1. YAZARLAR

  2. Cevdet IŞIK

  3. ALLAH’IN HAKKINI VERMEK
Cevdet IŞIK

Cevdet IŞIK

Yazarın Tüm Yazıları >

ALLAH’IN HAKKINI VERMEK

A+A-

 

Her insanın içine doğduğu bir zaman vardır. Zaman söz konusu olunca, konunun sözü de zaman olacaktır haliyle. Sanki aynı şeyden söz ediliyor ama öyle değil. Burada bir kelime oyunu da yapılmıyor. En doğru anlamlara, kelimelerin hakkı verilerek ulaşılır.

Zamanı gündeme alarak zaman algımızı oluştururuz. Her insanın sahip olduğu zaman algısı, hayata nasıl bakacağını da önemli ölçüde etkiler.

Zamanın izafiliği, Mutlak’a yol verdiği zaman, zamana biçilen değerde isabet hâsıl olur. Fakat zamanın mutlaklık elbisesine bürünmesiyle durum değişir. O zaman izafiliğin kör kuyusuna doğru yol alınır. Mutlak da izafi de kendi kulvarında değerlendirilmeli, biri diğerinin yerine kullanılmamalıdır.

Zaman algısı, umut ve umutsuzluk çatalını karşımıza çıkaran bir algıdır. Umut eden, umut edilenle hakikate yaslanmaya çalışır. Yani umudun gücünü, umut edilenin gücü oluşturur. “Umuda istihkakı olmak” için insanın elinden geleni yapması ise öncelikli koşuldur.

Allah, mutlak güç ve kudret sahibidir. O’nu isim ve sıfatlarıyla tanırız. O, varlığı yaratıp var etmiş, mülkün gerçek sahibidir. Her hususta mutlak manada tasarruf edebilendir…

Allah, zamana da mekâna da bağlı değildir. Fakat her şey gibi zaman da mekân da O’na bağlıdır.

Allah’ın hakkını vermek, insana hakkını vermeye benzemez. Bu manada bizim -haşa- Allah’a verebileceğimiz herhangi bir şey yoktur. Vermek için mülk sahibi olmak gerekir. Allah’tan başka mülk sahibi var mıdır? Her insanın şöyle veya böyle kullandığı birtakım şeyler var tabi. Fakat kullandığı bu şeylerin mülkiyeti ona ait değildir. Bunlar elde bulunan emanet cinsinden şeylerdir.

Yaratılmışın içine doğduğu zaman da mekân da emanettir. Hatta bizatihi kendisini oluşturan maddi manevi bütün hassalar da emanettir. Emanet iade olmayı, iade olma ise bir geri dönüşü gerektirir. Onun için her insan, farkında olsun veya olmasın bir dönüş yolculuğu içindedir. Dönüşe konu olan zamanın, mekânın ve eşyanın fıtratında fanilik vardır.

Görece olanların mutlakla ilişkisini, Yaratan-yaratılan ilişkisi bağlamında ele alabiliriz. Zaman, mekân ve varlık mutlak değildir; hem gelip geçici hem de izafidir. İnsan çoğu zaman, izafi olanı mutlak olanla kıyaslar. Böylece bir iktidar devşirmenin hesabını yapar. Bu hesapla en büyük yanılgının sahibi olur. İnsan kadar yanılgılarla başını taştan taşa vuran başka bir yaratık yoktur.

Allah’ın hakkını vermek demek, her açıdan mutlak mükemmel olduğuna inanmak demektir. İnanmak sadece kalbi ve kavli değil, aynı zamanda fiili bir durumdur da. Yani inanmak düşünsel, söylemsel ve eylemsel bir olguya tekabül eder. Kur’an’da inanmayı ifade eden kavrama tevhid denir. Tevhid, hayatın bütününü kuşatan bir kapsamlılığa sahiptir.

Tevhid, Allah’ın mutlak mükemmelliğini ifade eder: “Allah’tan başka ilah yoktur.” İçerik olarak bu cümle zaman, mekân ve varlık bağlamında sınırları belirleyen, kaostan kozmosa giden yolu aydınlatan bir cümledir. İşte Allah’ın hakkı dediğimizde bu cümle akla gelir. İnsan bu cümlenin anlamına vararak gereğini yaptığı zaman, Allah’ın hakkını vermiş olur. Mesele bu kadar açık ve nettir. Yani Allah’ın hakkını vermenin bilgisine, yoluna ve yöntemine tevhid diyoruz. Allah’ın insana verdiği bütün nimetler, bu hedefi gerçekleştiren yardımcı güçlere benzer.

Bütün zamanların en önemli hastalığı, Allah’ın hakkını vermeme hastalığıdır. Hastalık diyorum, çünkü insan dünyaya gelirken sağlıklıdır. Doğuştanlığı ve içine doğduğu doğa, Allah’ın hakkını vermeye yatkındır. Sonradan kaptığı mikroplarla bünyesi zayıflıyor ve hastalıklı hale geliyor. İnsanın bu hastalığı, insanın kendi tercihleriyle oluştuğu için, sorumluluğu da insanın kendisine ait oluyor.

İnsan, Allah’ın hakkını vermediği zaman zalim oluyor. Bu şekilde hem kendisine hem de Allah’a haksızlık yapmış oluyor. İblis, böyle yaparak şeytan olmuştu. Âdem de buna benzer davranmış ama derhal dönüş yaparak af dilemişti. Sonra da af dileği kabul edilmişti. İnsanlık tarihi tümüyle bu tür ilişkilerle oluşan bir tarihtir.

Bugün insanlık sekülerizm paydasında Allah’ın hakkına en büyük saldırıyı yapmaktadır. Bu saldırıda ne yazık ki “Müslümanım” diyenler de yer almaktadır. Biz Müslümanların hayatı, çelişik hayatların oluşturduğu ibretlik bir tabloya benziyor: Doğru nereden ve kimden gelirse gelsin kabul edecektik. Ama öyle olmadı, sadece kendi gettomuzun doğrularını kabul ettik. Zulüm nereden ve kimden gelirse gelsin reddedecektik. Ama öyle olmadı, zulüm bizden olunca ses çıkarmaz olduk… Saymakla bitirilemeyecek olumsuz bir müktesebat.

Neden bütün bunlar peki? Çünkü Allah tasavvurumuz bozuldu. Kur’an’la ilişkimiz bozuldu. Dolayısıyla insan ve diğer varlıklarla ilişkimiz bozuldu. Zaman algımız değişti. İzafi olanla mutlak olanın yerini değiştirdik. İki arada bir derede şaşkınlar gibi ne yapacağımızı bilemez olduk. Doğru dürüst düşünmeyi beceremeyince, taklit etmeyi marifet makamına çıkardık. Bu şekilde Allah’ın hakkını vermek mümkün olabilir miydi? Dolayısıyla hem fert olarak ve hem de toplum olarak sınıfta kaldık.

Allah, insan üzerinden, doğa üzerinden, diğer varlıklar üzerinden ve en önemlisi de yokluk üzerinden bizlere Kendisini tanıtmış ki, hakkını verirken sorun yaşamayalım. Bütün bir hüküm ve hikmet sahibi Allah’ın hakkını teslim etmeden, ne özgürlük ve ne de kendimize ait bir hayat tarzımızın olması mümkün olmayacaktır. Zamanın insanları olarak zamanın ötesine yolculuk bilinciyle, yeni değerlendirmeler yaparsak Allah’ın hakkını verme imkânını da yakalayabiliriz. O’na hakkını vermek O’nu tanımak demektir. O’na hakkını teslim eden gerçek Müslüman olmadan huzur bulmak ve huzura varmak da mümkün olmayacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.