1. YAZARLAR

  2. Cihan AKTAŞ

  3. Daha Yalnız Olan Aslında Kim?
Cihan AKTAŞ

Cihan AKTAŞ

Yazarın Tüm Yazıları >

Daha Yalnız Olan Aslında Kim?

A+A-

     Öykünün silik kahramanı, ucuzluktan alçı-tablolar alan ve bu tabloyu evinin salonunun vişneçürüğü rengindeki saten boyalı duvarına asan bir kadın. Tablonun satın alınma sebebi vişneçürüğü duvarları ağartmak, açmak mıdır, emin değiliz daha. Besbelli farklı zevklere sahip bir adam olan kocası bu tablodan hoşlanmayacak, ama kadın küçük düzeltme ve ısrarlarla onu yatıştıracağından kuşku duymuyor. Abdullah Harmancı'nın "Manzara resmi" başlığını taşıyan öyküsü, çift ilişkilerinde nesnelerin gerçekte neye karşılık geldiğini tartışırken, "sahici bir çift mümkün mü" veya "sahici bir çift nasıl olur?" sorularının da cevaplarını aramaya sevk ediyor okuyucusunu.*

     Hiçbir eş ilişkisi diğerinin aynısı olamaz. Bu nedenle de evli bir çifti taklit eden bir çift dahi, aslında kendi ilişkisini yansıtıyordur. Abbas Kiyarüstemi, "Aslı Gibidir" (2010) filminde sanat eserinin sahicisi ile kopyası arasındaki bağları / farkları tartıştığı gibi, buradan hareketle bir çift ilişkisinde sahici ve sahte olanı ayırt etmenin güçlüklerini de kurcalıyordu. Her yorumla eser bir kez daha oluşmaktadır aslında ve bu, insan ilişkilerine de uyarlanabilen bir biriciklik halidir.

     Abdullah Harmancı'nın "Manzara Resmi" öyküsünde çiftin kadın olanını okuyucu evdeki gereksiz harcama eseri sayılan eşyalar ve "manzara resmi" üzerinden tanıyor.

     Eksilen, eksilmekte olan bir varlığı ikame etmesi gereken eşya değilse, aslında ne olmalı? İlgi, ihtimam, itina gibi kelimeler geliyor aklıma. Düşünmeye devam ediyorum: Biz bu çift ilişkisi üzerine, çiftin teki tarafından gösterilen tepkileri esas alarak gerçekçi bir yorum yapabilir miyiz? Zaten işi gereği sıklıkla evden uzak günler geçiren adamın ruhu daralıyor eve döndüğünde, kaçacak bir köşe, sızacak bir aralık arıyor adeta. Peki, kadına sorsaydık o bize neler anlatırdı?

     Öğretmenevlerinde konakladığı uzun teftiş aylarının ardından eve döndü adam. Hayal ettiği gibi bir dinlenmeye hazırlandı. "...iki küçük kaplan yavrusunun bir su kıyısında boğuştuğu süt kahve pijamalarını giydi. Pijamanın rengiyle kaplan yavrularının tüyleri arasındaki benzerliği neden daha önce ayrımsamadığını düşünürken kanepeye uzandı." Lojmanda soğuk bir ortama uyandığı sabahlarda özlediği kanepe uykusuna hazırlanıyordu. Fakat işte, o ucuz alçıdan manzara resmini gördü, daha doğrusu görür gibi oldu. Bir şeylerin çığırından çıkma anını tetiklemiş olmalıydı, zevksiz bulunan resim. Tablonun neyi resmettiği başlangıçta o kadar da önemli değildi sanki. Pek de bakmadığı halde emindi: Ucuz ve çirkindi, soyut bir resim olamazdı hiç, gereksiz bir harcamaya yol açmıştı yine ve odada merkezi bir yer işgal ettiği halde, ona fikri sorulmamıştı bile. Yorgun adam bu konuyu karısıyla tartışmaya hazırlanırken, tablonun ummadığı kadar ucuza alınmış olabileceğini onun ağzından duymadıkça rahatlayamayacağı düşüncesiyle uykuya daldı. Uykuya dalar dalmaz görmeye başladığı rüyada ise içeriğine vakıf olmadığı alçıdan tabloda kendi olağanüstü manzara resmini canlandırmaya koyuldu.

     Üzerindeki pijamaya desen olan kaplanlar dahil evdeki nesneler ve daha nice bir manzara resmine layık figür gerçeküstü bir iştiyakla canlanarak hayatı güzelleştiriyor, yaşamaya değer kılıyordu. Ne yorgunluk vardı manzaranın içeriğindeki hayatlarda, ne de bezginlik. Mükemmelliğin son noktasından da söz edilemezdi. Bir şeyler sürekli tazeleniyor, sahip olması gereken renklerle kuşanıyordu. Aşina dünyanın unuttuğu veya henüz keşfetmediği bir formülü olmalıydı bu canlı renklerin, ahenkli şekillerin... Mesela çatılar bildiğimiz kiremitle kaplı olsa bile dünyada hiç karşılaşmadığı kadar tatlı bir muvazene ile yükseliyordu. Rüzgârla sürüklenen bulutlar, kuğuran güvercinler, suskun küçük ağaçlar, kırmızı kiremitler, kaymak rengi duvarlar, gök mavisi etekler giymiş kızlar, tarlalar, bütün o güzel şeyler, hatta bir çamaşır leğeni ve bir abdest ibriği, bir kasket, bir kulübe, bir köprü parmaklığı... Her nesne, her sahne, bir açıdan "gerçek" sanılan âlemde aşina olsa bile daha sahici, canlı, cazipti.

     Kahramanımız bir tür "Alice Harikalar Ülkesinde" sarhoşluğu içinde sahneler arasında dolaşıyordu. "Gök mavisi etekler giymiş kızların kendisine seslendiklerini duyunca oraya doğru yürümeye koyuldu."

     Kadın eve döndüğünde kocasını evde bulamadı. Günler ve haftalarca bekledi. Günün birinde ekrandan çevirdiği gözleri duvardaki alçı tabloya iliştiğinde oradaki yeni iklimin farkına varmadı bile. Kocası tablodaki manzaraya dahil olurken manzarayı da muhayyilesinin yardımıyla değiştirmişti. Daha doğrusu muhayyilesinin yardımıyla çirkin bulduğu bir âlemi değiştirerek kendi cenneti kılmıştı. Kadın tam olarak ne değişti, fark etmese bile, bir gece içine düştüğü çıldırtıcı yalnızlığının karşısında bir şenlikli dünyayı sergileyen tabloya yöneltti öfkesini. Önce çay fincanını savurdu hışımla üzerine, ardından çekip aldı duvardan ve salonun penceresinden aşağı fırlattı.

     Öykü, "Tablo, apartmanın çöplüğüne doğru küçük perendeler atarak süzülüyor, adam; uzun, siyah, düz saçlı genç kızlarla başladığı sohbeti derinleştirdikçe derinleştiriyordu" şeklinde bir cümleyle tamamlanıyor, ama asla sona ermiyor.

     Abdullah Harmancı ironisi eksik olmayan büyülü gerçekçi diliyle aralarında uçurum açılan, konuşamaz hale gelmiş bir çiftin ilişkisini bir manzara resmi üzerinden ve erkeğin bilinciyle kurcalarken, kadının rüyayla gerçek arasında sahneye katıldığı halde bile,"peki, o gerçekten nasıl biri, kocasının gördüğü gibi mi tam olarak?" sorusunu getiriyor akla.

     İster istemez, gerçekte önceleri olup biten ya da hiç başlamayan aslında neydi, daha sonra ne oldu ve niye öyle oldu, diye sorular sormaya devam ediyoruz. Eşyalar çiftin arasında bir boşluk oluşturma sebebi değil, yanılmayalım. Bir boşluk zaten hep varmış, bir şekilde oluşmuş, belki de ideal çift mitlerinin yayıp durduğu imgeler yüzünden ve kadın bu boşluğu zevksiz, ucuz eşyalarla doldurmaya çalışıyor. Çift ilişkileri bağlamında bir yazısında Tomris Uyar, bir insanı bütün yönleriyle tanımaya bir ömrün ancak yeteceğini söylüyordu. Manzara Resmi'nde başkarakter erkeğin karısının zevk ve eğilimleri hakkında çoktan hükmünü vermiş olduğunu fark ediyoruz. O eşyalar nasıl alındı eve, o duvarın rengi niye rüyalar beldesinde görüldüğü üzere kaymak rengi değil de vişneçürüğü renginde... Tabii her şeye rağmen kocasının uzak lojmanlarda geçirdiği ayların oluşturduğu mesafeyi ucuz eşyalarla doldurmaktan başka bir yol bulabilirdi kadın. Ama bakalım tabloya dahil olduktan sonra uzun, siyah, düz saçlı genç kızlarla derin sohbetlere dalan kahramanımız, karısıyla da işte öylesine derinleşebilen bir söyleşiyi gerçekleştirmenin yollarını aradı mı...

     "Manzara resmi"nin yakınımızda mevcut gerçekliklere dönük kayıtsızlığımızla hayatımıza nasıl yerleştiğini irdeliyor Kojin Karatani, "Derinliğin Keşfi"nde. Bu anlamda manzara, münferit içsel bir duruma sıkı sıkıya bağlı bir olgu. Manzaraya dalıp giden kişi, kendisiyle doğrudan ve zorunlulukla ilgili olmayan biri karşısında bir birliktelik arzusuna kapılırken, gözünün önündekini yadsıyacak sebepler bulmakta zorlanmıyor. "Manzara ancak çevresine ilgisiz olan bir "içsel kişi" tarafından keşfedilir. (sf. 40, Ayrıntı, 2011)

     Bununla birlikte söz konusu alçıdan manzara resmi için doğrudan bir keşif değil, yitip gitme, tükenme korkusuyla sökün eden bir yeniden kurmadan söz edilebilir. Eşlerden biri varken diğeri yok olmaktadır sanki o evde. Hazır manzara tablosu alıcısı olarak kadın tüketici, tüketen bir varlık, aşina bir ifadeyle kocasını soğuk lojmanların kötü uykularına mecbur eden bir kaşık düşmanı mıdır? Öte taraftan evin kadınının erkeği nasıl gördüğü konusunda bilgimiz sınırlı. Keşke Harmancı aynı öyküyü bir de kadın kahramanının bakışıyla yazsa bize! O zaman kadının evinin salonunun duvarlarını çok az görüleceği şekilde vişneçürüğü renginde istemesinin ve ucuz alçı tablolara düşkünlüğünün anlamını da çözebilirdik. Renklerle ilgili çözümleyici metinlere bakılırsa vişneçürüğü hassas, narin, acıma ve merhamet duyguları bir hayli yüksek mizacı yansıtır. Acaba bu öykünün katmanlarında yol alırken kişiliğini dolayımlı olarak ve bir de rüya bağlantısı üzerinden tanıdığımız evin hanımının sadece evi ucuz eşyalarla dolduran zevksiz biri olduğu yargısıyla yetinebilir miyiz? Doğrusu bu öykü hakkında sayfalarca yazabilirmişim gibi geliyor. Anlatıcının yalnızlık duygusunu gideren kanalın yine de beğenisi horlanan eşi tarafından alınmış bir tabloda açılmış olması bir tesadüf olmasa gerek. Ola ki kadın o tabloyla kendisine yabancılaştığını duyduğu kocasına sürpriz yapmak istedi ve adam tablodaki manzaraya metelik vermese bile sırf üzerinde düşündüğü için olsa gerek, muhayyilesi rüya yoluyla da olsa harekete geçti. "Manzara "dışarı"yı görmeyen insan tarafından keşfedilmiştir" diye yazıyor Karatani. O tablodaki manzarayı erkek keşfetti, kadın ise bu keşifle yeniden oluşan manzaraya, kendisini dışarıda bıraktığını sezdiği için katlanamadı. Yeniden ve yeniden okumayı sürdürürken, "Bu öykünün birbirinden kopmayı sürdüren çifti arasında daha yalnız olan aslında kim?" sorusu geliyor akla. Muhayyilesini işlek bir şekilde kullanmayı sürdüren, daralma anlarında kendine bir tabloda ferah bir dünya kurmayı başaran, daha yalnız olan taraf değil.

     Dediğim gibi bir hayli doğurgan bir öykü, "Manzara Resmi". Aklıma başka sorular da geliyor, ama seçtiğim biriyle sonlandırayım yazımı: Adamın, su kıyısında boğuşan kaplan yavrusu desenli sütlü kahverengi pijamaları kimin zevkini yansıtıyor? "Zevkler ve renkler tartışılmaz" sözünü hatırlatan rengi ve desenleriyle cennetsi bir rüyayı sürüklemekte payı olan o pijamaları adama kim aldı?

     * Hece Öykü 7, Şubat Mart 2005.

     DÜNYA BÜLTENİ

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.