1. YAZARLAR

  2. Cihan AKTAŞ

  3. Başörtüsünü Açmak
Cihan AKTAŞ

Cihan AKTAŞ

Yazarın Tüm Yazıları >

Başörtüsünü Açmak

A+A-

 

Başını açanların meselesi aslında ebeveynlerinin kuşağının hazırlayamadığı bir pedagojinin, ilmihalin, fıkhın ve kamusal alan boşluğunun meselesidir.

Başörtüsünü başta dikenli bir bez gibi taşımamak gerekir elbette, kahrolarak örtmenin sahibine bir faydası yok. Ancak böyle bir eğilim İslami kesimlerin, bütün olarak da Müslüman dünyanın bir yenilgisi şeklinde takdim edildiğinde, orada süreçleri eksik okumaktan ileri gelen bir yanlış anlama olduğunu söyleyebiliriz.

Dünyada vuku bulan olaylar bizi hep şaşırtıyor, geçmişte olup bitenler üzerine yeterince düşünmemişsek. Şimdilerde başlarını açıp mutlu olan kadınlarla ilgili haberler okuyoruz.

Başörtüsünü başta dikenli bir bez gibi taşımamak gerekir elbette, kahrolarak örtmenin sahibine bir faydası yok. Ancak böyle bir eğilimin ortaya çıkması İslami kesimlerin bütün olarak da Müslüman dünyanın bir yenilgisi şeklinde takdim edildiğinde, orada süreçleri eksik okumaktan ileri gelen bir yanlış anlama olduğunu söyleyebiliriz. Yerkürede hiçbir şey kimse için eskisi gibi değil. Bu nedenle öznel hikâyelerin oluşturduğu bir eğilimi, kişiselliğin aile veya toplumsal varlık içinde eridiği dönemlerin dalgalarıyla kıyaslamak özellikle yanlış.

Başörtüsünü yeniden keşfetmek

Yüz elli yıl öncesine kadar neredeyse bütün toplumlarda kadınlar başörtülüydü. Batı modernleşmesini takip eden hızlı süreçte kadınların başörtülerini atması, Hristiyan geleneğinin kadın kodlarından özgürleşme anlamına da geldi. Önce Avrupa’da, eksik insan, doğuştan günahkâr, akıldan ve ruhtan yoksun bir varlık olarak kabullenmeyi sineye çekmeyen feminist kadınlar din adamlığı oligarşisinin bu kabullerle biçimlendirdiği kavram, kabul ve âdetleri toptan reddederken bu dinin anlam dünyasında dünyevi bir hegemonyanın kabulünü gösteren başörtüsünden de uzaklaştılar. Yepyeni bir hayat tarzı arayışı daha güçlü çatışmaları getiriyordu. Süreç hızlandı. Oy hakkı mücadelesi gibi alanlarda kendini gösteren özgürlükçü söylemler, ataerkil kültür ve toplumsal kodlara dönük sorgulamalar, feminizm genel başlığı altında değerlendirildi hep.

Yüz yıl geçmeden feminist kadınların mücadeleleri sonucunda elde ettikleri oy hakkını halkı Müslüman ülkelerdeki kadınlar da yönetimlerin bir bağışı olarak kullanmaya başladı. Oysa oy veya rızanın onayı Akabe Biatları’nda Müslüman kadınlara da verilmişti. Bunu kimi unuttu, kimi hatırladı, kimi göz ardı etti...

Konu çok saçaklı, o yüzden dağılmaya hazır. Kimi kadınların “özgürleşme” adına başörtüsünden kurtulmaya çalıştıkları dönemlerde kimi kadınlar da “özgürlük” adına başörtüsünü yeniden keşfetti.

Abdullah Cevdet Kur’an’ı kapatıp kadınları açmak suretiyle elde edilecek kestirme modernleşmeyle çöküşün önleneceğini düşünüyordu. Baskı ve tahakküm olguları çarpıtarak çığrından çıkarırken tevazu, rıza ve takva arayışının da önünü alıyor. II. Abdülhamit’in sıklıkla yayımlattığı kılık kıyafet genelgeleri ne toplumun müreffeh kesimlerindeki kadınları lüks ve ihtişam içindeki hayatlarını sergileme heveslerinden vazgeçirdi ne de savaşların yol açtığı yoksullukla mücadele eden kadınların evlerine kapanmasını sağladı.

Halide Edib Adıvar, "Yeni Turan" kitabını 1912 yılında yayınladı.

Mithat Cemal’in Üç İstanbul romanının Süheyla’sı ve Halide Edip’in Yeni Turan’ının Kaya’sı sade bir tesettürün peşinde oldular. “Pozitivizm metafizikçi İttihatçıları tasfiye etti, genç pozitivistleri de materyalizm tasfiye edecektir”der Abidin Nesimi Yılların İçinden isimli hatıratında. Bu tasfiyeler sürerken İslami kesimler kendi özel alanlarına kapanarak mevcut kamunun hayat tarzı yaptırımlarından korunmaya çalıştılar. Ulusalcılığın ideal kadın bedeni model şeklinde kamuya yerleşiyor ve bütün şartlarıyla kadın kitlelerini örtülerinden vazgeçmeye zorluyordu. Talim ve terbiye kanallarında örtülü olmak cahil, köylü ve asalak olmakla bir tutuluyordu adeta.

Hidayet sosyolojiyi şaşırtır. 1991’de vefat eden Abidin Nesimi bu dönemin de şahidi olmuştu, nasıl yorumladığını bilmek isterdim.

Hızlı geçişler sürecinde başörtüsü sadece agorafobiye zorlanmış kadınların kullanımıyla sınırlı kalmadı, pozitivist eğitim görmüş genç kızlar da başlarını örterek “ulusal kadın modeli”nin veya kapitalizmin ideal kadın bedeni ölçülerinin dayatmalarına, yaratılmışlığın şükründen ayrı düşünülemeyecek “emanet beden” kabulüyle itiraz ettiler.
Yasakların gündeme getirdiği tartışmalarla keşfedilen kavramlar ve böylelikle süren yeni öğrenmelerle de kadınlar başörtüsüne yöneldi. Tesettürlü kadınların kamusal alan mücadelesi sadece kendileri için öğretici olmadı, aile ve çevrelerini de etkiledi. Kuşkusuz göçler ve şehirleşme bu denli yoğun yaşanmasaydı, genç kızlar ve kadınlar için bu değerleri yeniden tanıma ve keşfetme ortamları aynı şekilde oluşmayacaktı.

Mithat Cemal’in Üç İstanbul romanının Süheyla’sı ve Halide Edip’in Yeni Turan’ının Kaya’sı sade bir tesettürün peşinde oldular.
Mithat Cemal’in Üç İstanbul romanının Süheyla’sı ve Halide Edip’in Yeni Turan’ının Kaya’sı sade bir tesettürün peşinde oldular.
Ya ona benzeyecek ya da bir hiçe dönüşeceksiniz... Çok sonraları aile ortamında örtünen kimi genç kızlar annelerinin hayatlarını tekrar etmelerinin imkansızlığını fark ettiler. Bir medeniyete özgü sükûnetin görgüsü, muaşereti, fıkhı açısından değil, düzenini arayan bir bunalım çağının gel-gitleri açısından bakabileceğimiz bir olgu bu: Başında bir örtüyü severek taşımak kendine has bir keşif süreci talep ediyor. Elbet hidayet süreci diye de adlandırılabilir böyle bir süreç. Soyut veya somut tesettür devriyeleriyle mükemmel örtülü ancak köşeyi döndüğünde başörtüsünden kurtulmaya çalışan kuşaklar yetişiyor, İran Devrimi sonrasındaki uygulamalar bize bunu öğretmişti.

Baskıya karşı başörtüsünü benimsemek

Başörtüsünün aynı açıklama olamadığı şartlar altında kimi gençler aile hikâyesinin onları götürdüğü başörtüsünden vazgeçmeye başladı, çünkü o hikâyenin bazı unsurlarını bir türlü bulamıyorlardı aradıkları yerde. Ahlakın sadece başörtüsü, başörtülü kadınlar üzerinden konuşulması da ne ikna ediyordu ne de teşvik; 20 yıl önce İslâmiyât dergisinde yayımlanan “İran’da Siyah Yorgunluğu” başlıklı yazımda bunu anlatmıştım: Halk hareketlerini baskılamaya çalışan yasakçı iktidarlara karşı hak arayışının yanında olan kadınlar, halkla özdeş ve hakkaniyetle bağlı başörtüsünü canla başla benimsediler. Ancak süreç içinde bu özdeşleşmeyi mümkün kılan bağlar gevşemeye, kul hakkı kapsamına giren sorunlar zahiri dindarlık söylemleriyle perdelenmeye başlandığında, gençler için de başörtüsü eski cazibesini yitirmeye başladı.

“Gençler niye başını açıyor?” sorusu sonradan başını örten benim kuşağımı işte şu soruya götürüyor:

Biz gençliğimizde başımızı ailelerimizin muhalefetine rağmen niye örtmüştük? Başörtüsü kuşkusuz Allah’ın emriydi ve yanı sıra başka bir dünyaya aitliğin bir göstergesiydi. Böyle bir dünyaya inanmak bir güç gerektirir ve gençlik bu güce sahiptir. Bizim kuşağımız bunu gerçekleştireceğine inandı. Başörtüsü yasakları karşısında direnişin aradığı yeni kamusallık bu muydu peki?

Hep Necdet Subaşı’nın sözüne atıfta bulunuyorum bu konularda: “Bizim çocuklarımız bizim hikayelerimizde yaşamak istemiyor.” Kendisi bu tespiti Çorum’da 2014’te düzenlenen Dünyevileşme Sempozyumu’nda yapmıştı.

1980’lerde herkes aynı safta durduğu kişinin başörtüsünün deseni, boyutları, rengi, pardösüsünün etek uzunluğuyla, vakti giren namazı kaçırıp kaçırmadığıyla ilgilenirdi. Bir eksik varsa edinilmiş yeni bir bilgiyle düzeltme sorumluluğu hissedilirdi. Karşı cinslerin kaçak göçek ayak basılan kamusal alanda ortak bir dil ve muaşeretten yoksunluğunun oluşturduğu büyük sessizlikler, yanlış anlamaların veya anlamaktan uzak durmaların kırgınlıklarıyla derinleşirdi. Gerçekten saygı duymak nasıl olur, kişinin kendine özsaygısı da sürekli kendini haklı ve mazur bilmekle nasıl kazanılır, bizlerin güçlü bir sesle sormadığı bu sorular gelecek kuşaklara intikal etti hikâyeler yoluyla. Kimse başörtüsünün desenleriyle, boyuyla, markasıyla ilgilenmiyor artık, kamusal serbesti birbirine sahip çıkma samimiyeti ve sorumluluğu veren dayanışmaların silikleştiği bir dönemde gerçekleşti. Başörtüsü serbest oldu, ancak yepyeni sorunları var sistemin; mazlumun aynadaki siması sürekli değişir.

Başörtüsü kuşkusuz Allah’ın emriydi ve yanı sıra başka bir dünyaya aitliğin bir göstergesiydi.
.
Serbesti sonrası çoğu genç birçok olgunun yanı sıra yasakların sembolleştirerek aşırı anlamlar yüklediği başörtüsünü de yeni dönemin mazlumiyet hikâyeleri açısından yorumluyorlar. “Yükseklerde bir yere bağlılığın” gereklerini temsile şamil göremedikleri ölçüde sorguluyorlar başta taşınanın artık ne anlama geldiğini... Burada da kuşkusuz başka türlü bir yüceltme var, insan başında örtü olsa da olmasa da zaafları olan bir varlık. Kimi gençler, mücadelesini vermedikleri bir direnişin “yüce” anlamını taşımaya gönüllü olsalar bile güç yetiremedi buna, kimisi gönül bağlarını da koparma noktasına taşındı. Her birinin kendine göre bir sebebi olmalı ve farklı sebepler bir araya geldiğinde birçok başörtüsünden vazgeçme hikâyesi çıkıyor karşımıza.

Annelerin hikayeleri

Başörtüsü yüzünden masum görülüp sürekli uyarılar almak, başörtüsü yüzünden iktidarın bütün yanlışlarının hesabını vermeye çağrılmak, kul hakkı, emanetin ehline verilmesi gibi İslami birçok değer ve erdem konu edilmezken başörtüne aşırı anlam atfedildiğini düşünmeye başlamak ve daha önemlisi, başörtüsünü küçük yaştan itibaren anne ve babaların büyük hikâyelerinin bir gereği hâlinde taşımak. Annenin başörtüsünün yüklendiği direniş boyutundan yoksunluğunda yine anneye ait bir mücadelenin hikâyesi tarafından biçimlendiği hissinin itirazı, yukarıda saydığım sebeplerle güçleniyor. En yaygın ve etkileyici semboldü başörtüsü, en göze görünen tepki ve itirazlar da onu açmakla geliyor.

Yasakçı iktidarlara karşı hak arayışının yanında olan kadınlar, halkla özdeş ve hakkaniyetle bağlı başörtüsünü canla başla benimsediler.
Yasakçı iktidarlara karşı hak arayışının yanında olan kadınlar, halkla özdeş ve hakkaniyetle bağlı başörtüsünü canla başla benimsediler.
Bu gençler gördüğümüz baskıların, fedakârlıkla sürdürdüğümüz direniş ve hizmetlerin hikâyeleriyle, ancak korunaklı ortamlarda büyüdüler, böyleyken anne ve babalarının zorlu hayatlarının özümsediği her bilgi ve tecrübeyi erkenden yaşlanmış bir ruh hâliyle benimsemeleri beklendi. Haklı davanın çıkarımlarıyla yaşayıp gideceklerdi sanki kendilerine ait başka bir anlama çabası olmaksızın... Başörtüsünü çıkaran kızların bir kısmı bir duygu ve düşünce özümsemesi yaşamaksızın örtmüştü başına bir davanın sembolünü. Hep anlatılan fakat hazırlanmadığı dolayısıyla henüz kabullendiği söylenemeyecek bir temsili henüz ulaşamadığı bir olgunlukla sürdürmeliydi. Bu bir reddediş değil, bir hazırlanamama hikâyesi. Bir de hem İran’da hem de Türkiye’de başörtüsünü açan genç kızlardan duyduğum bir sorgulama hikâyesi var: Niçin başörtüsü konusundaki hassasiyet faiz, sömürü, şiddet, rüşvet, adam kayırmacılık gibi konularda gösterilmez! Neden ahlak sadece kızlar ve kadınların giyim kuşamı, hâl ve hareketleri üzerinden konuşulur!

Başını açanların meselesi aslında ebeveynlerinin kuşağının hazırlayamadığı bir pedagojinin, ilmihalin, fıkhın ve kamusal alan boşluğunun meselesidir.
Başını açanların meselesi aslında ebeveynlerinin kuşağının hazırlayamadığı bir pedagojinin, ilmihalin, fıkhın ve kamusal alan boşluğunun meselesidir.
Bir kuşak kendi geniş hikâyesiyle çocuklarını ve sonraki kuşakları dava adına sarıp sarmalamak istedi. Oysa kamusal yasak nedeniyle büyük anlamlar yüklenen başörtüsünün eyleme alanı kamusal serbesti döneminde yarıda bırakılmış eğitim ve amaçlara yoğunlaştı. Kardeşliğin, tevazuun, sadeliğin, diğerkâmlığın, gecekondularda yaşayan göçmenlerin dertleriyle hemhal olmanın örtüsü çok dağınık bir alanda geziniyordu artık, dolayısıyla sembolik anlamında da bir dağılma oluşmaktaydı. İdeallerin örtüsünün akıp giden hayat içinde eskisi gibi kalması elbette beklenemezdi. Bir bakıma olan, kamusal alanı görece değiştiren başörtüsünün anlamının bir tür normalleşme içinde gösterdiği uyumdu da; herkes meşrebine göre örtünüyordu. Serbesti sonrası başörtünün “normalleşme” sürecinde giderek geleneksel baş örtme tarzlarının esnek yönüyle bir buluşma gerçekleştirdiği de söylenebilir.

Gelgelelim önceki büyük hikâye, daha azıyla yetinmeye izin vermiyor ve sorgulama sertleşiyordu: Başörtüsü sadece örtü müydü, özellikle takva örtüsü değil miydi? Durmuş oturmuş zamanlarda yaşamayanlar için takvadan yani ileri bir mertebeden başlamayı mümkün kılan o güçlü sıçrama istisnai dönemlere özgü bir imtihan veya bağış olsa gerek. Takva söz konusu olunca diğerkâmlıkla ilgili, kul hakkıyla ilgili duyarlıkları hatıra getirmemek mümkün müdür? Takvadan söz edilecekse, küçük bir kızın sorumlulukları adına konuşurken daha temkinli olmak gerekmez mi? Anneler kaş göz eder, babalar itibarlarını öne sürer… Çocuk anne ve babanın muhtemel “takva” düzeyinin incelik ve hassasiyetlerini nasıl kavrasın, evlerin eski evler, mahallenin eski mahalleler olmadığı, dolayısıyla bu incelikleri kuşatan tabii öğrenme ve özümseme ortamlarından yoksunlukta?

Geçmiş on yıllarda ve daha öncesinde olduğu gibi sabit çevrelerde yaşamıyor insanlar, farklı çevrelere girip çıkıyorlar.
Geçmiş on yıllarda ve daha öncesinde olduğu gibi sabit çevrelerde yaşamıyor insanlar, farklı çevrelere girip çıkıyorlar.
Ve zaten bütün o takva üzere verilen mücadele bir tek başörtüsü için verilmiş olamazdı. Eski kamusal alan bir direnişle değişmeye mecbur edilmişken yeni teşekkül eden düzende açılan yaraları kim kendine dert edecek? 1980’lerde başörtüsü kuşkusuz başka sebeplerin yanı sıra erdemlilik ve iffet sembolü olarak da benimseniyordu, ancak artık baş örtme tarzları dağılırken sebepler de dağınıklık gösteriyor.

Hicap kıstası açısından bakılacak olursa artık ne her türlü baş örtme tarzının her şart altında eskiden görüldüğü şekilde iffeti temsil etme niyeti içinde olduğu öne sürülebilir ne de kimse başını örtmeyen bir kadını bu nedenle “iffetsiz” diye damgalayıp yargılama hakkına sahip olabilir.
Rızadan yoksunluk, mutsuzluk, kaçamaklar, gösteriş düşkünlüğü ve bütün bu nedenlerle tabii gelişimin bir yerinde takılıp kalma sadece başörtüsünü ilgilendiren meseleler değil. Rızadan yoksunluğa rağmen ısrarda ise devletlerin ve ailelerin söylemsel fukaralığı kendini gösteriyor.

"Başörtüsü Mağdurlarından Anlatılmamış Öyküler", tamamen hayatın içinden gerçek, sahici ve ibret verici bir panorama çiziyor.

Meselenin farklı ve değişme gösteren anlam boyutlarını şu iki anekdot açıklayabilir sanıyorum: İlki on beş yıl kadar önce başını açan İranlı bir genç kızdan duyduğum şu cümle: “Ben başımı açmadım, çünkü hiç örtmemiştim. Başımdaki örtü annemin ve babamın itibarıydı.” İkincisi Nazife Şişman’ın yayına hazırladığı Başörtüsü Mağdurlarından Anlatılmamış Öyküler’de yer alan şu ifadeler: “Başörtüsü benim bir parçam. Onu takmazsam kendimi çıplak hissedeceğimi biliyorum. Ve onu çıkardığım anda benden geriye bir enkazın kalacağını da biliyorum. Hiç günah işlemiyor değilim. Ama hiçbirisi başını açmak gibi değil, onların sürekliliği yok. Oysa başörtüsünü çıkardığımda, her sabah aynaya bakarken günahkâr bir yüze bakıyor olduğumu hissetmek beni mahvedecektir.”

İlk aktardığım anekdota gelebilecek itirazları duyar gibiyim. Müslüman bir ailede anne ve baba çocuğundan başını örtmesini isteyemez mi?

Ne yazık ki içinde bulunduğumuz son yirmi yıl ve daha hızlı olarak ise son on yıl ailenin sadece kesin talebiyle değil hatırı için bile örtünen başörtünün gevşek olduğunu ortaya koyuyor. Başörtüsü tıpkı onu örtme mücadelesi veren annelerinkine benzer bir şekilde Allah’ın rızası için örtüldüğünde sevgiyle benimseniyor.

Geçmiş on yıllarda ve daha öncesinde olduğu gibi sabit çevrelerde yaşamıyor insanlar, farklı çevrelere girip çıkıyorlar. Çevre etkileri yeni dönemin akışkanlığıyla sürekli değişiyor. Öğrenme süreklidir, benlik bu anlamda sürekli yenilenir. Bilgi ve görgü, hayat tarzları sürekli çatışma hali içinde çoklu karşılaşma alanlarında. Asıl mesele Müslümanların terbiye ve tebliğ dilini gözden geçirme eksikliği. Sorun şu ki kendi dönemimizin genç insanını saygıdeğer bir muhatap olarak kabul eden bir tebliğ dili önemli gelmiyor ahkâm sahiplerine. Dünya eski dünya değil ve haddizatında bildiğimizi sandığımız bu dünya bir “imtihan” yeri, dolayısıyla nostaljiyle kendimize hak vermeyi sürdürme konforuna sahip olamayacağımız sorunlar koyuyor orta yere. Biz tesettürü neden hala “açık zarf-kapalı zarf” kıyaslamasının ötesine geçen bir dille anlatmayı başaramıyoruz...

Kadın ahlakı - erkek ahlakı

Başını çoğu zaman ailelerinin rızası hilafına örten kadınlar, takvalı bir hayat arayışının disiplinini buldu başörtüsünün sınırlarında.

Gençlik samimiyetin çağı ve -Aliya da işaret eder buna- kadın ve erkeğe ait iki ahlak varmış gibi davrandığınızda onları aslında –zahirde kazanmış olsanız bile- kaybetmeye başlıyorsunuz. Genç bir erkek ailesinden öğrendiği vecibeler dairesinden uzaklaştığında neden başörtülü bir genç kızın yüz yüze geldiği tepkilerle karşılaşmaz… Bana kalırsa bütün ebeveynler Musa Carullah’ın Hatun kitabının perspektifiyle yönelmeli kız ve erkek çocuklarına.

Başını çoğu zaman ailelerinin rızası hilafına örten kadınlar, takvalı bir hayat arayışının disiplinini buldu başörtüsünün sınırlarında. İki taraflı yasaklanan sokaklarda adım atma meşruiyeti kazandırıyordu baştaki örtü, öne sürdüğü sebeplerle. Başta dalgalanan örtüyle başka bir dünyanın mümkün olduğunu görme/gösterme mücadelesinden söz edilemez şimdi doğrusu, ancak başını açan gençlerin bir kısmı açısından başörtüsünü erdemlerle ve özellikle pratik ahlakla ilişkilendirmeyi mümkün kılan coşkulu bir özdeşleşme yoksunluğundan söz edilebilir.

Başını açanların meselesi aslında ebeveynlerinin kuşağının hazırlayamadığı bir pedagojinin, ilmihalin, fıkhın ve kamusal alan boşluğunun meselesidir.
Başörtüsünden vazgeçen kimi “gençlerin soruları” bir yerde, ebeveynlerinin ve örnek aldıkları pek çok insanın “cevabı yasaklı yıllarda verilmiş” ve “orada kalmış sorularına” ne kadar da benziyor!

Nihayet..

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.