1. YAZARLAR

  2. Yıldız RAMAZANOĞLU

  3. Björk: Görecek ne var ki her şeyi gördüm ben
Yıldız RAMAZANOĞLU

Yıldız RAMAZANOĞLU

Yazarın Tüm Yazıları >

Björk: Görecek ne var ki her şeyi gördüm ben

A+A-

Sinemanın hayal ve masala ne kadar bulandığını en iyi gösteren filmlerden biridir 'Karanlıkta Dans' (2000). Müzikal sevmeyenler için bazen sıkıcı bir havaya bürünse de bir masal kahramanı gibi bütün yalınlığıyla karşımıza çıkan İzlandalı şarkıcı ve oyuncu Björk filmi alıp götürmüş. Ruh verdiği Selma Jezkova karakteri ile seyirciyi nice dehlizlere sürüklüyor, zihinleri alt üst ediyor.  

 

Komünist Çekoslovakya’da yaşayan Selma aslında ülkesindeki görece mülkiyetsiz yaşam biçiminden son derece memnun gibidir ama aman vermez bir kader onu kapitalizmin panayırı sayılabilecek Amerika’ya sürükler. Kendisi genetik bir hastalık yüzünden görme yetisini büyük ölçüde kaybetmiştir, bütünüyle kör olmasına ramak kalmıştır fakat bu bir şey değildir daha, beterin beteri beklemektedir seyirciyi. Aynı akıbete uğrayacağı kendisine söylenmesine rağmen doğurduğu oğlu da onüç yaşına geldiğinde ameliyat olmaması halinde annesi gibi yavaş yavaş kör olacaktır. Bu ameliyatı yapacak yetkinlikte tıp bilgisi ve deneyiminin ABD’de olması yüzünden anne oğul okyanusu aşıp buralara gelmesi de manidar. Ver elini 1940’ların küçük Amerikan kasabası, iş bulunan devasa bir fabrika, gözüne kestirdiği hastane ve ameliyat masraflarını biriktirmek için şevkle çalışma.  

 

Muhayyile ve sinemanın kopmaz bağı böyle bir şey; filmin Danimarkalı yönetmeni Lars von Trier bir söyleşisinde belirttiği gibi uçma korkusu yüzünden Amerika’ya gitmemiş, Karanlıkta Dans’ta hiç görmediği bir ülkede geçtiği varsayılan film çekmeyi başarmış, İsveç’in ıssız bir gölü etrafında setini kurup Amerikan ruhunu mercek altına almış.    

 

Kafka’nın Amerika’yı görmeden yazdığı tamamlanmamış romanı Amerika’dan etkilendiğini söylüyor bir konuşmasında. Belli ki bu yazım tarzı yönetmene ilham vermiş. Roman doğup büyüdüğü Avrupa ülkesinden, ailesi tarafından kabul edilemez görülen bir hadise yüzünden (hizmetçi kızdan gayrı meşru çocuğunun dünyaya gelmesi) NY’daki amcasının yanına adeta sürgüne gönderilen bir gencin hikayesi. Şehre adım atar atmaz karşılaştığı özgürlük heykelinin elinde tuttuğu şeyin meş’ale değil de bir kılıç olduğunu görmesi, ona öyle görünmesi vatansızlığa adım attığı bu ülkede başına geleceklerin bir işaretidir adeta. Kimileri Amerika’yı en iyi anlatan metinlerden biri kabul eder.

 

Selma’nın hayatını kurduğu pastoral atmosfer şiir gibidir; Akira Kurosowa filmlerindeki gibi yağmurlu bir orman, bisikletle gidilecek uzaklıktaki fabrika, meleğimsi bir estetikle çalışan birbirlerine göz kulak olan sonra birden şevkle dans eden işçiler, işten sonra oğluyla yaşadığı sakin huzurlu bir karavan, ritmik sesler çıkaran trenleriyle insanları büyüleyen, evle fabrika arasında uzanan tren yolu.   

 

Güneşli değil de puslu sisli buğulu olan açılıştan masalın öyle bulutlar üstünde geçmeyeceği bellidir aslında, sakin hayatın nasıl beklenmedik bir şekilde bozulabileceğinin, hayatın yeknesak seyrinin nasıl da acımasızca değişebileceğinin habercisi buğu. Selma ülkesindeyken müzikal tutkunuymuş meğer, hatta kimi oyunlarda küçük roller almış. Hayranlık beslediği bir oyuncunun ismini babasının ismi olarak söyler yeni ülkede ve oğlunu da bu isimle yazdırır kayıtlara. Orta sınıf bir Amerikan ailesinin evinin bahçesindeki karavanı kiralamış ve bir metal fabrikasında iş bulmuş olmak çok değerlidir onun için.  

 

Fabrikada herkesin mümkün olan en fazla üretim için çabalaması Max Weber’in Protestan iş ahlakıyla uyumludur. Kapitalizmde işveren ve sermaye sahibinin hedefi mal biriktirmek ve insanların gözüne sokmak değil, sürekli üretim halinde olma ahlakıdır. ‘Tanrının şanını artırma’ isteğine, boş zaman ve zevk ile değil sadece çalışma ile hizmet edilir. Zamanı boşa harcama bütün günahların ilki ve en ağırıdır çünkü. Zaman sonsuz derecede değerli olduğundan kaybedilen her saat tanrının şanını artırma hizmetinden çalınmakta. Weber’e göre işe karşı herhangi bir isteksizlik, gönülsüzlük de ‘seçilmişlik’ ya da kutsanmışlık durumunun eksikliği.  

 

Selma kapitalizmin seçilmiş kulu gibi tevekkül ve mutluluk içinde çalışmakta az gören gözleriyle tehlikeli metal plakları kesme makinesine vermekte bu yetmezmiş gibi gece vardiyasına kalmaktadır.  Akşamları ise oğluyla sohbet ederken paket kağıtları hazırlar. Kısa zamanda oğlunun ameliyat parasını çıkarmanın çok çalışmaktan başka yolu yoktur çünkü. Kasaba müzikalindeki rolünü bırakırken rolden manasız ve zamanını çalan bir iş olarak söz eder içi parçalansa da.

 

Yaşamda atılan her adımın, bunu değil ötekini tercih etmenin karşılığı olacağını gösterir Trier. Bir kadının akıbeti kendisine söylendiği halde bebeği doğurmasının, kucağına almak koklamak isteğini dizginleyememesinin bir bedeli olacaktır elbet. Neyse ki bu çok çalışıp para biriktirince ödenecek bir bedel. Müzikaldeki şarkısı içinde yankılanır hep: “Güllerin üstündeki damlalar, küçük kedicikteki bıyıklar, parlak bakırdan çaydanlıklar, yünden eldivenler sıcak tutarlar, iple bağlanmış kahverengi paketler, işte bunlar sevdiğim bazı şeyler, köpek ısırdığında, arı soktuğunda, üzgün olduğumda bunlarla sıkıntım geçer”

 

Arkadaşının yardımıyla doktordan aldığı iş için gereken görme yeterliliği raporu işe yaramaz, çünkü bu zafiyet yüzünden canı tehlikeye girmekte, makinelerin bozulma riski ortaya çıkmaktadır. İkincisinin daha önemli olduğunu anlamakta gecikmez.  

 

İçindeki şarkılarla fabrikadaki insan ve makine seslerinin yarattığı ahenk Selma’nın içinde benzersiz bir ritim oluşturur ve bu yolla fabrika abartılı biçimde estetize edilir. Yönetmenin işle ilgili övgü ve yergi arasında gidip gelen tutumu seyirciye geniş algı ve yorum aralıkları bırakıyor gerçekten de. Bütün çalışanların neşe içinde şarkı söyleyip dans etmeye başlaması methiye mi yoksa çetin koşulları masallara kaçarak  değiştirme arzusu mu.  

 

Selma sonunda işten çıkarılır. Görme yeteneği azaldıkça ses ve ritme olan bağlılığı artmıştır birçok görmeyen gibi. Seslerle görmeye anlamaya çalışır dünyayı. İşsiz biri olarak tren yolunda yürürken, onu aşkla seven, trenin altında kalma tehlikesi geçirdiğine şahit olan Jeff görmüyorsun sen ! diye haykırır.

 

Burada Björk’ün şarkısına kulak vermek lazım:

 

“Görecek ne var ki. Her şeyi gördüm. Ağaçları, meltemde dans eden söğüt yapraklarını, en iyi arkadaşı tarafından öldürülen adamı, yaşanmadan biten hayatları gördüm. Geçmişte ne olduğunu gördüm, gelecekte ne olacağını biliyorum. Görecek bir şey kalmadı.”

 

“Filleri gördün mü veya Peru Krallarını, Çin Seddini, Eyfel kulesini, evleneceğin adamı, onunla paylaşacağın evi, torunlarını” der Jeff.

 

“Dürüst söylemek gerekirse gerçek hayatı umursamıyorum” olur cevabı hayallerin prensesi Selma’nın.  

 

“Niagara Şelalerini görmedin daha.”

 

“Suyu gördüm oradaki de su değil mi.”

 

Selma karanlığı, küçük bir kıvılcımdaki parlaklığı, neye ihtiyacı olduğunu görmüştü ve daha fazlasını istemek açgözlülüktü doğrusu.  

 

Ev sahibi ve komşusu olan Bill ile karısı Linda’ya arada ziyarete giden Selma, kendisi yokken oğluna sahip çıktıklarından aileye minnettardı. Yine de Bill’in bir akşam karavana beklenmedik yalnız ziyareti şaşırttı onu. Bill babasından kalan mirası Linda’nın müsrifçe harcamaları bitmek bilmeyen talepleri uğruna bitirmiş, hatta gönlü hoş olsun diye bankalara borçlanmıştır. Ziyaretteki amacı hem bu sırrını paylaşmak hem de Selma’nın para durumunu şöyle bir yoklamak. Senin ne sırrın olabilir ki diyerek küçümsese de Selma da ona parasal olarak yardım edemeyeceğini ama rahatlatmak için bir sırrını paylaşabileceğini söyler. Başkasının acısıyla teselli bulma gerçekliği ama en çok da karşılıklı sırların birbirini koruyan emanetleşmesi.  

 

Oğlunun ameliyatı için para biriktirdiğini ve meblağın neredeyse tamamlandığını söylemesiyle film  hızla akmaya başlar. Durdurulamayan kaderin ritmi yaylardan boşanmış gibidir. İkimiz de buraya gelişimi ve sırlarımızı saklayalım der Bill. Selma ağızlar mühürlü diyerek söz verir. İkisi için de masumiyetin son anları.

 

Hayat önünde durulamayan bir nehir gibi kontrolden çıkmıştır. Ondan bu parayı borç olarak istemek üzere tekrar gelen Bill en nazik en merhamet dolu fakat en kesin hayır cevabını aldıktan sonra kapıyı çarpıp gider gibi yapmış ve Selma’nın para kutusunu almasını bekleyip yerini öğrenmiştir. Kendimi vurabilirim bu borçlar yüzünden blöfünün bile resti görmesi, bir polis memuru, kanun adamı olan Bill’i yoldan çıkarır. Komşunun mesleğinin seçimi rastgele olmasa gerek, kanun adamıyla suç ve cezanın yüzleşmesi, güvenlik için var olan birinin güvensizliği çok etkileyici.

 

Para kutusunun boşalmış olması, Selma’nın doğru karşı eve gitmesi, Linda’nın demek kocamı karavana seninle birlikte olmaya çağırdın suçlamasıyla hırsızlığa bir de iftiranın eşlik etmesi. Fabrikadaki çalışmanın masumiyetiyle dolu sakin ritim değişir. Hayatın sahneleri bambaşkadır artık. Yukarı kata çıkan Selma elinde tabancasıyla onu tehdit eden, parayı vermemekte direnen Bill’le hala yatıştırıcı bir sesle konuşmayı sürdürse de itişirlerken nasıl olduğunu anlamadığımız biçimde silah patlar ve Bill yaralanır. Polis yaptıklarını içine sindiremediğinden Selma’ya onu öldürmesi için yalvarır ama hala parayı vermemektedir öte yandan. Hatta imha etmekle tehdit eder.

 

Artık anlık muhasebeler söz konusu ve suç, ceza, masumiyet ve günah hepsi iç içe. Fırtınalarını içinde yaşayan sakin kadının içinden cinayet işleyecek bir canavarın çıkabilme anı. Aslında şiddet çok boyutludur ve cinayet işleme anında ölenden daha çok öldürene yönelmekte etkisini asıl orada göstermektedir. Bill birini öldürmenin korkunçluğunu yaşatır Selma’ya. Masumiyetin yitirilişindeki ürkünçlük. Bu sahneyi izlemeden yönetmenin yaptığını anlamak mümkün değil.

 

Sonra yine hayaller. Bill ve Selma hırsızlık ve cinayet için birbirlerini güya affetmişlerdir, Linda Selma’ya sen kaçınılmaz olanı, yapman gerekeni yaptın der. Yaşananların müziğiyle kendilerinden geçerler. Bu arada film müzikleri gerçekten etkileyici. Selma’nın filmleri son sahneden önce terk ettiğini, böylece içinde sonsuza kadar devam ettiklerini söylemesi de. Ellerini yıkayıp müzikalin oynanacağı yere gelen Selma’yı iyi dost oldukları öğretmeninin ihbar etmesi, hem de en içten davranışlarla onu oyalayarak gelen polislere teslim etmesi Amerikan toplumuna bir eleştiri olsa gerek.  

 

Yakalanmadan önce parayı hastaneye yatırmış olması, onu idamdan kurtaracak ve az bir cezayla kurtarabilecek olan işinin ehli avukatın istediği yüksek ücret, oğlunun gözlerinin açılması mı yoksa idamdan kurtuluş mu noktasına getirilmek, en ürkütücü ve kabul edilemez olanı da iyi bir savunmanın ve adaletin parayla ölümcül bağlantısı. Filmin sonuna doğru son yaman insanlık halleri. Gerçek hayatla eş zamanlı ağır işleyen bir idam sahnesi.


 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.