Bir dokun, bin âhh dinle; kâse-i fağfûrdan..
*Zoraki ve de kukla başkanla ancak bu kadar oluyor..
Afganistanda, Tâlibân Hareketi, güç ve gövde gösterisini giderek genişletiyor.. Afganistanın, 11 Eylûl 2001de Birleşik Amerika içindeki korkunç saldırılarda suçlu ilan edilip, Amerikan emperyalizmi tarafından işgalinden sonra, bir Amerikan Petrol Şirketindeki işinden alınıp, bu ülkenin başına oturtulan Hâmid Karzaî bu günlerde oldukça sıkıntılı günler geçiriyor.. Bir taraftan, duruma hâkim olamadığı için, Obamanın, kendisinin de üstünde, Afganistana bir Genel Vali tâyin edebileceği ihtimali, hâlâ da başı üzerinde bir Demokles kılıcı gibi sallanıp duruyor.. Öte yandan, Tâlibân savaşçılarının, geçen hafta, Karzaînin ikametgahına, Başkanlık Sarayına kadar yaklaşıp bomba patlatabilmesi, buhranın giderek daha bir derinleştiğinin işareti.. Bu durum, Karzaîyi olduğu kadar, Amerikayı da daha bir tedirgin ediyor..
Öte yandan, Obama 34 bin asker daha göndermeye hazırlanırken, Fransa ve Almanya ayak sürtüyorlar ve ek asker göndermeye hiç de istekli olmadıklarını ifade ediyorlar..
Afganistana bulaştırılmasının mantığını esasen tartışamamış olan NATOnun bu işin içinden nasıl çıkabileceği de bilinmiyor..
Öte yandan, iki merhaleli seçimde de seçim hilesi yapıldığı resmen kabul edildiği halde, yenilenmesi kararlaştırılan seçimlerde (eski Dışişleri Bak. Dr. Abdullahın) seçimlerde yolsuzluk yapılmayacağına dair bir garanti olmadığı gerekçesiyle aday olmaması ve rakibsiz kalan Karzaînin otomatik olarak Başkan ilan edilmesine rağmen, Karzaî, aradan aylar geçtiği halde yeni hükûmetini oluşturamadı..
25 vezir /bakandan 17si, Loye Corge diye anılan Afgan Meclisinden güvenoyu alamadı..
Karzaînin bundan sonra işi daha da zor.. Geçen yüzyılda İngilterenin, son 40 yıl içinde de Sovyet Rusyanın işgaline uğramasına rağmen, işgalcileri pess ettiren Afgan direniş ruhunun, Amerikan emperyalizminin işgalini de kırması ve ülkelerine İmparatorluklar Mezarlığı denilmesini hak etmeleri uzak ihtimal değildir.. Ama, Afganistanın problemi, sadece dışardan saldıran düşmanlar değil.. Onlardan hiç de geri kalmayan ve daha çetin iç düşmanlıklarla, câhillik ve kabileciliklerle boğuşmakta olması, Afganistanın en büyük derdi.. Afganistanın, kendi iç meselelerini kendi iradesiyle halledebilmesi de halihazırda çok uzak bir ihtimal olarak gözüküyor..
Yine de dua edelim ki, bu mazlûm ve yoksul müslüman coğrafyası da iç ve dış şeytanî güçlerin tasallutundan, pençesinden kurtulsun..
*Amerika Yemene niçin müdahale etmek istiyor?
Özellikle de, Aralık 09un son gününde, Hollandadan Amerika- Detroite kalkacak olan bir yolcu uçağına üzerindeki patlayıcılarla bindiği ve amma bunları patlatamadığı ileri sürülen ve Nijeryalı Ömer Faruk Abdulmuttalib isimli bir gencin yakalanması ve onun ElQaide ile irtibatının olduğunu ve bu eylemler için Yemende özel eğitim aldığını itiraf ettiğinin açıklanmasından sonra, Amerika, Yemen hakkında yeni entrika planları yapmaya başladı.. (Ki, şüphe uyandıran bir çok yönleri bulunuyor.. Bu Nijeryalı gencin, ülkesinde Bakan olan babası, oğlunun bir takım tehlikeli işlere girebileceğine dair, uluslararası istihbarat örgütlerine önceden ihbarda bulunmasına rağmen, böyle bir eyleme kalkışılabilmesi, en önemli soru işaretini oluşturmaktadır..
Diğer bir soru işareti ise, 11 Ocak günü, 290 kişiyi öldürmeye teşebbüsle mahkemeye çıkarılan bu Nijeryalı zanlı gencin, Olay sırasında akli dengesinin yerinde olmadığını ya da terör bağlantıları hakkında bilgi vererek cezasını hafifletebileceğini söyleyerek davadan kurtulmak isteyebileceğini ileri süren uzmanların genel kanaatinin tersine; suçsuzum demesi..
Çünkü, bu zamana kadar ElQaide üyeleri, yaptıkları eylemleri ve davalarını ve hedeflerini yiğitçe üstlenirlerdi.. Mahkeme boyunca sâkin bir tavır sergileyen Abdulmuttalib'in hâkime suçsuzum demesi USA makamlarının ElQaide ve Yemen bağlantılı bir terörist şeklindeki suçlamalarının güvenilirliğini tartışmaya açtı.
Gerçi, bazıları, bunun Yemen Senaryosunun ve daha da önemlisi, İranın kuşatılması planının bir parçası olduğunu söylüyor, ama, bu fazla uzak bir ihtimal..
Çünkü, İran zâten kuşatma altında..
Kuzeyindeki Ermenistan, hem Amerika ve hem de Rusyanın güvenilir uçbeyi durumunda.. Yine kuzeydeki Azerbaycan rejimi, malûm.. İsrail rejimi ve Amerikan emperyalizminin Kafkaslar ve Hazar havzasındaki en büyük dinleme istasyonları orada..
Doğudaki Afganistan, İran,la olan 900 km.lik sınırıyla Amerikanın işgalinde..
Güneydoğudaki Pakistan, giderek artan korkunç iç karışıklıklar ve suikasdler, patlamalarla, daha bir Amerikan kontrolüne giriyor ve Amerikanın askerî tatbikat alanına dönüşüyor..
Güneydeki İran Körfezi, Amerikan savaş gemileriyle dopdolu ve Körfez güneyindeki Arab Şeyhlikleri ile Suudî rejiminin hali, ortada.. Ve batısındaki Irak, 6 yıldan beri direkt olarak Amerikan emperyalizminin işgal ve kontrolünde..
Öteki batı komşusu Türkiye ile de, her ne kadar bugünkü Tayyîb Erdoğan Hükûmeti sâyesinde daha sağlıklı ve güvenli ilişkilere sahib olsa bile, TCnin NATO üyesi olması yüzünden, o da, askerî açıdan Amerikan kontrolündedir..
Yani, Yemene bir Amerikan müdahalesinin gerekçesi olarak İranı kuşatmaya almak ihtimalinden sözetmek yanıltıcı olabilir.. Amerika, Yemen üzerinde bir takım planlar yapıyorsa, bu, Ali Abdullah Salih rejimini, hem Kızıldenizin Hind Okyanusuna açıldığı önemli bir su yolu olan Bâb-ulMendeb Boğazını kontrol altında tutmak istemesi ve hem de Suûdî rejiminin geleceğini tehdid etmesi muhtemel gelişmelere karşı müdahil olmak içindir..
Bilindiği üzere, Suûdî rejiminin güneybatısındaki ve Yemenin kuzeybatısındaki Saade bölgesinde ve Yemen içsiyasetinde daima etkili olan ve milyonlarca mensubu bulunan Husî kabilesi ile Yemen Ordusu arasında, aylardır, kanlı çatışmalar oluyor..
İlginç olan şu ki, Yemen halkını (5 İmam inancına dayalı) Zeydiyye mezhebinden olduğu için, önceleri asla şiî saymayan İİC medyası, bu çatışmaları kendi kamuoyuna ve dünyaya Yemen şiîlerinin başkaldırısı olarak sundu ve bazı çevreler de, bu sunuma uygun olarak, Yemende şiîlerin yokedilmek istendiği feryadını yükselttiler ve bu durum hâlen de sürmekte..
Yemende gerçek nedir? Yemende çok cüzi mikdarda şâfii varsa da gerisi Zeydî mezhebindendir.. Ve Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih de hem bir zeydîdir ve hem de, -bugünlerde Suûdî rejimi için de başağrısı olan-, Yemenin kuzeybatısındaki Saade bölgesinde yerleşik bulunan Husî kabilesindendir..
Yani, bırakınız bir şiî sunnî savaşını; zeydîler arası ve hattâ tarafların aynı kabileden olması hasebiyle, bir kabile içi iktidar savaşı sözkonusudur.. Ama, Suûdîler de bu sınır bölgesindeki ateşin kendilerine de sirayet edeceği korkusuyla, Salih Yönetimine yardımcı olmakta ve dahası, Saade bölgesine askerlerini göndererek, buradaki ayaklanmayı bizzat bastırmaya çalışmakta.. Ve bazen büyük kayıplar vermekte.. Nitekim, 11 Ocak günü meydana gelen çatışmalarda, Suûdîlerin 82 askerlerini daha kaybettiği, resmen açıklandı..
Yemenlilerin tarih boyunca kolay itaat altına alınamıyan özgürlükçü, hattâ başına buyruk bir halk oldukları, Osmanlı tarihinde asırlarca süren Yemen İsyanlarından da anlaşılabilir..
Bugün de, ortada bir buhran var, doğru.. Ama, bunu müslümanların arasında hiç de bir mezheb savaşı niteliği yokken, illâ da şiî veya sünnî diye göstermek, tam da Amerikan emperyalizminin ekmeğine yağ sürmek mesabesindedir..
Bağdadda asırlarca görülmemiş bir mezheb boğuşmasını tahrik edip, sonra da şiî veya sünnî müslümanları belli mahallelerde toplanmaya zorlayarak, o mahalleler arasına beton duvarlar çeken Amerikan emperyalizminin, aynı entrikayı, şimdi bir de Yemende tekrarlamasına mı yardımcı olmayacak mıyız, bu anlayışla..
Sadece, şiîler veya sunnîler öldürülüyor diye itiraz edersek, diğer mezheblerdekiler öldürülürken sessiz mi kalacağız? Önemli olan, bir sosyal problem ânında, kişi veya kitlelerin nisbet edildikleri mezheb midir; yoksa, haklı olup olmadıkları mıdır?
O halde, şiîler öldürülüyor mazlumiyet feryadı yükseltenler, sünnîler öldürülüyor.. diye feryad edenler olsaydı, onlara ne gibi eleştiriler getirirlerdi, en azından bunu düşünmeliler..
*
Amerika, İrana askerî bir saldırı gerçekleştirebilir mi?
Amerikan emperyalizmi, İİCne dişini, hiç bir zaman olmadığı derecede resmen ve açıkça gösterdi..
Bazı stratejistler, Amerika, İsraili İrana saldırtacak, İran da karşılık verecek ve sonra Ortadoğu iyice karıştığında, Amerika bizzat duruma müdahale edip, istediği düzenlemeyi yapacak.. diye hesab yaparken..
11 Ocak 2010 günü, Amerikan televizyonu CNN'e konuşan ve Amerikanın Ortadoğu Bölgesi'ndeki kuvvetlerinin komutanı olan Gen. David Petraeus İran'ın nükleer tesislerini bombalayabileceklerini söyleyiverdi.
İran'ın nükleer programını durdurmak için, âcil durum planı hazırladıklarını belirten Petraeus, "buna nükleer tesisleri bombalamak da dâhil" dedi.
İran Savunma Bakanı Ahmed Vâhidî ise, İnqılab Muhafızları Ordusu Füze Komutanlığında yaptığı konuşmada, Füze savunma kapasitemiz, düşmanın tahmininden çok daha güçlü dedi..
İran'ın yerli savunma gücünün en önemli bölümünü kısa, orta ve uzun menzilli Fecr, Hûd, Şahin, Zilzal, Fâtih, Qadr, Şahab ve Siccîl füzeleri oluşturuyor.
*
Ancak, daha mühimi, İranın, bu tehdidlere nasıl karşılık vereceğidir..
Daha da önemlisi, İran, maddî güçlerinin hesabı değil, kendi içindeki problemi, İslam İnqılabını yapmış olan kitleler arasındaki kırılmaları gidermenin yollarını aramalı, bulmalıdır, buna mahkûmdur..
Füzeler, atom silahı bir ülkeyi dize getirmeye tek başına yetmiyebilir.. Bu, İranın elindeki silahlar için de geçerlidir..
Savaşı istemeyiniz, ama geldiğinde ondan kaçmayınız.. diyen bir Peygamberin ümmetinin tavrını nasıl belirleyeceğinin ölçüsü, bu rivayetin içindedir..
Umulur ki, geçmişte Nâsırın ve Saddamın boş meydan okumalarının son getirdiği felaketler tekrarlanmaz.. Ama, bugün, bu konuda, slogana ağırlık veren bir yönetim anlayışı etkili gözüküyor..
Bu gibi sloganik beyanları 1980-88 arasında cereyan eden ve en az 1 milyon can kaybına müncer olan 8 yıllık İran- Irak Savaşı sırasında da görmüştük.
Ama sonunda, Halebçenin Saddam tarafından kimyasal gazlarla kavrulmasına dünyanın sağır kalması ve arkasından da ve 307 yolcusuyla bir İİC yolcu uçağının İran Körfezi üzerinde, Amerikan savaş gemilerince, savaş uçağı zannettik bahanesiyle vurulmasının da, dünyada hiç bir yankı yapmaması karşısında; niceleri, İİCnin bu büyük cinayetlere beklenmiyen bir tepki vereceğini beklerken; İİCnin ateş-kesi kabul etmesi ve İmam Khomeynînin, zehir kadehini başıma dikiyorum.. demek zorunda kaldığı durum ortaya çıktı..
(İlginçtir ki, bugün İİC iç bünyesindeki derin huzursuzlukta, İmama o zehir kadehini kimin içirttiği tartışmalarının da etkisi vardı. Çünkü, o şartlarda, İİC makamları günlerce karar alamayınca, Refsencanînin -televizyondan da yayınlanan- bir cuma namazı hutbesinde anlattığı üzere, İmama hitaben, Ey İmam, siz ki savaş 20 yıl da sürse, zafere kadar savaş.. demişken, sizden ateş-kesi kabul etmenizi bekliyeyem.. Ben Savaş Komutanı olarak (ateş-kes)i imzalarım, bu, uluslararası hukuk açısından İranı bağlar; ve siz de beni içhukuka göre, yetkisiz davrandığım için cezalandırırısınız.. der.. Ve bunun üzerine, İmam Khomeynî de, derhal bir kağıt-kalem ister ve Başbakan Mîr Huseyn Mûsevîye hitaben yazdığı hükümle, ateş-kesin İİC tarafından da kabul edildiğinin BM. Güvenlik Konseyine bildirilmesini yazar.. Şimdi bunlar, çok basit gerçekleşmiş gibi, kendilerinden başka herkesi inqılabın düşmanı sanan hayalperestlerce veya inqılab afetine düşmüş, iktidar meclublarınca görülemiyor.
Yine ilginçtir, Kuveytin Irak tarafından işgalini takiben, 1991de meydana gelen ve 1. Körfez Savaşı diye anılan Irak-Amerikan Savaşı öncesinde, Amerika, Iraka saldırırsa, cihad ilan ederim.. diyenler olduğu gibi, buna şiddetle karşı çıkan ve, bir Cuma namazı sırasında, dolaylı olarak Amerikancı diye suçlanan kişi de, yine Refsencanî idi.. Ama, şimdi heyecan dolu tipler, nutuk çekerek, meydan okuyarak netice alınabileceğini sanıyorlar..)
Evet, Amerikan emperyalizmi, direkt olarak İranın nükleer merkezleri de dâhil, önemli merkezlerini, şehirlerini, fabrikalarını, limanlarını, demiryollarını, hava alanlarını, rafinerilerini binlerce km. uzaktan füzelerle vuracak veya bombalayacak olsa.. Evet, çılgınlığın kapısı açılırsa, sonrası ne ve nasıl olur; bunu kim tahmin ve tasavvur edebilir?
Amerikanın hiçbir savaş kuralı, ahlâkî ve insanî kural tanımaksızın, güç gösterisi yapan, ve savaş şartları gerektirmediği zaman bile, zevk için yakıp yıkan ikinci bir
Mogol İstilası örneğini oluşturduğunu da unutmamak gerekir.. Bunu sadece Irak ve Afganistana değil; geçmişte Vietnama, Japonyaya ve Almanyaya karşı da en korkunç vahşilikle sergilediğini hatırlamayanlar, 1940lardan sonraki Amerikan barbarlığını gözlerinin önüne getirmelidirler..
Ve hemen ekleyelim ki, bugün İran iç siyasetindeki tartışmaların temelinde, bu yoldaki tutumlar da etkilidir.. Bir taraf, nükleer güç gösterisi yaparak, kitleleri mest etmeye çalışırken; diğer taraf, Bizim böyle bir proğramımız, 30 yıl öncesinden, inqılabın başından beri vardı.. Niye, bu konuyu bu kadar gündeme getirip, düşmanı üzerimize saldırtmaya çalışıyoruz? demekte..
Doğrudur ki, temelde değil, yönetim anlayışından kaynaklanan ve de iktidarlarını sürdürmek isteyen kadroların kemikleşmesinin ortaya çıkardığı gerilimleri durumu daha bir kırılma noktasına doğru sürüklüyor.. Umarız ki, akl-ı selîm ve kalb-i selîm döner.. Aksi halde, inqılabı yapan kitleler arasındaki bu derin kırılmadan faydalanmak ve sosyal hadiseleri kendi istedikleri yönlere doğru çekmek isteyen iç ve dış şeytanî odaklar daha bir güç kazanırlar..
*Gazze yardımlarını organize edenlere teşekkürle birlikte..
Küçüçük Gazzede kuşatılmış olan 2 milyon kadar Filistinli mazlum, mağdur ve savunmasız insanlara yardım ulaştırmak için çırpınan, emeği geçen -başta İHH ve Mazlum-Der olmak olmak üzere- bütün yardım kuruluşlarına teşekkür borçluyuz.. çünkü, onlar, hepimizin insanlık şeref ve haysiyetini de korumuş oluyorlar..
Ancak, bu yardım çalışmaları yapılırken, karşılaşılan ihanetler ve tahriklere karşı, bu yardım kuruluşlarının etrafında toplanan yüzlerce insanın, uluslararası hukuk açısından yardım kuruluşu statüsünü unutup, bir gerilla savaşı veriyormuş gibi, taşlı- sopalı gösterilere katılması, her an oyuna gelinebileceğinin ihtarını vermektedir..
Geçen hafta, Gazzede yaşananları iyi okumak gerekir..
Orada bu yardım kuruluşlarının yapabilecekleri, Gazze halkının mazlumiyetine kendilerini de eklemlemeleridir.. Ama, öyle olmadı, televizyonlardan canlı bağlantılarla verilen mesajlar, her şeyi kontrolden çıkarmaya yetebilirdi.. (Unutulmasın ki, 6-7 Eylûl 1955de İstanbulda yaşananlar bir yalan haber üzerine tezgahlanmış bir tahrik idi ve bunun MİT tarafından tertib olunduğu, ancak 1998lerde resmen itiraf olundu.. Aynı şekilde, Bosna Trajedisi günlerinde, bir özel tv. kanalının Gorajdeye kimyasal gaz atıldı diye haber vermesiyle, bir anda, İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi büyük merkezlerde, onbinlerin yabancı ülkelerin ve BM. temsilciliklerine yönelik saldırıları da hatırlamalıyız..)
Mısır rejiminin Gazzeye yardım götürecek uluslararası konvoya onca zorluklar çıkarması ve Mısırın müslüman halkının içerden hiçbir tepki vermemesi bir ayrı yaradır, içimizde..
Ama, orada, taşlı-sopalı gösterilere katılmak yanlışına mazeret aranmamalıdır.. Hele, canlı yayın bağlantıları sırasında, bazı arkadaşların, heyecanla, siz de filan yerlerdeki Mısır elçilik ve konsololuk binalarını taşa tutunuz, gibi çağrılar yapmaları veya, Bizim elimizde de 3 polis rehindir gibi iddialarda bulunulması; ya da, artık Mısır Hükûmetinin değil, Türkiye hükûmetinin taahhüdüyle hareket ederiz.. gibi açıklamalar son derece talihsiz doğaçlama ve tedbirsiz konuşmalardı.. Bereket ki, bir taşkınlığa sebeb olmadı..
Bu gibi konularda, umulur ki, bundan sonra daha mutedil davranılır.. Ve gerilim anlarında, bir gerilla komutanı gibi sahneye fırlamalar olmaz..
Gazzedeki mazlum insanlara başka türlü yardımcı olmak isteyenler olursa, onlar varsınlar, diledikleri gibi hareket etsinler; ama, böyleleri, uluslararası yardım kuruluşlarının bünyeleri içinde yer almasınlar.. Yoksa, bu yardımların yolu da tamamen kapansa ne yapılabilir?
*
Bu konuda, Yeni Şafaktan Âkif Emrenin 12 Ocak günü, üstü kapalı olarak dile getirdikleri, hepimizin kaygulanmasını gerektiren bazı gelişmelere dikkat çekmesi açısından son derece önemli..
Emrenin yazısından bazı bölümleri burada tekrarlamakta fayda var:
Gerek Gazze'de gerekse dünyanın başka bölgelerinde yardım organize ederken benzer engellemelerle, hatta uluslararası sorunlara neden olabilecek gerilimlerle karşılaşılması mümkündür. Katılımcıların gönüllü olmaları ve yardıma muhtaç insanlara bir an evvel ulaşma istekleri her zaman yeterli olmayabiliyor. Sonuçta bu tür kampanyaların sembolik anlamları yapılan yardımdan daha önemlidir. Bu nedenle insani bir yardım organizasyonu rahatlıkla uluslararası sorunun bir parçası haline gelebilir. Benzer durumlar göz önüne alınarak şu hususların göz önünde tutulması gerekir:
· Yardım kuruluşunun asıl hedefi kendisine emanet edilen yardımı hedef bölgeye, muhtaç insanlara ulaştırmaktır. Müslümanların emanetlerinin yerine ulaşmasını engelleyecek her türlü polemik ve siyasi angajmandan uzak durmak gerekir.
· Yardım organizasyonu uluslararası politikanın aktörü olmamaya özen göstererek hedefini gerçekleştirmek zorundadır.
· Zaten bu tür çalışmaların belirgin vasfı, tüm kanalların kapandığı savaş ortamında bile insani yardımın ihtiyaç sahiplerine ulaşmasını sağlamaktır. Kızılhaç, Kızılay gibi kurumlar her ne kadar yardım kuruluşu olsalar da bağlı oldukları devletlerle ilişkileri bakımından bu imajlarından çok şey kaybetmişlerdir. Türkiye'deki gönüllü yardım kuruluşlarının yarı resmi Kızılay görüntüsü vermekten şiddetle kaçınmaları gerekir.
· Gazze örneğinde olduğu gibi, Mısır'ın çıkardığı sorunlar gerekçe gösterilerek, asıl hedefi saptırmamak gerekir. Filistin'i, Gazze'yi işgal eden Mısır değil İsrail'dir, ambargonun siyasi ve vicdani suçlusu da ilk önce İsrail'dir.
· Mısır gibi hükümetlerin tavırlarını belirleyenin de İsrail'in tutumu olduğunu hesaba katmadan operasyon planlanması her zaman için yeni sorunlara gebedir.
· Gazze'ye karşı duyarlılığımızı sürdürelim derken tüm Filistin'in işgal edilmişliğini unutmayalım.
· Filistin meselesi temelde Kudüs meselesidir. Son bir yıldır değil Kudüs Filistin'in bile geri planda kalmasına; Gazze'ye sahip çıkalım derken sorunun bütününü görmemizi engelleyen perdeye dönüşmesi konusunda duyarlılığı elden bırakamayız.
· Son olarak, yardım kuruluşu, kurtuluş mücadelesi veren bir örgüt değildir. Meydan okuma yerine, sükunetle emaneti yerine ulaştırmakla sorumludur.
*
Mukabele-i bilmisl mi? Ona da, bir mukabele-i bilmisl..
Başbakan Tayyîb Erdoğanın siyonist İsrail rejiminin zulümlerine yaptığı itirazlar,
11 Ocak günü, Lübnan Başbakanı Sad Harirîyle görüşmesi sırasında da devam etmiş ve Gazze saldırılarını sert dille eleştirmeyi sürdürmüştü..
Buna karşı, İsrail Dışbakanlığı'nın yaptığı resmî açıklamada, Türkler, İsrail devletine ve dünyanın en ahlâklı ordusu olan İsrail Savunma Kuvvetlerine vaaz verecek en son kişilerdir" ifadelerine yer verilmiş.. Şu, Dünyanın en ahlâklı ordusu nitelemesini, Şeyhin kerameti kendinden menqul.. (kendi nakline dayalı) kabilinden, ve tencere dipleri misali, tebessümle geçiştirebiliriz.. Ama, bu suçlamanın asıl muhatabı olan TSKnın gerekli cevabı vermesini beklemeli miyiz? Bu sözün taşıdığı manâya bir cevabı verebilir mi TSK ve nasıl?
Arkasından..
Kurtlar Vâdisi isimli televizyon dizisinin bir bölümünde, kendilerine karşı düşmanca propaganda yapıldığı gerekçesiyle, TC büyükeçisi, siyonist İsrail rejiminin Dışişleri Bakanlığına ihzar olunmuş..
Diplomasi hukukunda, bir diplomatik temsilcinin ihzar olunması çok sert ve hattâ kaba bir tavırdır.. Bir nevi, azarlama, paylama tavrıdır..
TC. büyükelçisi de böyle bir ihzara tâbi tutulmuş.. Ama, bu siyonist İsrail rejiminin Dışbakan Yard. Ayalon, o ihzarla yetinmemiş, büyükelçiyi kendinden daha aşağı bir yere oturtmuş..
Esasen, Ayalon bunu gizlememiş ve medya mensublarına bu davranışı, Tayyîb Erdoğanın Davostaki One Minutelü meşhur çıkışını mukabele-i bilmisl olarak yaptığını söylemiş..
Tamam, o böyle bir psikolojik savaş taktiği uygulamış..
Jerusalem Post gazetesinde yayımlanan habere göre Ayalon, özür dilemeyeceğini söyleyip, Amacım Çelikkolu küçük düşürmek değil, sadece bir mesaj iletmekti demiş..
Ama, bunu, Büyükelçinin kabullenmemesi ve derhal orayı terketmesi gerekirdi..
O fırsatı onlara vermemeliydi..
Mukabele-i bilmisle misliyle karşılık verilmesinin sonu yoktur, bir parmak ısırma eylemidir, bu..
Diplomatlar böyle zamanlardaki psikolojik savaş taktiklerine mukabelede bulunmaya daima hazır ve tetikte olmalıdırlar..
Haaretz gazetesi, Dışişleri Bak. Avigdar Liebermanın, Sav. Bak. Ehud Barakın Türkiyeye yapacağı ziyareti öncesinde ikili ilişkileri yumuşatmaya yönelik girişimleri torpillemek istediğini ve bu yüzden tansiyonu yükselttiğini yazdı, 12 Ocak günü..
Siyonist İsrail rejiminin iç denge hesabları içinde, Türkiyeye bu gibi küçültücü tavırlar takınılmasının da bir karşılığı olmalıdır..
Bu zamana kadar, Türkiyeyi kafesteki keklik gibi kabul eden siyonist çevreler, artık bunun böyle sürmeyeceğinin; bundan sonra, her tavırlarına karşı, diplomasi diliyle misliyle mukabelede bulunulacağının hesabında olmalıdırlar.
Bu bakımdan, Özgür- Derin, 17 Ocakta Türkiyeye geleceği belirtilen Sav. Bakanı Ehud Barakın bu gezisinin ibtal edilmesi için Hükûmete yaptığı çağrı son derece yerindedir..
(Bu satırların tamamlandığı saatlerde ulaşan haberlere göre, Türkiye, İsrail resmen özür dilemediği takdirde, büyükelçisini geri çağıracaktır.. Türkiyenin gösterdiği bu, haklı tepkiye, siyonist İsrail rejiminin başbakanı Netanyahu, Dışişleri Bakanı Liebermanı desteklediğini ve özür dilenmiyeceğini açıklayarak karşılık vermiştir..
Evet, mukabele-i bilmisller sonsuzdur ve karşılıklı bir parmak ısırma sürecine girilmiştir.. Tayyîb Erdoğan, , siyonist İsrail rejimiyle olan münasebetleri, son bir yıl içinde, sadece Türkiyenin menfaatleri açısından değil, uluslararası planda da haklılığı akl-ı selîm sahibi her kişi ve toplum tarafından kabul edilebilecek temellerde tutmaya dikkat ederek geliştirmektedir.. Sadece Türkiyenin müslüman halkının değil, bütün şuûrlu müslümanların ve bütün hakperest halkların da onu bu yolda destekleyeceğine inanıyorum..)
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.