1. YAZARLAR

  2. Alper GÖRMÜŞ

  3. Altanlar-Ilıcak davasında hukukun ilk ışığı...
Alper GÖRMÜŞ

Alper GÖRMÜŞ

Alper GÖRMÜŞ
Yazarın Tüm Yazıları >

Altanlar-Ilıcak davasında hukukun ilk ışığı...

A+A-

 

Ahmet Altan’ın kızı Sanem Altan, Yargıtay Başsavcısı’nın, babasının yargılandığı davaya ilişkin tebliğnamesini, “İki buçuk sene içinde ilk defa aklın sesi geliyor bu davadan” diye değerlendirdi. Katılıyorum ve ilave ediyorum: “’Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs’ suçu basit bir tokat ya da tehditle işlenmez” diyen tebliğname sadece bu dava için değil hukuk sistemimiz için de çok önemli bir gelişme...

 

Türkiye’nin hukuk mantığının ve sisteminin mütemmim cüzlerinden biri de, sistemin içinde bilerek-isteyerek muğlak bırakılmış alanların varlığıdır. Kahir ekseriyeti “Devlete karşı işlenen suçlar” kategorisinde yer alan böyle alanların varlığı sayesindedir ki, yargıdaki iddia ve hüküm makamları, karşılarındaki sanığın siyasi pozisyonuna bakarak (ya da iktidarın ne istediğini gözeterek) suçlama ya da hüküm kurma imkânına kavuşabiliyorlar.

 

Yargıtay Başsavcılığı’nın, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Ahmet Altan, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Fevzi Yazıcı, Şükrü Turgut Özşengül ve Yakup Şimşek’le ilgili olarak hazırladığı tebliğname, yukarıda sözünü ettiğim muğlak alanların en “kullanışlılarından” biri olan  “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs” suçunu yeniden gündeme getiriyor.

 

Bu muğlaklık alanının savcılara ve hâkimlere sunduğu imkânlar, suçlamak ve yargılamak yönünde kullanılabildiği gibi suçlamaktan va yargılamaktan kaçınma yönünde de kullanılabiliyor. Mesela Türkiye’nin “darbeli” on yıllarında darbeciliğin hangi aşamada “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs” suçu sayılacağına dair ülkenin ünlü hukukçularının savunduğu tezler ülkenin savcılar ve hâkimleri tarafından da benimsenen tezlerdi. (Genel kabul görmüş teze göre burada ölçü “tankların sokağa çıkartılması” idi; cidden! Ondan öncesinin “teşebbüs” sayılmaması gerektiği savunuluyordu.)

 

Fakat ben bugün, bu muğlaklık alanının “koruma-kollama” amacıyla değil de “can yakma” tercihi amacıyla kullanılmasını konu edineceğim ve bunu da bu faslın son örneği olan Altanlar-Ilıcak davası üzerinden yapacağım...

 

Muğlak değilmiş gibi görünüyor ama...

 

Biliyorsunuz, Ahmet ve Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak ve öbür sanıklar, Türk Ceza Kanunu’nun “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs” suçunu düzenleyen 309. Maddesi uyarınca ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldılar.

 

Aslında madde, ilk bakışta hiç de muğlak olmayan bir içeriğe sahipmiş gibi görünüyor... Maddede suç şöyle tarif ediliyor:

“Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar.”

 

Ahmet Altan’ın “söylemi” nasıl “cebir” unsuru oldu

 

309. Madde bu suç için cebir ve şiddeti şart koştuğuna ve sanıklar da sadece yazı ve konuşmalarındaki “suç delilleri”ne dayanarak suçlandıklarına göre, hukuk âlimi olmaya gerek yok, bu maddeyi ve “suç delilleri”ni karşılaştıran herhangi bir kişi, sanıkların “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs”le suçlanamayacağını bilir.

 

Fakat kazın ayağı öyle değil. İlk derece mahkemesi ve onun kararını onaylayan istinaf mahkemesi, sanıkların yazılarıyla ve konuşmalarıyla nasıl “cebir ve şiddet” kullandıklarını kararlarında bakın nasıl anlatıyorlar (Ahmet Altan’ın suç gerekçesinin izah edildiği bölümden):

“(...) Bu söylemler (yani yazılar ve konuşmalar –A. G.) kapsamında Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ve Cumhurbaşkanını tehdit ettikleri, darbenin gerçekleşeceğini beyan ettikleri, darbe girişimini terör örgütünce fikir ve eylem birliği içerisinde olmadan bilmesinin ve bunu bir gün önce kamuoyu algısını şekillendirecek biçimde beyan etmesinin mümkün olamayacağı, bu nedenlerle terör örgütünün medya unsuru olan sanığın, örgütsel amaçlar doğrultusunda, darbe girişimine maddi cebir kullanmak suretiyle iştirak eden faillerin eylemine girişime sözde neden teşkil eden siyasal ve toplumsal kaos ortamının bulunduğuna ve bu ortamın yaratılmasına yönelik örgütsel amaçla gerçekleştirilen kalkışma suçlarının hareket unsurunun alt unsuru olan ‘cebir’ teriminin öncülü ve ayrı düşünülemeyecek bir parçası olan söylem ve propagandalarda bulunmak suretiyle üzerine atılı Anayasal Düzeni Ortadan Kaldırmaya Teşebbüs Etme suçunun asli faili olduğu gerekçesiyle...”

 

Bu sıkıntılı paragraf, özellikle bir bölümüyle kendisine biraz daha yakından bakılmayı hak ediyor.

 

Yargının, Ahmet Altan’ın “söylemlerinden” yola çıkıp, ona ağırlaştırılmış müebbet cezası verebilmek için kanunun şart koştuğu “cebir”e nasıl vardığını anlatan şu cümleyi tekrarlamama lütfen izin verin:

“(...) Kalkışma suçlarının hareket unsurunun alt unsuru olan ‘cebir’ teriminin öncülü ve ayrı düşünülemeyecek bir parçası olan söylem ve propagandalar...”

 

Dikkat etmişsinizdir, yukarıdaki uzun paragrafın giriş kısmında “darbe girişimine maddi cebir kullanmak suretiyle iştirak eden failler”den söz ediliyor. Ahmet Altan onların arasında değil; o kadarı söylenemiyor. Fakat işte o da, yazıları ve konuşmalarıyla ve tabii yukarıdaki cümlenin yardımıyla “cebir” kullanmış oluyor ve böylece ona ağırlaştırılmış müebbet cezası verebilmenin koşulları da oluşturulmuş oluyor.

 

Yargıtay Başsavcısı: Öyle cebir olmaz!

 

Dava, birinci derece mahkemesi ve istinaf mahkemesinden sonra bu defa Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nde görülecek. Yargıtay Başsavcısı’nın tebliğnamesi, işte bu nedenle açıklandı.

Başsavcılık, Ahmet Altan ve öteki sanıkların “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs” suçundan değil, “örgüte bilerek ve isteyerek yardım” suçundan yargılanmaları gerektiğine işaret ediyor. Yargıtay 16. Ceza Dairesi bu yaklaşımı benimserse, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları bozulacak ve sanıklar 5 ile 10 yıl arasında cezalara çarptırılabilecekler.

 

Peki, Başsavcılık sanıkların neden “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs” suçundan yargılanmamaları gerektiğini savunuyor?

 

Bu soruyla birlikte meselenin en önemli kısmına gelmiş bulunuyoruz:

Başsavcılık çok net bir biçimde yazı ve konuşmayla “cebir” arasında bağ kurulamayacağını söylüyor ki, bunun emsal olması durumunda, yargı bundan böyle “cebir ve şiddet”i kelimenin gerçek anlamıyla kabul etmek zorunda kalacak; bu davada olduğu gibi lafı sündüremeyecek. Yani “söylemler”den yola çıkıp “cebir”e, oradan “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs”e, oradan da “ağırlaştırılmış müebbet”e sıçrayamayacak.

 

Böylece hukuk sistemimizdeki muğlak alanların en kullanışlısı kullanılamaz hale gelecek ve bu da çok önemli bir ilerlemeye işaret edecek.

 

Başsavcılığın yaklaşımı...

 

Yargıtay Başsavcılığı’na göre “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs” suçunun gerçekleşmesi için bu suçla bağlantısı kurulan fiil mutlaka cebir ve şiddet içermelidir ve bu şiddet soyut değil somut olmalıdır, yani suç maddi biçimde işlenmelidir. Tebliğnamenin kelimeleriyle: “’Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs’ suçu basit bir tokat ya da tehditle işlenmez...”

 

“örgüte bilerek ve isteyerek yardım” var mı?

 

Ben buraya kadar sadece Başsavcılık tebliğnamesinin “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs yok” bölümünü ele aldım, çünkü bu davada yeni ve önemli olan o.

 

Fakat bu, Başsavcılık’ın, sanıkların “örgüte bilerek ve isteyerek yardım” ettikleri yönündeki görüşüne katıldığım anlamına gelmesin.

 

Tam burada, istinaf mahkemesinin onayından sonra kaleme aldığım “Varsayımdan üretilmiş ‘delil’le ağırlaştırılmış müebbet!” başlıklı yazımı hatırlatmak isterim.

 

O yazıda, sanıkların “cebir ve şiddet” kullanarak darbeye fiilen katıldıklarını iddia edebilmenin olmazsa olmaz şartını tartışıyordum. Bu şart, sanıkların “örgüt”le organik bir bağ içinde olduklarını, başka bir deyişle “örgüt üyesi” olduklarını gösterebilmekti. Öyle ya, bir insan, “örgüt”le organik bir bağı olmaksızın darbeye -hem de cebir ve şiddet kullanarak- nasıl katılabilirdi?

 

İşaret ettiğim yazımda, savcılığın bu sonuca kendi varsayımını delil olarak kullanarak ulaştığını öne sürmüştüm ki, bu tuhaf mantık, karar metninde de aynen benimsenmişti. (http://serbestiyet.com/yazarlar/alper-gormus/varsayimdan-uretilmis-delille-agirlastirilmis-muebbet-847550).

 

Hukukun bu davadaki ilk ışığı?

 

Ahmet Altan’ın kızı Sanem Altan, Yargıtay Başsavcısı’nın tebliğnamesinin açıklanmasından sonra Twitter hesabından şu mesajı paylaştı:

“Hukuk yargıya karşı... Ve hukuk daima kazanır, sadece bazen biraz beklemen gerekir :)))))) 2,5 sene içinde ilk defa aklın sesi geliyor bu davadan...”

 

Ben, Sanem Altan’ın yorumuna katılıyorum. İlaveten, tebliğnamenin sadece bu dava için değil hukuk sistemimiz için de çok önemli bir gelişme olduğunu düşünüyorum.  

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.