1. YAZARLAR

  2. Yavuz Yılmaz

  3. CUMHURİYET ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Yavuz Yılmaz

Yavuz Yılmaz

Analiz
Yazarın Tüm Yazıları >

CUMHURİYET ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

A+A-

 

Özellikle iktidar mücadelesini kazananların yazdığı resmi tarihi itirazsız kabul etmek belki konfor sağlar, ancak düşünsel tembelliğe yol açar. Resmi tarihler, karşıtları kazandığında geçerliliğini tamamen yitirecek kurgulardır. Bundan dolayı farklı yorumlar, çok şiddetli bir şekilde eleştiriye tabi tutulur. Kuşku yok ki, her farklı yoruma "İslam düşmanı/münafık" ya da "Cumhuriyet düşmanı/ yobaz" nitelemeleri ilkel bir seviyesizliktir. Ne yazık ki, bu tekfir kültürü entelektüel ortamı tümüyle kuşatmış durumdadır.

 

Hiç kuşku yok ki, bir yönetim modeli olarak Cumhuriyet ve halkın rızasına dayalı bir iktidar belirleme yöntemi olan demokrasi, saltanat, krallık gibi yöntemlerden çok daha ileri bir yönetim modeli ve tekniğidir. Diğer önemli bir nokta, cumhuriyet yönetiminin zorunlu olarak demokrasiyi içermediğidir. Bunun tarihsel çok sayıda uygulaması vardır. Tek Parti diktatörlüklerinin olduğu çok sayıda cumhuriyet deneyimi vardır. Kuşku yok ki, cumhuriyet, demokrasi insan hakları, hukuk devleti ile anlam kazanır.

Türkiye Cumhuriyetinin ilanı kuşkusuz önemli bir tarihsel dönüşümdür. Ancak cumhuriyet yönetimi önemli bir zihinsel dönüşümü de gerektirmektedir. Cumhuriyeti kuran ve çoğu ittihatçı olan kadronun demokratik dönüşümü yapacak zihniyet dünyasına sahip olmadıkları açıktır. Bunu 1923 yılından 1950 yılında kadar süren Tek Parti Dönemi uygulamalarında tüm çıplaklığı ile görüyoruz. Bu dönemde demokrasi, hukuk devleti adına örnek alacağımız uygulamalarda ne yazık ki yoktur. Zaten Hüseyin Avni Ulaş, Mehmet Akif, Ali Şükrü Bey ve Kazım Karabekir gibi isimlerin muhalefeti saltanatçı olmalarından ve cumhuriyet karşıtlığından kaynaklanmıyordu. Cumhuriyet döneminin demokrasi ve hukuk devleti gibi kavramlarla taçlanması 1950 seçimlerinden sonra yaşanmıştır.

Unutmayalım Ulusalcı Kemalistler, 1950 sonrasını, Cumhuriyetin değerlerinden uzaklaşıldığı gerekçesiyle küçümserler. Tek Parti dönemini Asrı Saadet olarak görüp, methiyeler döşerler. 1960 ardında süregelen askeri darbeleri sahiplenenlerin kimliği, demokrasi ve halkın iradesine kimin saygı duymadığını açık göstergesidir. Kuşku yok ki, demokrasinin kökleşmesi Tek parti dönemi uygulamalarına karşı çıkmaya bağlıdır. Türkiye, zaman içinde özellikle Özal ve Erdoğan Dönemin de demokrasi adına devrim niteliğinde değişiklikler yapmışlardır. Sanıldığının aksine Türkiye’de demokrasiye karşı olanlar İslamcı muhafazakar halk kitleleri değildir. İdris Küçüklerin tabiriyle Türkiye’nin gericileri CHP ve Kemalist seçkinlerdir. Türk siyasal tarihinde demokratik kazanımların en çok arttığı yıllar, Menderes, Özal ve Erdoğan'ı yıllardır.
Bu üç isimler hangi ideolojinin nefret ettiği de açıktır. Bu eleştiriyi dile getirenlerin hemen cumhuriyet karşıtlığı ve yobazlık ile suçlanıp saltanat taraftarı ilan edilmesi çok rastladığımız bir entelektüel terör biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konularda sağlıklı değerlendirmeler için, hiç olmazsa Kemal Tahir'in 'Kurt Kanunu ' adlı romanını okumak gerekir.
Kurtlukta düşeni yemek kanundur çünkü. İsmail Saymaz, Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan, Ahmet Necdet Sezer gibi kendilerini Kemalist olarak niteleyen isimlerin zihniyet dünyasında demokrasi ne yazık ki yoktur.

Laik, elitist, halkın değerlerine yabancı bir kısım Kemalist askerler, Türk modernleşmesi konusundaki öncülük görevini devletin tek sahibi olarak yürütmüşlerdir. Bu yaklaşım, modernleşmeyi amaç edinen gelişmemiş ülkelerde toplumsal dinamiklerin yetersiz olduğu, bundan dolayı projenin elit bir kadro önderliğinde gerçekleşmesi gerektiği tezini temel alır. Kemalist askerler 1960'a kadar doğrudan, 1960'dan sonra ise belirli aralıklarla müdahale ederek sistemi onarmaya çalışmışlardır. Kemalist askerlerin önlerindeki en büyük sorun toplumsal dinamikleri, özellikle dini modernleşmenin önünde engel olarak görmüşlerdir.
Kuşku yok ki, toplumsal alan ile sorunlu olan yaklaşımlar, toplumu yönlendirmek için darbeleri meşru bir politik araç olarak görürler.
1960 darbesinden 15 Temmuz'a kadar darbelerin dinamiği budur.
Şimdilerde Kemalist askerlerin demokrasi retoriğine bakmayın. Bu zihniyete sahip olanların çoğu, Erdoğan devirecek askeri bir darbenin hayalini duruyorlardı.
Erdoğan'ın en büyük devrimlerinden biri askeri bürokrasiyi, politika oluşturan bir kurum olmaktan çıkarıp sivil iradenin emrine vermesidir.
Türk modernleşmesinin asıl krizi, siyasal ve toplumsal değişimlere toplumsal meşruiyet üretme konusundaki başarısızlığından doğmuştur. Ak parti dönemi Kemalizm’i dönüştürdü mü, yoksa ona daha yaygın toplumsal bir meşruiyet alanı mı kazandırdı, konusu incelenmeye değer sosyolojik bir olgudur.

Dönemin Lazistan mebusu liberal muhafazakar Ali Şükrü Bey( daha sonra Topal Osman denen tetikçi tarafından katledilecektir), liberal Hüseyin Avni Ulaş ve İslamcı Mehmet Akif'in Cumhuriyet modernleşmesine yaptığı itirazları ve eleştirileri anlamlıdır. Bir yönetim modeli olarak demokratik cumhuriyet fikrine hiçbir itiraz yok. İtiraz, modernleşme adına yapılan yanlışlıklaradır.

Türk modernleşmesine ilişkin bir eleştirel değerlendirme de Aliya İzzetbegoviç’ten gelmiştir: “Ondan sonra iki ülkede de bilinen reformlar gerçekleşti. Başkasının değil, kendi hayatını yaşamak için Japonya ilerleme yi ve geleneği birleştirmeye çalıştı. Türkiye ile alakalı olarak, onun modernistler tam tersi bir yolu seçmişlerdi. Bugün Türkiye üçüncü sınıf bir ülke, Japonya ise dünya milletlerinin zirvesine çıkmıştır. (Aliya İzzetbegoviç, İslami Deklarasyon, s: 25) "Yazı, bir milletin tarihteki devamını sağlar ve akılda tutma şeklidir. Arap harflerinin kaldırılmasıyla Türkiye için, yazıda korunan geçmişin bütün nimeti kaybolmuş oldu. Birçok diğer paralel reformlarla beraber, yeni Türk nesli kendini manevi dayanaktan yoksun ve adeta bir nevi manevi boşluk ( vakum) içinde buldu. Türkiye kendi hafızasını, geçmişini kaybetti. Bu durum kime gerekli idi?"(Aliya İzzetbegoviç, İslami Deklarasyon, s; 26)

Benzer itirazları başka yazarlar da dile getirmişlerdir. “Özellikle de Erich Auerbach İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi olarak İstanbul'dan Walter Benjamın'e yazdığı bir mektupta "Aslında her şey kötü bir biçimde modernleştirilmiş ve barbarlaştırılmış durumda ve bu eğilim giderek artıyor. Genelde çok akıllı ve becerikli olan yönetim ve bu modern barbarlaşma sürecini hızlandırmaktan başka bir şey yapamıyor... Dindarlığa karşı mücadele ediliyor ve Arap kültürünün başka yerlere sızması olarak değerlendirildiği için İslam kültürünü de küçük görüyorlar. Hem modern hem de saf Türk olma isteği söz konusu... Eski edebiyatı okuyacak tek bir genç bulamazsınız; düşünsel alanda son derece tehlikeli bir yönsüzlük söz konusu"(Erich Auerbach'tan aktaran Kader Konuk, Doğu Batı Mimesis,s:110) yazdığında diyecek söz bulamayabiliriz. Ama aklı başında bir Batılı meseleye tam da böyle bakıyor!" (Poetik ve Politik/ Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi, Besim F.Dellaloğlu, Timaş yayınları, s: 203)

"Yeryüzünde bir tek medeniyet gösterilemez ki, orada gençler kazara milli kütüphanelerine girerlerse,bir tek eser okuyamadan çıkıp gitsinler. Böyle bir katliam hiçbir memlekette ve hiçbir memleketin tarihinde yoktur."( Peyami Safa'dan aktaran Beşir Ayvazoğlu, Peyami, Ötüken, İstanbul, 1999, s: 106)

Türkiye’nin sosyolojik yapısı ulusalcı anlayışlarla kuşatılamayacak kadar çoğulcudur. Sanıyorum Türkiye'nin sosyolojik yapısını en iyi ifade eden metafor aşuredir. Aşure içinde yer alan çok sayıda meyve ve gıdayı kendi özelliklerini kaybetmeden bir araya getirir. Şeker ve suyla karıştırılan ve pişirilen oluşumdan ortaya enfes bir tatlı çıkar. Anadolu'da böyledir. İçinde değişik etnik çeşitliliğin bulunduğu ve bunları bir arada tutan bağdan oluşur. Aşurenin içindeki bir eksikliğin lezzeti azaltacağı gibi, bir etnik gurubu veya sosyolojik çeşitliliği ihmal etmek toplumsal barışı zedeler. Anadolu insanını bir arada tutan ise "Anadolu mayasıdır"

Türkiye’de muhafazakar dindar ve sol Kemalistler başta olmak üzere değişik toplum kesimlerinin Milli mücadeleye çok büyük oranda destek verdikleri açıktır. Asıl ayrışma İkinci Meclis oluşumundan sonra yaşanır.
Düşmanı yurttan kovma konusunda anlaşan toplum kesimleri " Nasıl Bir devlet sorunu" etrafında ayrılırlar. 1924 yılında Mustafa Kemal, kendisine muhalif olabilecekleri Meclisten uzaklaştırır. Bu andan itibaren liberal düşüncede olanlar ile toplumun çoğunluğunu oluşturan muhafazakar dindarlar muhalefete geçerler. Muhafazakarlar, hilafetin kaldırılmasına, Alfabenin değiştirilmesine, Şapka Kanununa vb. düzenlemelere karşı çıkarlar. Özellikle Tek Parti Dönemi boyunca yapılan uygulamalar dindar kitlelerde rahatsızlığa ve tepkilere neden olur. O günden beri muhafazakar Türk siyaseti bu itirazlar üzerine hayat bulur.

Tek Parti Döneminin sembol isimlerinden Recep Peker'in " Liberaller vatan hainidir" sözü dönemin ideolojik ruhunu yansıtıyor. 1924 yılında Birinci Meclis ortadan kaldırıldığında yeni bir düzene geçiriyordu. Yeni inşa edilecek düzende iki düşünceye yer yoktu: din ve liberalizm. Mehmet Akif ve Hüseyin Avni Ulaş isimleri de elenmiş böylece Birinci Meclisin çoğulcu yapısı tümden ortadan kalkmıştı. Bu kişilerin elenmesi, hem onların yapılacak devrimlere muhalefet potansiyeli taşımalarından, hem de taşıdıkları İslamcı ve liberal kimliklerden dolayıdır. Çünkü yeni düzenin ana parametreleri laiklik ve Türk milliyetçiliğidir. Laiklik, dini devlet hayatından tümüyle, özel hayattan ise olabildiğince uzak tutmayı hedeflemiştir. Türk milliyetçiliği ise, Türklük temelinde bir siyasi kimlik inşa etmeyi amaçlıyordu. Mehmet Akif, hedeflerin ikisi ne de muhalifti.

Öyle görülüyor ki, Türk siyasal aklının ana parametrelerini değiştirmek, köklü bir dönüşüm yapmak gerekmektedir.

Türk siyasal aklı;

1-Orta Asya pagan Türk anlayışından gelen siyasal kültür.

2- Emevi siyasetinden alınan siyasal kültür.

3- Selçuklu ve Osmanlı tecrübesinden alınan kültür.

4- Cumhuriyet modernleşmesinin Atatürk önderliğinde oluşan siyasal kültürün etkisi altında şekillenmiştir.

Bu siyasal kültür, güvenlik eksenli, devlet merkezli, lider kültüne dayalı, tek merkezli, dini devletin tekeline veren bir siyasal akıl üretmiştir. Bu siyasal akıl bütün partilere egemendir. Kuşku yok ki, yeni bir siyasal dil gereklidir. Bu dil, adalet merkezli, çoğulculuğa açık, insan hakları ve siyasal katılımı öne çıkaran, sözleşmeye dayalı bir hukuku benimseyen bir retorik olmalı.

Cumhuriyet ve Osmanlı tarihini idealleştirenler aynı fanatik tutumun parçalardır. Osmanlıyı devşirme sistemi üzerinden eleştirip, Cumhuriyeti Atatürk"ün kendi parası ile toprak alıp Azerbaycan'a verdiği mitolojisi üzerinden savunmaya bile inanabiliyor insanlar. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri ideal dönemler değildir. Elbette cumhuriyet saltanat modelinden ileridir. Ancak Tek parti faşizmi döneminin saltanattan farklı olup olmadığını düşünmek gerekir.

Cumhuriyet elbette monarşi ve sultanlıktan ileri bir yönetim modelidir. Ancak bu durum özellikle Tek parti döneminde yapılanları eleştirmekten bizi alıkoymamalı. Tartışmaları Kemalizm’i kutsayanlar ile küfredenlerin denkleminden kurtarmak gerekir. İhsan Fazlıoğlu’nun isabetle vurguladığı gibi, "Tarihi aşırı şekilde "kutsayanlarla" tarihi aşırı şekilde "yük olarak görenler" arasında en önemli müşterek noktalardan birisi, övgü-sövgü mantığının doğurduğu cehalet yanında, bir "niyet ve maksat eksikliği"dir. Her iki kesimin de "geleceğe ilişkin" bir niyeti yok. Biz, millet olarak "ne yapacağımıza" henüz karar vermiş değiliz; bir projemiz, bir hedefimiz yok. Geleceğe ilişkin bir maksadı olmayan kişi için tarih, ya bir nostaljidir ya bir yüktür. Tarih, ancak geleceğe ilişkin "projesi olan" insan için anlamlı bir yapıdır" (İhsan Fazlıoğlu, Soruların Peşinde, s. 97-98.)

Cumhuriyetin zorunlu olarak hukuk devleti, insan hakları ve demokrasiyi içermediği biliniyor. Ondan dolayı cumhuriyetimizi demokratikleştirmeye, insan hakları, hukuk devleti ve özgürlük ile taçlandırmaya çalışanların çabalarını çok daha fazla önemsemek gerekir. Sovyetler Birliği ve Bulgaristan'da Türklere zulmedilirken, sürgüne gönderilirken yönetim şekli cumhuriyet idi. Uygur Türklerine yapılan zulmün aktörü olan Çin devleti de bir cumhuriyet. Cumhuriyet, demokrasi, insan hakları ve özgürlük ile buluşmadığı zaman zulmün aktörü ve uygulayıcısı olabiliyor. Bu yüzden cumhuriyet tek başına fazla bir anlam taşımıyor.  Bundan dolayı muhafazakar dindarlar ve onların fikir öncüleri Kurtuluş Savaşına ve 1923 yılına kadar olan sürece aktif olarak katıldılar. Ancak daha sonra izlenen siyasete itirazları oldu.

Tek parti dönemi cumhuriyetti, ancak demokratik hukuk devleti değildi. Muhafazakar dindarların tepkilerini anlamlandırmak için Ali Şükrü Bey'i Mehmet Akif Ersoy'u ve siyasal tepkilerini izlemekte yarar var. Gelelim muhafazakar dindarlar ile Kemalizm arasındaki ilişkiye. Bu ilişkinin sorunlu olduğu biliniyor. Bu anlayışı anlamak için Tek parti pratiği ve ondan sonraki süreci okumak gerekir.

Kemalistlerin darbelerin arkasında durmaları ( Özellikle 27 Mayıs ve 28 Şubat) muhafazakar kesimde büyük bir tepkiye yol açtı. Muhafazakar kesimde çok sevilen Menderes ve arkadaşlarının idamı da muhafazakarlarda büyük bir travmaya yol açtı. Kemalizm’in CHP ile özdeşleşmiş de muhafazakarların tepkisinde etkili oldu.Tabi bir diğer faktör de, Tek parti döneminde uygulanan din ve milliyetçilik politikalarıdır.

Cumhuriyet adına yapılan uygulamaları eleştiren herkesi gerici- saltanatçı- Atatürk düşmanı olarak görmek de sığ bir yaklaşımdır. Bu yöntem Kemalistler tarafından sıkça kullanılıyor.

Cumhuriyetin kurulması elbette önemli bir tarihsel kırılmadır. Şimdiki görev cumhuriyet ile demokrasi, insan hakları ve hukuk devletini buluşturmaktır. Türkiye'nin 1950'den beri tüm bürokratik engellemelere ve darbelere karşı yapmaya çalıştığı da budur.

Cumhuriyeti, hukuk devleti, insan hakları, adalet ve demokrasi ile buluşturmak ideali cumhuriyetin kuruluşundan bile daha değerlidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum