Batılılaşmanın ilk adımı: Münif Paşa
A+A-
Akademisyen Ali Budak ile gazeteciliği konusundaki sohbetimizi dün sizlere sunmuştuk. Bugün üzerinde durulması gereken tespit ve tezlerini içeren kitabıyla ilgili sorularımızın ilk bölümünü sunuyoruz... Bu söyleşinin içeriğinin de yaygın kanaatlerin tersine doğruları işaret eden yönleriyle bir hayli yararlı olacağına inanıyoruz...
> İlk cümleniz bu kitabın doğuş nedenini açıklıyor: "Türk Edebiyatı'nın derin köklerine inme fikri yıllar önce Münif Paşa üzerinde çalışırken aklıma düştü" diyorsunuz. Hemen soruyorum. Münif Paşa hangi yönü ya da özelliği ile size, eni Türk Edebiyatı'nın derin köklerine in, bugüne kadar bu noktalar dikkat çekmedi" dedi.
> Bilirsiniz Yeni Türk Edebiyatı 1939 Tanzimat Fermanını izleyen 20 yıldan sonra ortaya çıkan edebiyata verilen isimdir. Yani 1860'larda başlayan edebiyata Yeni Türk Edebiyatı denilir. Biz de zaten üniversitede bu bölümde okuduk. Fakat Münif Paşa çalışması bana o devrin bizim okuduğumuz gibi Şinasi, Namık Kemal, onların önüne Mustafa Reşit Paşa'yı koyarsanız oluşan eksenden ibaret olmadığını gösterdi. Yani Mustafa Reşit Paşa, Şinasi, Namık Kemal eksenlerinden başka eksenler olduğunu gördüm. Mesela Münif Paşa. Yeni Türk Edebiyatı eğitimi görmüş olanlar bile Münif Paşa'yı neredeyse hiç bilmezler. Hâlbuki araştırınca gördüm ki Münif Paşa, Şinasi'den daha önemli bir gazeteci.
KORKULAN METİNLERİ ÇEVİRDİ
> Neden ?
Çünkü Ruznameyi Ceride-i Havadis adıyla bizim ilk günlük gazetemizi 1860 yılında Münif Paşa çıkartıyor. Münif Paşa edebiyat açısından da önemli çünkü Batı dillerinden ilk felsefi tercümeyi hatta Batıdan ilk tercümeyi 1859 yılında Münif Paşa yapıyor
Şinasinin bu yıllarda yaptığı tek çeviri Batı şiirlerinden bir iki bölük pörçük çeviridir. Topu topu iki tanesi tam şiir çevirisidir, diğ
erleri birer, ikişer bilemedin bir kaç mısradan ibaret çevirilerdir. Demek ki bizde tercüme faaliyeti de bilinenden daha erken başlamış ve bunu 1859 yılında pek bilmediğimiz bir adam yapmış.
Voltaire ki bizde daha 19. yüzyılın başında devrin Reis'ul Küttabı Atıf Efendi'nin "zındıktır" dediği, "zinhar bu adamın eserleri, kitapları okunmaya" uyarısı yaptığı bir adamdır. |
Ve bu çeviri metni de çok ilginç; bir felsefe eseri! Voltaire'den Penelopeden ve çağdaşlarından çeviriler yapmış ki bunlar aydınlanma devrinin önemli düşünürleri. Üstelik çok da netameli konuları içeren diyaloglar çevirmiş.
Voltaire ki bizde daha 19. yüzyılın başında devrin Reis'ul Küttabı Atıf Efendi'nin "zındıktır" dediği, "zinhar bu adamın eserleri, kitapları okunmaya" uyarsı yaptığı bir adamdır.
ABDULHAMİD POLİTİKALARINI ETKİLEMİŞ BİR İSİM
Böyle bakınca, 1862 yılına gelince gördük ki ilk bilim mecmuasını Münif Paşa çıkartmış. Sivil Toplum Örgütlenmesi Cemiyeti İlmiyeyi Osmaniye'nin başına Münif Paşa var. Devrin çok önemli devlet adamı, 10 yıla yakın maarif Nazırlığı yapmış, Abdulhamid politikalarını etkilemiş, Abdulhamid'e ekonomi politik dersleri vermiş bir adam. Bu bana, "Demek ki biz çok eksik ve sınırlı bir okuma yapıyoruz. Mustafa Reşit Paşa, Şinasi, Namık Kemal ekseni Yeni Türk Edebiyatının başlangıcı olamaz, başka eksenler var, başka tabanlar var" dedirtti. Buradan yola çıkarak "Yeni Türk Edebiyatı acaba nerede başlamıştır?" düşüncesine daldım ve bu kitap da o düşünceden doğdu.
SİYASİ VE SOSYAL TABAN ANLAŞILMADAN EDEBİYAT ANLAŞILMAZ
> Ne kadar geri götürebildiniz. Yani kesin olarak Yeni Türk Edebiyatı şu noktada başladı diyebildiğimiz bir tarih var mı ya da bunun da arka planı var ama ben araştıramadım dediğiniz bir yere mi vardınız?
> Benim çıkış noktam ve kitaba "Batılılaşma ve Türk Edebiyatı" adını koymamın nedeni; "Edebiyat ve diğer sanat eserleri belli ortamlarda doğar. Bir ortak dil ve kültürün dili olarak doğarlar. Bu ortam oluşmadan ne bir edebiyat ne de sanat eseri doğabilir" düşüncesi oldu. Bu ne anlama geliyor? Siyasal ve sosyal bir çerçeve çizmeden edebiyatı incelemek ve irdelemek bana biraz yanlış geliyor. Çünkü siyasal ve sosyal taban anlaşılırsa orada ortaya çıkan sanat eserleri ve edebiyat ürünleri anlaşılabilir. Batılılaşma bizim hayatımıza 19. yüzyıl başlarında giriyor. Ve çok tuhaf Türkler, "Avrupada, Batıda bir şeyler oluyor. Biz de onları öğrenelim de Batılılaşalım" diye almıyorlar bu ürünleri. Maksat başlangıçta çok sınırlı
LOKOMOTİF ORDUYDU
Türklerin itici gücü, yani lokomotifi ordudur. Osmanlı Devleti'nin ordusu gider bir yer fetheder, elde edilen nemalar devletin gelişmesini ve yaşamasını sağlar. Yani Osmanlı devleti fethederek büyüyen bir devlet. Fethederek ayakta duran bir güç ve doğal olarak da fethetmediği zaman eriyen ve düşen bir devlet olacak. İşte bu noktada 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça anlaşmaları ile Osmanlı Devleti ilk defa Batı Ordularına yenilmiş oluyor ve bu antlaşmalarla toprak kaybediyor. Yani o çok güvenilen ordu, yüzyıllar sonra savaş kaybetmeye başlıyor. Ve bu Osmanlı Devleti yöneticilerini kaygılandıracak en önemli şey. Yani hiç bir şeyden kaygılanmasalar da bu noktada kaygılanırlar çünkü itici güç, lokomotif hasara uğruyor.
O zaman şu soru soruluyor. "Biz, nerede hata yaptık da orduyu bu duruma düşürdük? Bizim ordumuz neden savaş kaybediyor? Batı ordularının bizden üstünlüğü nedir?" İşte bu noktada onların üstün taraflarını alalım ve ordumuza monte edelim düşüncesi uyanıyor. Yani teknik ve donanımı alarak Osmanlı ordusuna tatbik ederek biz de savaş kaybetmeyelim" düşüncesi başlıyor. Batı düşüncesi bizim hayatımıza işte bu noktada, ordu için, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için giriyor. Fakat sadece teknik değişim süreci ile kalmıyor, ister istemez bir kültür ve sosyal değişim sürecine dönüşüyor.
Batılılaşma düşüncesinin siyasi ve sosyal bir fon olarak belirdiği andan itibaren edebiyat ve sanatta da Batılaşma başladı diyebiliriz. Bu durumda Yeni Türk edebiyatının kökleri 19. yüzyıl içinde değil 18. yüzyıl ortalarında aranmalı. |
> Teknik kendisini yoğuran düşünce de beraber getiriyor yani.
> Evet, Batılılaşma teknik ihtiyaçlar için başlıyor ama sonra sosyal, siyasal ve kültürel bir dönüşüm hareketine dönüşüyor. Yeni Türk Edebiyatına Batılılaşma çerçevesinde şekillenen bir edebiyat olarak bakarsak, Batılılaşma ile birlikte başladığını söylemek gerekir. Batılılaşma düşüncesinin siyasi ve sosyal bir fon olarak belirdiği andan itibaren edebiyat ve sanatta da Batılaşma başladı diyebiliriz. Bu durumda Yeni Türk edebiyatının kökleri 19. yüzyıl içinde değil 18. yüzyıl ortalarında aranmalı.
YİRMİSEKİZ MEHMET ÇELEBİNİN ASIL GÖREVİ
> Eserimizde Yeni Türk Edebiyatının başlangıç tarihini gerilere çekerken Lale Devrine önemli bir yer ayırıyor ve o devrin de bilinen klişelerin dışında entelektüel önem arz eden bir devre olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Bu görüşünüzü biraz açabilir misiniz?
> Lale Devri, yanılmıyorsam yıllar sonra ilk kez Yahya Kemal'in adlandırmasıyla tanımlanan bir devre. Tarihçi Ahmet Refik de Yahya Kemal'den duyduğu bu terimi çok sevdiği için kitabında ad olarak seçmiş. O günden beri sadece lalelerle anılan bu devir ama dediğiniz çok doğru, sadece sefahatle anılması gereken bir devir değil. Lale Devri, benim görebildiğim inceleyebildiğim kadarıyla Osmanlı aydının padişahtan başlayarak, özellikle Damat İbrahim Paşa ile birlikte yeni bir atılama girdiği, Avrupayı entelektüel fikirler çerçevesinde incelediği, izlediği ve olup biteni anlamaya çalıştığı bir dönem. Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin Avrupa'daki diplomatik vazifesi tabi ki önemli ama asıl onun arkasındaki görevi daha önemli. Fermanda "Avrupa'ya git, vesait-umranı öğren" deniliyor. Yani uygarlaşma araçlarını öğren deniliyor. Hakikaten o sefaretname Mehmet Çelebi'nin görüp duyduğu her şeyi kaydettiği, Avrupa'nın gelişme çizgilerini bulmaya çalıştığı bir eserdir. Orada olmayan ama onunla birlikte gündeme gelen esas aydınlanma aracı da matbaa olacaktır biliyorsunuz. Çelebi Mehmed'in oğlu Said Çelebi babası ile orada matbaaları gezerken, merak etmiş, incelemiş, araştırmış ve döndüğünde ilk matbaamızı İbrahim Müteferrika ile kurmuştur.
> Matbaa konusuna da eserinizde hatırı sayılır bir yer ayırmış ve önem atfetmişsiniz.
> Matbaaya önem arz etmiş olmam Halil İnalcık'ın tespitinin de etkisiyle oldu. Ahmet Hamdi Tanpınar'da da kesin hatlarıyla olmasa da benzer belirlemeler var. Lale Devri'ni, matbaanın kurulması ile birlikte Osmanlı'nın aydınlanmasının ilk safhası diyebiliriz. Matbaanın kurulmasıyla birlikte Osmanlı Devleti'nin artık Avrupa'da olup biteni merak edip, dünya ilimlerine ilgi duymaya başlamasının ilk adımı. Üzerinde önemle durulmuyor ama bana göre bu çok önemli bir nokta.
> Halil İnalcık Hocamızın tespitlerine değinmişken onun bir de Fatih Sultan Mehmet dönemindeki bilimsel çalışmalara dikkat çekmesinin altını çiziyorsunuz. Neden Batılaşmaya geçiş süreci üzerinde bir araştırma yaparken ta Fatih dönemine gidip, böyle bir hatırlatmaya ihtiyaç duydunuz?
Çok iyi belirlemişsiniz. Şunu söylemek istiyordum orada: Osmanlı Devleti üç kıtaya hâkimdi. Çok büyük bir devletti ama bu güç sadece silah gücüyle, askeri güçle elde edilmiş değildi |
Ben bu çarpıcı durumun üzerinde durdum ve dedim ki "Büyüktük çünkü bilime de önem veriyorduk. 17. Yüzyıldan itibaren küçülmeye başladık çünkü ilme verilen önem azaldı, medreseler birer kültür ocağı olmaktan çıkıp, kısır tartışmaların yapıldığı ocaklar haline geldi. Medreselerin sadece Kuran'ı Kerim'in anlamına girilmeden okutulduğu kısır mezhep tartışmalarının yapıldığı hale dönüşmesi sosyal hayatı da olumsuz etkiledi ve içe kapattı. Bu içe kapamış ister istemez orduyu da içe kapanık hale getirdi. Yani bilimsel derinliğin ortadan kalkması paralel olarak askeri gücün de ortadan kalkmasına yol açtı"
... Kısır mezhep tartışmaları dediniz de... (devam edecek)
Neler Okuyacaksınız:
> Kısır mezhep tartışmalarından kasıt nedir?
> Fransızdan daha kafir görülenler kimlerdi?
> Türkiye'de avlanırken çocuk avlayan ve tutuklanan İngiliz gazeteciye neler yapıldı?
> Türkiye'de matbaa neden gelişmedi? Ulema engelledi ya da ekonomik çıkarlar tezi doğru mu?
> Türkiye bir İslam devleti olarak neden öncü konumda?
(Haber 7)
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.