Andımızın Anımsattıkları
Danıştay'ın kararından sonra konu bir çok yönüyle tartışılmaya devam ederken konunun toplumumuzda baskın kültür haline geldiğini iddia edebileceğim bir başka boyutuna dikkat çekmek istiyorum.
15 Temmuz darbesinin tekrarını önlemek ve kalıntılarını devlet mekanizmasından silmek için bilumum Türk milliyetçi, solcu milliyetçi ve Kemalist milliyetçilerin koşulların doğurduğu ihtiyaca binaen, kadrolarda doğan boşluğa bir taktik veya strateji olarak hükümet tarafından yerleştirilmeleri ve bu yeni kesimlerin kendilerini güçlü hissetmeleriyle gelişen konjonktürde andımızı geri getirme çabası görünür oldu. Adı geçen kesimler, kendilerini güçlü hissedince ve koşulları da uygun bulunca yargı yoluyla tekil kültürü tepeden dayatma reflekslerini göstermeye başladılar. Adı geçen kesimler, değişen ülkede ve dünyada değişmemiş, çok etnik yapılı ve çok dinli toplumumuzu baskıcı ve ayrıştırıcı yöntemlerle yönetme kültürlerini korumuşlardır.
Mazide kaldığı sanılan güçlerin yeniden depreşmesini sağlayan koşullara gelişimiz de ilginç. Ak Parti, vesayet rejimini kırmak için vesayetçi olmadığını sandığı ve kırk yıl öncelerden devlete sızma yapan ama mütedeyyin sosyolojinin bir parçası olan Gülen ekibiyle doğrudan veya dolaylı destek ilişkisi içine girdi. Gülen, askeri vesayetin kırılmasında doğru ve yanlış yöntemleri harmanlayarak başarılı olunca, kendini iyice güçlü hissedince önceki vesayete rahmet okutacak kanlı bir kalkışmaya, her türlü İslami ve insani değerleri çiğneyen yöntemlere başvurdu. Havari görünümlü insanların içinden ekseriyetin görmediği korkunç bir canavar çıktı. Bir önceki vesayetten çok daha tekilci, tepeden dayatmacı, militarist, farklılıkları ayrıştırıcı bir yapı çıktı toplumumuzun bağrından. Bu yapı bir başka ülkeden ve bir diğer milletten gelmedi; kendi içimizden bitiverdi.
Sosyolojik olarak mütedeyyin ve muhafazakar kesimden beslenen bu yapı, Kemalist, solcu ve Türk milliyetçilerle ortak bir paydaya sahipti: Dayatmacı kültürü taşımak hem de öncekilerini mumla aratacak kadar daha haşin.
FETÖ’nün darbe yapacak kadar güçlenmesine zemin hazırlayan ana neden ise, Kemalist askeri vesayetin üç çeyrek uygulamalarıydı. Bir asra uzanan vesayeti kırmak için çalıştığı düşünülen bir güç, kırdığı vesayetin rekorunu kırmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Bu başarısızlığı, önceki vesayetin bir şekilde yeniden güçlenmesine uygun koşulları hazırlamış oldu.
90”larda Güneydoğuda yine dindar sosyolojiden çıkan bir yapı da biraz güçlenince kendi bölgesinde dayatmacı bir siyaseti ağır bedellere mal olacak şekilde uygulama sahnesine koymuştu.
Kürd milliyetçiliği ve sosyalist ideoloji temelinde gelişen PKK da tepeden tekil ve yabancı bir ideoloji ve kültürü silah zoruyla dayatan bir siyaseti ve stratejiyi yıllardır uyguluyor.
Bir ülkede rejimin kurucu unsurları, solcu Türk milliyetçileri, muhafazakar Türk milliyetçileri, solcu Kürd milliyetçileri ve dindar sosyolojiden beslenen yapıları güçlenince, güce kavuşunca dayatmacı bir siyaset ve strateji izliyorsa, o ülkede dayatmacılık baskın bir kültür haline gelmiş demektir. Çünkü toplumun ortak kültürü, toplumun mozaiğinde yer alan bütün toplumsal katmanlara nüfuz eder. Sağcısı, solcusu, Türkü, Kürdü, Kemalisti, İslamcısı hepsi bütün farklılıklarına rağmen dayatmacı bir zihniyeti taşıyorsa, orada “tekil olanı militarist yöntemlerle çoğula dayatma”nın baskın ve ortak bir kültür haline geldiği söylenebilir. Bu kültür değişmediği zaman, vesayet kısır döngüsüne yol açar. Bir vesayetin kırılmasında rol alanlar, güçlenince kendileri de vesayetçi olmaya çalışır.
Peki bu kültürü kim inşa etti? Çok dinli ve çok etnik yapılı bir toplumu üç çeyrek asır militarist yöntemlerle tepeden dayatmacı bir şekilde yöneten vesayetçi rejimden başkası olmasa gerek. Mandela, “ezilenlerin mücadeleleri için başvurdukları araçlar, bizzat ezenler tarafından belirlenir. Ezenler barışçı yöntemler kullanırsa ezilenler de barışçı yöntemler kullanır ama ezen zor kullanırsa ezilen de zora başvurur” diyor.
Üç çeyrek asır boyunca Kemalist vesayet rejimleri militarist yöntemleri kullanarak vesayet rejimini ayakta tuttu. Gerisi ezildi. Ezilenler de kendilerini ezenleri taklit etti ve bu taklit, bir kültüre dönüştü: Dayatmacı kültür.
Siyasallaşan her kesimimiz, dayatmacılığın daha uç bir noktasına çıkmak için yarışıyor. Dayatmacı siyasetler kabul görmediği için, dayatmacıların militarist yöntemlere başvurması da kaçınılmaz oluyor.
Dayatmacı kültür, özünde bölücülüğü barındırır. Zira tekil kültürü çoklu topluma dayatanlar, toplumun mozaiğini böler. Din, etnik ve ideoloji temelinde bölünmelere yol açar. Dayatmacı legal ve illegal yapılar, kurumlar ve kuruluşlar kabul etsin veya etmesin, taşıdıkları zihniyet toplumu bölücü, ayrıştırıcı ve çatıştırıcıdır.
Ak Parti iktidarlarının ikincisiyle başlayan on yıllık bir arada özgürlük kıyılarına doğru adımlar atılırken baskın kültür, vesayet döngüsünü bir başka şekilde devreye soktu. Bu silsile-i batılanın şimdi yeni bir evresinin emareleri belirmeye başladı. Başında da andımız var. Yani batıl dairenin yine başına döndük.
Çözüm, Mandelanın dediği gibi 'ezenlerini taklit eden' siyasallaşmış tüm kesimlerimizin, merhum İzzet Begoviç’in, Sırpların gayri insani ve gayri ahlaki saldırılarına misliyle karşılık vermeyi öneren askere 'Sırplar bizim öğretmenimiz değildir’ veciz sözündeki anlamı benimsemesi ve hayata aktarmasıyla gerçekleşebilir. Aksi halde bir ezen gider, bir ezen gelir. Çünkü bu kültür değişmez ise, ezilenlerimiz hep kendi içinde ezen bir canavarı beslemiş olacaktır. Kim bilir belki şu anda bile munis görünümlü ama zamanında ezilmiş nice birey ve yapımız vardır ki, güce kavuşsa içindeki canavar bizi şaşkına çevirecektir.
Hep beraber, bizi ezenleri gizli veya açık bir şekilde taklitten vazgeçip kesreti barındıran topluma ‘tekil’i dayatmaktan uzaklaştığımız zaman sorun esastan çözülmüş olur.
Özcesi hepimizin bir zihniyet devrimine, kültürel bir inkılaba ihtiyacı vardır.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.