1. YAZARLAR

  2. Yavuz Yılmaz

  3. Aliya İzzetbegoviç: Doğu ve Batı Arasında İslam
Yavuz Yılmaz

Yavuz Yılmaz

Analiz
Yazarın Tüm Yazıları >

Aliya İzzetbegoviç: Doğu ve Batı Arasında İslam

A+A-

 

 

 

 

 

     Aliya İzzetbegoviç düşüncesini anlamak için referans kitap, yazdığı ”Doğu ve Batı Arasında İslam” adlı eseridir. O'na göre “Bu kitap teoloji değildir; yazarı da teolog değildir. Bu bakımdan kitap, doğrusu aranırsa İslam’ı bugünkü neslin konuştuğu ve anladığı dile tercüme teşebbüsüdür.” (Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, Yarın Yayınları) 

     İzzetbegoviç’in tavrı, Mehmet Akif Ersoy’un İslam’ı çağın idrakine söyletmek anlayışını hatırlatmaktadır.

     İzzetbegoviç kitabında "dünyanın içine düştüğü ideolojik çatışmada İslam’ın yeri nedir?" sorusuna cevap aramaktadır. O'na göre dünya görüşlerini kabaca üç bölüme ayırabiliriz :

     1 - Dînî (maneviyatçı) dünya görüşü

     2 - Materyalist dünya görüşü.

     3 - İslamî dünya görüşü

     Begoviç’e göre felsefi düşüncenin temeli akıldır, ancak insanlık tecrübesinin bize gösterdiği şudur: Sadece aklın sınırları içinde kalarak tutarlı ve sistemli bir düşünce sistemi üretmek mümkün değildir. Bu anlamda Hristiyanlık ve materyalizm kendi düşünsel temellerini ve özelliklerini kaybetmedikçe çıkış yolu bulmaları mümkün değildir.

     Hristiyanlık ve materyalizm arasında İslam, insanlığa kurtuluş yolunu gösterecek üçüncü yoldur. Maneviyatçı dîn anlayışı ile materyalizm arasında bir denge sistemidir. İslam, temizlik ve ibadet gibi düaliteyi birleştiren bir sistemdir.

     Begoviç’e göre Kur’an’ı okuyan birbirine zıt unsurlar barındırdığını sanısına kapılabilir, ancak Kur’an bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak uygulamaya başlayınca bu algılamadan doğan güçlük ortadan kalkar.

     Begoviç “Ne var ki Kur’an, edebiyat değil hayattır” sözüyle, Kur’an’ın teorik bilgiler içeren bir edebiyat eseri değil, insanlığa yol gösteren hayatın içinde bir kitap olduğunu belirtir.

     Bu dünyacı ve maneviyatçı düalizme benzer bir düalizm de İslam’ın kendi içinde vardır. Bu düalizmde mutasavvıflar manevi, akılcılar ise dünyevi olanı temsil etmektedir. Kur’an merkezli okuma yaptığımızda ne mistiklerin ne de akılcıların İslam’ı kuşatıcı bir biçimde kuşatmadığı görülecektir.

     İzzetbegoviç’e göre İslam beden ve rûh, dünya ve ahiret arasında denge kuran bir zemin üzerine oturur. “İstikbal ve pratik insanî çabalar bakımından İslam, bedenen ve rûhen aheng içinde bulunan insanları yetiştirmek ve kanunları ile sosyo-politik müesseseleri bu ahengi muhafaza edecek şekilde kurulmuş olan bir toplum meydana getirmek için yapılan bir çağrıdır." (Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam)

     İzzetbegoviç, tekamül ve yaratma konusunda Darwin ve Michelangelo’yu karşılaştırarak konuyu analiz etmektedir. Kuşkusuz her dünya görüşünün temelinde insanın kökenine ait düşünceler bulunmaktadır. Bilim insanın kökenini zoolojik ilkelere, dîn ve sanat ise yaratılmışlığa dayandırır. Dîn ve sanata göre başlangıç ani ve sancılı bir süreçte gerçekleşmiştir. Buradaki temel sorun insanın  ortaya çıkışı evrimsel bir süreçte mi yoksa yaratılış süreciyle mi olduğudur.

     Materyalizme göre insan mükemmel bir hayvandır ve doğadaki maddî koşulların ürünüdür. İnsanı biyolojik gerçekliğe indirgeyerek tanımlayan en önemli bilim adamı ise Darwin’dir. Darwin yaşamı doğal ayıklama rekabet düşüncesi üzerine kurar. Bu durumda yaşam mücadelesinde başarılı olan türler ayakta kalır başarısız olanlar da elenir. Bu süreç basit canlılardan karmaşık canlılara doğru ilerleyen bir süreçtir.

     İzzetbegoviç’e göre Darwin ve Michelangelo Batı düşüncesinde insanın kökeni bakımından iki farklı, aynı zamanda iki karşıt anlayışı temsil ederler. İnsan vücûdunun hayvanî tabiatına ilişkin vurgu Darwin’den önce dînden gelmişti kuşkusuz, ancak buradaki temel fark, yaratılışın bir üst irade tarafından mı, yoksa tabiatın kendi doğal akışı ve evrimi içinde mi olduğu konusudur. İzzetbegoviç’e göre hayvan ile insan arasındaki fark fizikî ve zekâ farkı değil, manevî bir farktır. Bu fark dîn, ahlak ve sanat tarafından ortaya konur. İnsan sadece bu dünya ile sınırlı ise, o zaman hiçbir şeyin ne mukaddesliğinden ne de pisliğinden bahsedilebilir.

     İzzetbegoviç’e göre dîn, sanat ve ahlakın asıl işlevi dikkati sır ve sorulara yöneltmesidir. Bunun doğal sonucu hayatı sadece bilim adamlarının çalışmaları ile anlamlandırılamayacağıdır. Tekamül insan ile hayvan arasındaki birliği tespit etmekle ve insanı hayvanın daha ileri bir aşaması olarak konumlandırması tabiat ve kültür arasındaki ilişkiyi yok etmiştir. İnsan için “Arzın kurdu, hem de semanın çocuğu” tanımlamasını yapan İzzetbegoviç’e göre, insan bu iki tezat arasındadır. O'na göre “İnsanların eşitliği ve kardeşliği, ancak ve ancak insanı Tanrı’nın yaratması durumunda mümkündür. İnsanların eşitliği manevî bir gerçektir; tabii (fizikî veya entelektüel) bir gerçek değil. Bu eşitlik insanın ahlakî değer olarak insan haysiyeti olarak; insan şahsiyetinin vazgeçilmez değeri olarak mevcuttur.” (Aliya İzzetbegoviç; Doğu ve Batı Arasında İslam)

     Sanatın en büyük değeri insanı unutulmuş, dışlanmış insanlarda aramasıdır. İnsanı dîn, sanat ve ahlakın dışında tanımlayıp eşya düzeyine indiren herşey insanlık dışıdır. “Dîn ve onun ‘Semadaki Prolog’u olmadan, insanın en büyük değer olduğuna dair sağlam bir inanç yoktur. Dîn olmadan insanın gerçekten mümkün olabileceğine, gerçekten varolacağına da inanmak zordur." (Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam)

     İnsanı çevrenin ürünü sayan anlayışlar, insana en büyük kötülüğü yapmışlardır. İzzetbegoviç’e göre Nazizm ve Stalinizm'in insanlık için dehşet verici uygulamalara başvurması, insanı alet olarak kabul eden materyalist anlayışlarından kaynaklanmaktadır.

     İzzetbegoviç, kültür ve uygarlık arasındaki ilişkiyi diğer görüşleriyle paralellik içinde değerlendirmektedir. İnsanın ilk ortaya çıkışı ilk alet ve ilk kültle ilişki içerisindedir. Kültür “Semadaki Prolog"la başlamıştır, uygarlık ise insanın tabiatla mücadelesinden başlamıştır. Bundan dolayı kültürün öznesi insan,uygarlığın öznesi ise toplumdur. “Tefekkür, meditasyon insanın kendi kendini, dünyadaki yerini tanımak üzere sarfettiği iç çaba; öğrenmek ve tahsil etmek ise gerçekler ve gerçekler arasındaki münasebetler hakkında bilgi toplamaktan ibaret apayrı bir faaliyettir.” (Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam)

      Okul uygarlığın en önemli parçasıdır, ancak bu tip öğretimin zorla almaması gerektiğini savunur İzzetbegoviç. Okul ancak tenkitçi düşünce yeteneğini geliştirdiği ve manevî eğitime katkı verdiği ölçüde kültüre katkısı olur. Ancak kültür ile kitle kültürü arasındaki fark gözden kaçırılmamalıdır. Kültür ferdileşmeyi, kitle kültürü ise tek düzeliği içerir. Kitle kültürü din ve ahlaktan, kültürden ayrıdır. Kitle kültürü öğretir eğitmez, zevk ve değerlerden yoksundur ve bireyi kimliksizleştirir. Millî kültür orijinaldir, zevksiz ve düzeysiz değildir, bu özelliği ile kitle kültüründen ayrılır. Millî kültür ortaklığa, kitle kültürü ise manipülasyona dayanır. Kitle kültürünün en önemli araçları radyo ve televizyondur ve bu araçlarla toplumu yönlendirir ve insanları aldatır.

     Dîn insanı özgürleştirme çabasıdır. Ancak sistemleşip devletleştiğinde düzenin bir parçası olur. Özgürleştirme misyonunu kaybettiği gibi zûlmün bir aracı haline bile dönüşebilir. O'na göre “Dîn de ihtilal de acılar ve ıztıraplar içinde doğar. İkisi de refah ve konfor içinde yok olup gider. Gerçekten devam eden, sırf onların gerçekleşme çabasıdır. Onların gerçekleşmesi ise aynı zamanda ölümleri demektir. Dîn de ihtilal de gerçekleşirken kendini boğacak müesseselerini, strüktürlerini doğurur.” (Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam)

     İzzetbegoviç’e göre tutarlı bir uygarlık eleştirisi yapmak için onu nihilistçe reddetmek değil, hakkındaki efsaneyi yıkmak gerekir.

     İnsanının varoluşuna vurgu yapan dîn ve sanattır. Sanat, insanı yaratma eylemine çağırır. İlim doğruyu, sanat hakikate uygun olanı; ilim kanunları keşfedip yararlanmak, sanat kâinattaki düzeni yansıtmayı amaçlar.

     Dîn ve sanat arasında ise birlik vardır. Dram insanın dinî - ahlakî sorunlarının ifade tarzıdır. Sanat bir yaratma eylemi olarak dînin çocuğudur.

     Sanat ve ateizm birarada barınamazlar. Nitekim Sovyet uygulaması olan devlet ateizmi, sanatı geriletmiştir. Rusya’nın bütün büyük sanatçıları Çarlık Rusyası dönemine aittir. Aliya İzzetbegoviç’in "Sanat insanı amaç olarak ararken aslında Tanrı’yı arıyor" şeklindeki değerlendirmesi Necip Fazıl’ı hatırlatmaktadır. O'na göre bazı ateist sanatçıların olması sanatın dînî temelli olduğu gerçeğini değiştirmez.

     Ahlak hiçbir zaman tarafsız değildir. İstek ve fiil arasındaki zıtlık ise insan ile dünya arasındaki zıtlığın yansımasıdır. Ahlak ile dîn kuşkusuz aynı şeyler değildir, ancak dîn olmadan ahlak var olamaz. Ahlak düşüncesi yasaktan doğmuştur, yasak ise dînî temellidir. Dîn "nasıl inanmalı?" sorusuna, ahlak ise "neye meyletmeli, nasıl hareket etmeli?" sorularına cevap arar. Dînsiz ahlak olamaz, çünkü ahlak dînin öbür halidir.

     İzzetbegoviç’e göre insan ve kültür arasındaki bağlantı "Semadaki Prolog" ile başlamaktadır. Dolayısıyla kültür doğası gereği dîn ile bağlantılıdır.

     İzzetbegoviç bir diğer ikili karşılaştırmayı dram ile ütopya arasında yapar. "Şer insan rûhunun derinliklerinden mi doğuyor yoksa insan hayatının objektif şartlarının mı ürünüdür?" sorusunu soran İzzetbegoviç, kötülüğün insanın ve toplumun içinde olduğunu savunur. Dram insan rûhuyla, ütopya toplumla ilgilidir; dram varlığın en büyük biçimi, ütopya cennet hayalidir; dram hürriyet, ütopya mükemmelliktir; dram insan, ütopya ise dünya ile uğraşır.

     İzzetbegoviç’e göre tarih boyunca insanlar iki anlayışa, iki tutuma, iki hayat tarzına sahip olmuşlardır. “İnsanlar var ki güçlü iktidarlara hayrandırlar; disiplinli ve ordularda görülen, amir ve memuru belli olan düzeni severler. Yeni kurulan şehir semtleri, sıraları dosdoğru ve cepheleri hep aynı olan evleriyle onların zevklerine uygundur. Müzik bandoları, formaları, gösterileri, resmî geçitleri ve bunlar gibi hayatı güzelleştiren ve kolaylaştıran şeyleri beğenirler. Bilhassa herşey ‘kanuna uygun’ olsun isterler. Bunlar teba zihniyetli insanlardır ve tabi olmayı; emniyeti, intizamı, teşkilatı, amirlerince methedilmeyi, onların gözüne girmeyi severler. Onlar şerefli, sakin, sadık ve hatta dürüst vatandaşlardır. Tebaa iktidarı iktidar da tebaayı sever. Otorite yoksa bile tebaa onu icat eder. Öbür tarafta mutsuz, lanetlenmiş veya lanetli ve daima gayr-i memnun bir insan grubu vardır. Bunlar hep yeni birşey isterler; ekmek yerine daha ziyade hürriyetten, intizam ve barış yerine daha ziyade insanın şahsiyetinden bahsederler. Geçimlerini hükümdara borçlu olduklarını kabul etmeyip, bilakis, hükümdarı da kendilerinin beslediklerini iddia ederler. Bu daimi itizalciler umumiyetle iktidarı sevmezler, iktidar da onları sevmez. Tebaa, insanlara, otoritelere, putlara; hürriyetçiler ve isyancılar ise tek bir Tanrı’ya taparlar. Putperestlik köleliğe ve boyun eğmeye nasıl engel teşkil etmiyorsa, hakikî dîn de hürriyete mani değildir” şeklinde insanları iki kategoriye ayıran İzzetbegoviç, şöyle der: “Bu iki gruptan hangisine mensup olduğunuza siz karar verin.” (Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam)

     İzzetbegoviç’e göre uygarlık kadını kullanım objesi yapmış, ancak şahsiyetini ondan almıştır. Uygarlık kadınların en yüksek ideali olan analık vasfını küçük düşürmüştür. Uygarlık analığı kölelik gibi görerek ondan kurtulmayı vaat etmiştir. Çünkü uygarlığın ideali çocuksuz anne babalardır. Anne ve aile dînî dünya anlayışına uygundur, huzurevleri ve bakıcılar ise ütopyaya aittir.

     İzzetbegoviç’e göre Musa - İsa - Muhammed üçlüsünde Muhammed, Musa ve İsa arasında bir denge konumunda bulunur. Bundan dolayı İslam’ı anlamak için Yahudîlik ve Hristiyanlığı iyi anlamak gerekir. Musa, İsa ve Muhammet aslında üç farklı anlayışı temsil etmektedir.

     Yahudîlik, bilimsel anlamda pozitivist, ticaret ve uygarlığa yatkın kültürle ilgilenmeyen, bilincini sadece bu dünyaya yönelten sol anlayışı temsil eder. Hristiyanlık ise tüm enerjisini Yahudîlik'in aksine semaya ve öte dünyaya yöneltmiştir. Hristiyanlık dîndış dünyayı düzenleme amacını tamamen yitirmiştir.

     Hz. Muhammed, Hz. Musa ve Hz. İsa’nın tam ortasında bulunuyordu. “Hz. Muhammed, mağaradan dönmeye mecburdu. Bu dönüşü olmasaydı hanif olarak kalacaktı. Fakat döndüğü için İslam’ın rasulü olmuştur. Bu, dahilî ile haricî dünyanın, mistik ile aklın, meditasyon ile eylemin karşılaşmasıydı. İslam mistik olarak başlamıştı, siyasî ve devlet fikri olarak devam etti. Dîn, gerçekler dünyasına girerek İslam oldu.” (Aliya İzzetbegoviç,Doğu ve Batı Arasında İslam)

     İslam, Yahudîlik ve Hristiyanlık arasında dengedir. Hristiyanlık bu dengeyi dünyadan ayrılarak, sadece öte dünyayı önemseyerek bozmuştur. Tasavvuf bir anlamda denge dîni olan İslam’dan öte dünyayı amaçlayan ve dünyayı dışlayan Hristiyanlığa dönüş demektir. İzzetbegoviç’in tabiriyle “İslam, Hz. İsa’dan Hz. Muhammed’e doğru ilerleme demektir. Derviş ise tam tersine Hz. Muhammed’den Hz. İsa’ya dönüşü ifade eder.” (Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam)

     İslam’ı anlamak için içindeki düalizmleri anlamak gerekir. Bunlardan biri de zekât - namaz düalizmidir. Namaz insana, zekât insanlara dönüktür; namaz terbiye, zekât düzenin parçasıdır; namaz şahsî, zekat toplumsaldır. Tüm İslam iki kutuplu bir birliğin işaretini taşımaktadır. Mekke ve Hira Mağarası'nda bir düalizmdir. Hira bireysel Mekke toplumsaldır. Dîn tabiata ve topluma dönüktür. Geçmişte İslam medreselerinde okutulan dînî ve dünyevî bilimler ayırımı da aslında iki kutuplu birliktir. Hayat daima birbiri içine girmiş iki kutuplu bir birliktir.

     “Bu kaçınılmaz iki yönlülük İslam’ın kaynaklarında da tezahür etmektedir. Herşeyden evvel Kur’an ve Hadis’te. Her biri kendi başına ilham ile tecrübe, edebiyat ile zaman, düşünce ile tatbikat veya fikir ile hayatı temsil etmektedir. İslam bir düşünce tarzı olmaktan ziyade bir yaşayış tarzıdır. Kur’an’ın bütün tefsirleri, onun, Hadis’e, yani hayata başvurmadan anlaşılmaz olduğunu göstermektedir. Sadece bir tek hayatın, yani Hz. Muhammed’in hayatının izahında İslam pratik bir felsefe, şümullü bir hayat tarzı olarak ortaya çıkmıştır. İslam’ın üçüncü ayağı olan İcma'ı da mütalaaya dahil ettiğimiz zaman gene aynı pozisyonda kalırız. İcma bilindiği gibi dînî bir meselede alimlerin (İmam Şafiî’ye göre tüm alimlerin, Taberî ve Razî’ye göre ise ekseri alimlerin) ittifakı demektir. Elitist prensibe sayı (guantification) sokmazsa, İslam, İslam olmaz. İcma’da aynı zamanda hem aristokratik (elitistik) hem de kantitatif (demokratik) bir prensip bulunmaktadır.“ ( Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam)

     Hukuk hak ve menfaatler toplamındır. Dîn menfaati ve hakkı öncelerken, Sosyalizm ise hakkı tanımaz. Hristiyanlık ve Materyalizm bir hukuk sistemi oluşturamazlar.

     İslam’da cezanın hedefi kuşkusuz dînin temel amaçlarıyla örtüşen bir felsefeye dayanır. “Cezanın gayesi ne önleme, ne koruma ve ne de tazmindir. Yani failin ıslahı da dahil olmak üzere herhangi pratik, dünyevî bir hedefi yoktur. Gayesi, yasak bir fiilin icrasıyla ahlakî düzende bozulmuş olan dengenin yeniden kurulmasıdır.” (Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam)

     Saf dîn ve saf ütopya hayata uygulanmaya başladığında ilk saflıklarını kaybederler. İslam değişmeyen özüyle yeryüzünde adalet arayışının ismidir. İslam teslimiyet demektir. Teslimiyetin olmadığı yerde samimiyet yoktur. “Teslimiyet, insanı bir bütün olarak dünyaya ve kendi faaliyetlerinin neticelerine karşı iç tutumudur. Allah’ın iradesine teslimiyet, insanların iradelerine karşı bağımsızlık demektir. Allah’a itaat insana itaati meneder. Bu, insan ile Allah arasında ve dolayısıyla insan ile insan arasında yeni bir münasebet teşkil etmektedir. Onun için kaderi kabul etmek kendini en büyük ölçüde hür hissetmektir. Bu öyle bir hürriyettir ki, kaderi yerine getirmekle, onunla aheng içinde olmakla kazanılır. Mücadelemizi insanî ve makul kılan, ona sükûn ve huzur damgası vuran, herşeyin akıbetinin elimizde olmadığı kanaatidir. Bize ait olan gayret etmek uğraşmaktır; netice ise Allah’ın elindedir.”

     Bu yerinde değerlendirmeden sonra, çağımızın en büyük entelektüel ve siyasî zekâlarından biri olan Aliya İzzetbegoviç, kitabını şu cümleyle noktalar: “Ey teslimiyet! Senin adın İslam’dır”

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum