasına engel olmuyor. Kürtlerin, inkarı, imhası, asimilasyonu çabaları, Türkiyede, her zaman faşist düşünce ve uygulama için elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Bu sürecin Dersim 1937-1938 de olduğu gibi soykırıma varan uygulamaları da olmuştur.
Bu sözün dönemin Adalet Bakanı tarafından, Türkiyenin Batı illerinden birinde, bir seçim döneminde söylendiğini unutmamak gerekir. Dikkat edilirse, Adalet Bakanı, profesör Mahmut Esat Bozkurt, Türkiye, dünyanın en hür ülkesidir diyor. Ama, en hür ülke de, Kürtlere, hizmetçi olma hakkından, köle olma hakkından başka bir hak tanımıyor. Bunu resmi ideolojinin bir tutarsızlığı, çelişkisi olarak değerlendirmek gerekir.
Son 25-30 yıllık mücadele sürecinde, Kürtlerin mücadelesini kırmak için, devletin, Zazacılık diye bir akım geliştirmeye çalıştığı gözlenmektedir. Zazaların Türk olduğu, bazı Türklerin Zazalaştığı anlatılmaktadır. Resmi ideolojinin ikiyüzlülüğü hemen dikkati çekmektedir. Kürt olduklarından ve Kızılbaş olduklarından dolayı soykırıma uğratılanlara, bugün de Türk olduklar söylenmeye çalışılıyor. Devlet, bu propaganda çerçevesinde, bazı Zaza Kürtlerini de hareket ettirebilmektedir. Bu konuda Zaza Kürtlerinin her zaman hatırlaması gereken süreç şudur. Dersimde, Alevi inancında olan, Zaza Kürtleri yaşamaktadır. Alevi inancında olan Dersimdeki Zaza Kürtleri, 1937-1938 de neler yaşadı? Zaza Kürtlerine neden bu muamelenin layık görüldüğünü, Kürtlere neden soykırım yapıldığını da dönemin Adalet Bakanı, Ordinaryüs Profesör Mahmut Esat Bozkurt çok açık bir şekilde dile getirmektedir. Resmi ideolojini Kürtlerle ilgili bu tutarsızlıklarına, çelişkilerine de dikkat etmek gerekir. Zaza Kürtleri konusunda Roşan Lezginin, Kirmanckî, Kırdkî, Dimilkî, Zazakî başlıklı yazısına bakmakta yarar var. (www.zazaki.net, 26 Tebaxe 2009) Bu yazının Zaza Kürtleri başlığı altında Türkçesinin de yayımlanacağını umuyorum.
Burada, olguların algılanması ve analizi bakımından Türklerin büyük bir çoğunluğuyla Kürtler arasında çok önemli bir zihniyet farkı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Türk aydınları Mahmut Esat Bozkurtu solcu olarak değerlendiriyor. Baroların bir kısmı, hukuk fakültelerinin bir kısmı kendi kurumlarına heykellerini, büstlerini dikiyor. Mahmut Esat Bozkurtun, Cumhuriyetle birlikte başladığı vurgulanan Türk aydınlanmasının önemli bir ismi olduğu vurgulanıyor. Kürtler, örneğin Kürt aydınları ise, Mahmut Esat Bozkurtu, ırkçı, faşist, çağdışı, sömürgeci gibi kavramlarla değerlendiriyor. Kürt aydınlarının ve Türk aydınlarının Mahmut Esat Bozkurt algılamasının birbirine zıt olduğu açık bir gerçektir. Bu noktada şu konu açık bir şekilde kendini belli etmektedir. İttihat ve Terakki, Türk milli mücadelesi, Lozan Antlaşması, 1925 Büyük Kürt Ayaklanması, Ağrı 1930, Dersim 1937-1938, Otuzüç Kurşun Olayı (1943), Halepçe, Kürdistan Bölgesel Yönetiminin kurulması gibi olgular Türkler için ve Kürtler için çok farklı, birbirine zıt mesajlar vermektedir. Bunun dikkatlerden uzak tutulmaması gerekir.
Unutma-Unutturma
Kürtler konusunda söylenmesi gereken önemli sözlerden biri, yoğun bir unutmanın ve unutturmanın yaşanıyor olmasıdır. Dersimliler, daha düne kadar, 1937-1938 de neler yaşandığın konuşmazlardı. Bu konuya bir ilgi de yoktu. 1970leri düşünelim. Dersim Türkiyedeki solun bir minyatürü gibiydi..Türk solunun bütün fraksiyonlarının Dersimde büroları, taraftarları vardı. Kürt fraksiyonları ise, cılız bir şekilde vardı. PKK ile bu durum değişti. Ama köklü bir değişiklik olmadı.
Dersimliler, Kürtlerle, Kürt inancıyla hiç ilgisi olmayan Dördüncü Halife Aliyi, Alinin oğulları Hasanı, Hüseyini hiç unutmuyorlar. Sık sık onlardan medet bekliyorlar. 681 yılında gerçekleşen Kerbela, Araplardaki bir iktidar kavgasıydı. Kerbelada öldürülenler 72 kişidir. Hüseyin taraftarları Fırat Nehrine çok yakın bir yerde çadır kurmalarına rağmen, Yezid taraftarları nehre gidiş yollarını kestikleri için 72 kişinin çoğu susuzluktan ölmüştür. Yezit taraftarlarının, Kuran sayfalarını kılıçlara sokarak Hüseyin taraftarlarına saldırdığı biliniyor. Bundan dolayı Dersimliler dövünüp duruyorlar.
1937-1938 deyse, 50 binin üzerinde Alevi Kürdün öldürüldüğü görülmektedir. Akşam Gazetesinden Özlem Çelik, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymenle yaptığı röportajda, bu sayının 90 bin olduğunu söylemektedir. (Akşam, 16 Kasım 2009) Genelkurmaysa, 11 bin civarında ölü, 13 bin civarında sürgün olduğunu söylemektedir. Buna rağmen Dersimliler, Onur Öymenin 10 Kasım 2009 da, TBMMde yaptığı konuşmaya ve konuşmaya karşı kamuoyunda gelişen tepkiye kadar, bu olaylardan söz etmezlerdi. Seyit Rızanın, Alişerin, Nuri Dersiminin adını anmazlardı. Bu konuda büyük bir unutma ve unutturma yaşanıyordu. Örneğin 8 kasım 2009 da, İstanbulda, Kadıköy Meydanında, Büyük Alevi Mitingi yapıldı. Bu mitinge Dersimlilerin de katılması muhtemeldir. Ama mitingde, Seyid Rızaya, Alişere, Nuri Dersimiye, Dersim soykırımına ilişkin hiçbir fotoğraf, pankart göze çarpmıyordu. Konuşmalarda, bu isimlerden, bu olaylardan söz edilmedi
Onur Öymenin konuşmasından sonra konuşmaların tartışmaların başlaması, yaşlı insanların anılarını dile getirmeleri bir uyanış olarak değerlendirilebilir. Bilinçteki bu uyanış, ırkçı ve sömürgeci ideolojinin çözülmesi, sömürgeciler tarafından sistematik olarak öldürülen ruhun canlanması anlamına gelmektedir. Bu bilincin, bu uyanışın güçlenerek süreceği kanısındayım.
Aleviliğin, insanı ön plan koyan anlayışından, mazlumun yanında yer almasından dolayı, Ali, Hasan, Hüseyin taraftarlarının desteklemesi doğaldır. Ama bu kesimi içselleştirmesi, bu kesimle aralarında organik bağlar tesis etmeye çalışması yanlıştır. Şiilik elbette İslamlıktır. Ama Alevilik İslamın dışında olan bir inançtır. Bugünkü Alevilerin atalarının İslam olmadığı açık bir gerçektir. Aleviliği Müslümanlığa asimile etme çabaları, devletin baskısını hafifletmek için, Alevilerin Müslüman gibi görünmeleri, dikkatlerden uzak bir süreç değildir.
Dersim 1937-1938i hatırlama sürecinde irdelenmesi gereken esas kişi Onur Öymen değildir. Kemal Kılıçdaroğludur. Soykırım sırasında, Kemal Kılıçdaroğlu ailesinden de yaşamını yitiren pek çok kişi vardır. Kılçdaroğlu ailesinden bazı kişiler hasbelkader hayatta kalabilmişlerdir. Soykırım, Dersimin her yöresinde olduğu gibi Nazımiyede de yoğun bir şekilde gerçekleşmiştir. Kızılbaş Kürtlerin nasıl katledildiğini, Cumhuriyet Senatosu Başkanlarından ve Dışişleri eski Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangilin, Kemal Kılıçdaroğluna özel olarak anlattığını Kılıçdaroğlunun kendisi söylemektedir. Köylerin, evlerin, ağılların, ahırların yakılmasından yıkılmasından sonra mağaralara sığınmış kadınların çocukların üzerine zehirli gazlar sıkılarak Kızılbaş Kürtlerin fareler gibi zehirlendiğini İhsan Sabri Çağlayangil anlatmıştır. Bunlara rağmen Kemal Kılıçdaroğlu kendi köklerine karşı yoğun bir yabancılaşma içindedir. Bunları unutmuş. Bunların unutturulması için geliştirilen politikalara karşı hiçbir tepkisi yok. Bir insan, eğitimli bir insan, kendi köklerine, ailesine karşı yaşama geçirilen katliamlara nasıl bu kadar duyarsız bir hale gelebilir? Bu da elbette bir eğitim sürecinde edinilebilecek bir sonuçtur. Resmi ideoloji eğitiminin nasıl uygulandığını, zengin olgusal dayanaklarıyla incelemek önemli olmalıdır.
29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Kemal Kılçdaroğlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayıydı. Bu seçimler sırasında, propaganda döneminde, Kemal Kılçdaroğluna basında, Gandi deniyordu. Bu çok yanlış bir benzetmedir. Tarih bilincinden yoksun bir benzetmedir.
Gandi, ülkesi ve halkı için mücadele eden çok saygın bir önderdir. Hind Milli
Kurtuluş Hareketinin önemli bir ismidir. Kemal Kılıçdaroğlu ise, kendi ülkesini, kendi halkını, anadilini-kültürünü tarihten ve yeryüzünden silmek isteyenlerle işbirliği yapmaktadır. Bu tür bir değerlendirmeyi ancak, devletin propagandasının yapan, Milli İstihbarat Teşkilatının bir şubesi gibi çalışan, Türk basını yapabilir.
Emperyalist işgale karşı olmak, ABDnin Iraka silahlı müdahalesi öncesinde, Mart 2003 öncesinde ve sonrasında çok tekrar edilen bir slogandı. Türkiyede solun önemli bir kısmı, Kürtlere, Kürtler, Saddam Hüseyinle birleşerek, ABDya karşı mücadele etmelidir, savaşmalıdır diyorlardı. CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu da bu düşüncedeydi. Burada, emperyalizme karşı mücadele,emperyalist işgale karşı olma gibi, devrimci içerikli sloganları kullanıyorsa da aslında, çok büyük bir gericiliktir. Çünkü Kürtleri, kendilerine karşı soykırım yapan Saddam Hüseyinle, kendi kasaplarıyla işbirliği yapmaya çağırmaktadır. Ama Saddam Hüseyinin Kürtlere karşı sistematik olarak geliştirdiği soykırım sırasında sessiz kaldıkları, bu olaylar görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan geldikleri bilinmektedir. Türk solu grupları içinde, Saddam Hüseyini, neden sadece bir Halepçe yaptın, neden onlarca Halepçe yapıp gerici Kürtlerin kökünü kazımadın diye eleştirenler de vardır.
Kemal Kılıçdaroğlunun adı yolsuzlukları deşifre eden adam olarak geçiyordu. Kendisi olamayan, hasmının, düşmanının kişiliğiyle bütünleşen, ailesin, halkına karşı yapılan yolsuzlukları hiç sorun yapmayan bir kişinin Türkiyenin ekonomik ve toplumsal hayatındaki yolsuzlukları deşifre etmesinin, bu yolsuzlukları izlemesinin hiçbir değeri yoktur. Zira en büyük yolsuzluğun, haksızlığın, 1938-1938 de, Dersim halkına yapıldığı açıktır.